• ■ İSTANBUL'DA HIDIRELLEZ MESİRELERİ, 1890'LAR

    [Ahmet Semih Bey 1890'larda Hıdırellez mesirelerini anlatıyor]:

    "Hıdırellez Nisan'ın 23'ünde (Rumî takvim) bütün İstanbul halkını çayırlara bağlardı. Dolmalar, helvalar, marullar, yemişler, kuzular, pilâvlar evlerde hazırlanır, çayırlara taşınırdı.

    Kimi pazar kayıklarında, mavnalarda veya sandallarda, kimi hususî çatanalarda (özel deniz teknelerinde) veya öküz arabalarında gidecekleri yere giderek veya yatlarında (Ahmet İhsan, Ahmet Muhtar, Mustafa Süreyya ve Sakallı Reşit Beyler gibi) kuzu ziyafetleri yaparlar, eş dost arasında zevk-ü safa ederlerdi. Kalabalığı sevmiyenler bu zevki evlerinin bahçelerinde, korularında tatmin ederlerdi.

    HER ŞEY SUDAN UCUZDU

    Adalarda ise ne kadar adam varsa Büyükada'daki Ayayorgi tepesine üşüşerek kuzu ziyafetleri çekerlerdi. Kuşdili, Yoğurtçu, Haydarpaşa, Küçüksu, Beykoz, Paşabahçe Çayırları, Kâğıthane, Veliefendi Çayırları binlerce halkla dolardı. Yerlerdi, içerlerdi ve bunların hepsi, bugünlere nispetle sudan ucuzdu..

    Binaenaleyh o mübarek aile eğlenceleri mebzul (bol) ve fakat müptezel (bolluğu sebebiyle değersiz) olmadığı için, mebrûktü (bereketliydi).."
    ■ İSTANBUL'DA HIDIRELLEZ MESİRELERİ, 1890'LAR ❤️ [Ahmet Semih Bey 1890'larda Hıdırellez mesirelerini anlatıyor]: "Hıdırellez Nisan'ın 23'ünde (Rumî takvim) bütün İstanbul halkını çayırlara bağlardı. Dolmalar, helvalar, marullar, yemişler, kuzular, pilâvlar evlerde hazırlanır, çayırlara taşınırdı. Kimi pazar kayıklarında, mavnalarda veya sandallarda, kimi hususî çatanalarda (özel deniz teknelerinde) veya öküz arabalarında gidecekleri yere giderek veya yatlarında (Ahmet İhsan, Ahmet Muhtar, Mustafa Süreyya ve Sakallı Reşit Beyler gibi) kuzu ziyafetleri yaparlar, eş dost arasında zevk-ü safa ederlerdi. Kalabalığı sevmiyenler bu zevki evlerinin bahçelerinde, korularında tatmin ederlerdi. HER ŞEY SUDAN UCUZDU Adalarda ise ne kadar adam varsa Büyükada'daki Ayayorgi tepesine üşüşerek kuzu ziyafetleri çekerlerdi. Kuşdili, Yoğurtçu, Haydarpaşa, Küçüksu, Beykoz, Paşabahçe Çayırları, Kâğıthane, Veliefendi Çayırları binlerce halkla dolardı. Yerlerdi, içerlerdi ve bunların hepsi, bugünlere nispetle sudan ucuzdu.. Binaenaleyh o mübarek aile eğlenceleri mebzul (bol) ve fakat müptezel (bolluğu sebebiyle değersiz) olmadığı için, mebrûktü (bereketliydi).."
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • AMERİKA’DA YOĞURTÇULAR KRALI : HAMDİ ULUKAYA

    Hamdi Ulukaya, Chobani yoğurt firmasının kurucusu ve sahibi. ABD’de yaşayan girişimci bir işadamı. Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok satılan süzme yoğurt markası Chobani’nin sahibi, kurucusu, yönetim kurulu başkanı ve CEO’su.

    Erzincan’ın İliç ilçesinde süt ürünleri üreten bir ailede doğan Hamza Ulukaya, Ankara Üniversitesi’nde siyasi bilimler eğitimi gördükten sonra 1994’te, New York, Long Island Adelphi Üniversitesi’nde İngilizce öğrenmek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. 1997’de eyaletin kuzeyine taşındı ve New York Eyalet Üniversitesi’nin Albany Yerleşkesine nakil yaptırarak bazı işletme kurslarına yazıldı.

    2002’de babasının tavsiyesiyle küçük bir beyaz peynir fabrikası kurdu. Fakat asıl başarısını, 2005 yılında, New York eyaletinin kuzeyinde, kapatılmış olan büyük bir yoğurt fabrikasını Kraft Foods’tan satın alarak girdiği büyük riske borçludur. Yoğurt işinde tecrübesi olmamasına rağmen bir imparatorluk haline getirdiği Balkanlarda “çoban” anlamına gelen Chobani yoğurt, beş yıldan kısa sürede yıllık satışlarını sıfırdan 1 milyar doların üzerine çıkarak 2011 yılında ABD’nin en hızlı büyüyen markası oldu.

    “2017 Dünyanın En Yenilikçi Şirketleri” listesinde yer alan Chobani, hem “Gıda” hem de “Sosyal Fayda” kategorilerinde ilk sıradadır. Chobani aynı zamanda tüm sektörleri kapsayan “En Yenilikçi Şirketler” sıralamasında ilk on arasında yer alıyor.

    Hamdi Ulukaya’nın, iş hayatında pek rastlanmayan bir cömertlik sergileyerek 5 milyar dolar değerindeki şirketin %10’luk hissesini 2000 personeline dağıtması da ayrı bir incelik.

    Hamdi Ulukaya’yı tebrik ediyor, başarısının tüm girişimcilerimize örnek olmasını diliyoruz
    AMERİKA’DA YOĞURTÇULAR KRALI : HAMDİ ULUKAYA Hamdi Ulukaya, Chobani yoğurt firmasının kurucusu ve sahibi. ABD’de yaşayan girişimci bir işadamı. Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok satılan süzme yoğurt markası Chobani’nin sahibi, kurucusu, yönetim kurulu başkanı ve CEO’su. Erzincan’ın İliç ilçesinde süt ürünleri üreten bir ailede doğan Hamza Ulukaya, Ankara Üniversitesi’nde siyasi bilimler eğitimi gördükten sonra 1994’te, New York, Long Island Adelphi Üniversitesi’nde İngilizce öğrenmek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. 1997’de eyaletin kuzeyine taşındı ve New York Eyalet Üniversitesi’nin Albany Yerleşkesine nakil yaptırarak bazı işletme kurslarına yazıldı. 2002’de babasının tavsiyesiyle küçük bir beyaz peynir fabrikası kurdu. Fakat asıl başarısını, 2005 yılında, New York eyaletinin kuzeyinde, kapatılmış olan büyük bir yoğurt fabrikasını Kraft Foods’tan satın alarak girdiği büyük riske borçludur. Yoğurt işinde tecrübesi olmamasına rağmen bir imparatorluk haline getirdiği Balkanlarda “çoban” anlamına gelen Chobani yoğurt, beş yıldan kısa sürede yıllık satışlarını sıfırdan 1 milyar doların üzerine çıkarak 2011 yılında ABD’nin en hızlı büyüyen markası oldu. “2017 Dünyanın En Yenilikçi Şirketleri” listesinde yer alan Chobani, hem “Gıda” hem de “Sosyal Fayda” kategorilerinde ilk sıradadır. Chobani aynı zamanda tüm sektörleri kapsayan “En Yenilikçi Şirketler” sıralamasında ilk on arasında yer alıyor. Hamdi Ulukaya’nın, iş hayatında pek rastlanmayan bir cömertlik sergileyerek 5 milyar dolar değerindeki şirketin %10’luk hissesini 2000 personeline dağıtması da ayrı bir incelik. Hamdi Ulukaya’yı tebrik ediyor, başarısının tüm girişimcilerimize örnek olmasını diliyoruz
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • Yemen'deki Haid Al-Jazil köyü, Hadhramout Valiliğinin batısında, Wadi Doan'ın merkezinde bulunan bir köydür.

    Haid Al-Jazil köyü, Yemen'de dev bir kayanın üzerinde yer alan inanılmaz bir arkeolojik köydür ve bu köye erişim, ziyaretçinin profesyonel kaya tırmanıcıları olmasını gerektirir.

    Bu pitoresk köy, dağlar, yüksek ve kuru platolar arasında yer alan, Yemen'in en ünlü turistik yerlerinden biri olan batı Hadhramut vadilerinden biri olan Wadi Doan'da çarpıcı manzaraların ortasında yer almaktadır.

    Haid Al-Jazil köyünün evleri
    Haid Al-Jazil köyünün evleri, katları birbirinden ayırmak için yoğurt tuğlaları ve ahşap zeminler kullanılarak kayalık uçurumun kenarına inşa edilmiş ancak bu binaların özellikle yaz yağmurlarından sonra sürekli olarak onarılması gerekiyor. Bazı hikayeler, bu evlerden bazılarının 500 yıl öncesine ait olduğunu gösteriyor.

    British Daily Mail, Doan Vadisi'nde iki dikey kenarı olan 100 metre yüksekliğindeki devasa bir kayanın üzerinde yüzen bu pitoresk köyün güzelliğinden bahseden bir makale yayınladı ve başka bir gezegenden gelmiş gibi göründugunu yazmisti.
    Yemen'deki Haid Al-Jazil köyü, Hadhramout Valiliğinin batısında, Wadi Doan'ın merkezinde bulunan bir köydür. Haid Al-Jazil köyü, Yemen'de dev bir kayanın üzerinde yer alan inanılmaz bir arkeolojik köydür ve bu köye erişim, ziyaretçinin profesyonel kaya tırmanıcıları olmasını gerektirir. Bu pitoresk köy, dağlar, yüksek ve kuru platolar arasında yer alan, Yemen'in en ünlü turistik yerlerinden biri olan batı Hadhramut vadilerinden biri olan Wadi Doan'da çarpıcı manzaraların ortasında yer almaktadır. Haid Al-Jazil köyünün evleri Haid Al-Jazil köyünün evleri, katları birbirinden ayırmak için yoğurt tuğlaları ve ahşap zeminler kullanılarak kayalık uçurumun kenarına inşa edilmiş ancak bu binaların özellikle yaz yağmurlarından sonra sürekli olarak onarılması gerekiyor. Bazı hikayeler, bu evlerden bazılarının 500 yıl öncesine ait olduğunu gösteriyor. British Daily Mail, Doan Vadisi'nde iki dikey kenarı olan 100 metre yüksekliğindeki devasa bir kayanın üzerinde yüzen bu pitoresk köyün güzelliğinden bahseden bir makale yayınladı ve başka bir gezegenden gelmiş gibi göründugunu yazmisti.
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • Hz. İbrahim yemeği TİRİT Urfa Türkiye

    Şanlıurfa da Seyyidül taam (Seyyidlerin yiyecegi) olarakta bilinen tirit yemeginin Hz İbrahimin yemegi olduğuna inanılır.
    Peyğamber efendimizin de tirit yemegini çok sevdiğine inanılan Urfa da bir rivayet anlatılır;
    "Hz Aişe bir Peygamber efendimize kendisini ne kadar sevdiğini sormuş..Peygamber efendimiz (sas) Aişe seni tirit kadar seviyorum deyince Hz Aişe önce üzülmüş Pygamber efendimizin tirit'i ne kadar çok sevdiğini ögrenince de sevinmiş "diye anlatılır.
    Özellikle peyğamber efendimizin (sas) in doğum günü olarak bilinen günler de hali vakti iyi olanlar tarafından yapılıp ikram edilen tirit'in Urfa da özel bir yeri vardır.
    Tirit yemeği sünnet törenlerinde,Ramazan bayramı sabahlarında ve özel günlerde yapılan bir yemektir.Ayrıca sonbahardan ilk bahar'a kadar işletmelerde de yapılır.Tabakta servis edildiği gibi kolay hazırlanan bir yemek olmamakla beraber,tiritin sabah yenmesi için geceden kazana kuzu eti ve büyük kemikler konur belli bir süre bunlar suda kaynatılır,daha sonra bu kazan kömür ateşine bırakılır sabaha kadar bekletilir,kemikler çıkarılır pişen et ve suyu ayrılır, sabah ufak ufak doğranmış küçük ekmek kırıntıları bir kişilik tabaklara doldurulur, ekmeklerin üstüne geceden pişirilmiş kuzu etleri konur tabii bu etler kırıntı halinde konur, üzerine sıcak et suyu eklenir isteğe göre sarımsak’lı yoğurt dökülebilir ve afiyetle yenir.
    Hz. İbrahim yemeği TİRİT Urfa Türkiye Şanlıurfa da Seyyidül taam (Seyyidlerin yiyecegi) olarakta bilinen tirit yemeginin Hz İbrahimin yemegi olduğuna inanılır. Peyğamber efendimizin de tirit yemegini çok sevdiğine inanılan Urfa da bir rivayet anlatılır; "Hz Aişe bir Peygamber efendimize kendisini ne kadar sevdiğini sormuş..Peygamber efendimiz (sas) Aişe seni tirit kadar seviyorum deyince Hz Aişe önce üzülmüş Pygamber efendimizin tirit'i ne kadar çok sevdiğini ögrenince de sevinmiş "diye anlatılır. Özellikle peyğamber efendimizin (sas) in doğum günü olarak bilinen günler de hali vakti iyi olanlar tarafından yapılıp ikram edilen tirit'in Urfa da özel bir yeri vardır. Tirit yemeği sünnet törenlerinde,Ramazan bayramı sabahlarında ve özel günlerde yapılan bir yemektir.Ayrıca sonbahardan ilk bahar'a kadar işletmelerde de yapılır.Tabakta servis edildiği gibi kolay hazırlanan bir yemek olmamakla beraber,tiritin sabah yenmesi için geceden kazana kuzu eti ve büyük kemikler konur belli bir süre bunlar suda kaynatılır,daha sonra bu kazan kömür ateşine bırakılır sabaha kadar bekletilir,kemikler çıkarılır pişen et ve suyu ayrılır, sabah ufak ufak doğranmış küçük ekmek kırıntıları bir kişilik tabaklara doldurulur, ekmeklerin üstüne geceden pişirilmiş kuzu etleri konur tabii bu etler kırıntı halinde konur, üzerine sıcak et suyu eklenir isteğe göre sarımsak’lı yoğurt dökülebilir ve afiyetle yenir.
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • Bitlis'li kadınların eli değince daha da güzelleşen, yoğurtla sevgili, ekmeklerin dedesi. Tandır ekmeği ...
    Bitlis'li kadınların eli değince daha da güzelleşen, yoğurtla sevgili, ekmeklerin dedesi. Tandır ekmeği ...💛
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • Avustralya Melbourne’da Queen Victoria Markette düzenlenen 16. Türk Pazar Festivali tüm hızıyla devam ediyor .

    Victoria Karadeniz Derneği Halk Oyunları Ekibi Queen Victoria Market Türk Pazar Festivalinde sahne alırken bir birinden güzel geleneksel kıyafetleriyle Türk Pazar Festivaline renk kattılar.

    #whatsonmelb #vicmarket #turkishpazarfestival #MorelandTurkishAssociation
    #CemalAkdeniz
    #MorelandTürkDerneği
    #Australia #Avustralya #melbourne #Türk #Festival
    #melbourneturkishnews #Turkish #Pazar #Festival #2023 #Sahara #Yoğurt #Ayran #V.B.T.C.A #Kebab #Gozleme #turkishdelight
    Avustralya Melbourne’da Queen Victoria Markette düzenlenen 16. Türk Pazar Festivali tüm hızıyla devam ediyor . ✅ Victoria Karadeniz Derneği Halk Oyunları Ekibi Queen Victoria Market Türk Pazar Festivalinde sahne alırken bir birinden güzel geleneksel kıyafetleriyle Türk Pazar Festivaline renk kattılar. #whatsonmelb #vicmarket #turkishpazarfestival #MorelandTurkishAssociation #CemalAkdeniz #MorelandTürkDerneği #Australia #Avustralya #melbourne #Türk #Festival #melbourneturkishnews #Turkish #Pazar #Festival #2023 #Sahara #Yoğurt #Ayran #V.B.T.C.A #Kebab #Gozleme #turkishdelight
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • 1920 ler #Mersin Yoğurt Pazarı...
    1920 ler #Mersin Yoğurt Pazarı...
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • Yoğurdun Tarihçesi

    Yoğurt (< Yuğurt) Türkçe kökenlidir. Orta Türkçe dönemine ait Divânu Lügati't-Türk'te ىُغُرْتْ olarak yazılan veriyi Besim Atalay geniş yuvarlak o ünlülü «yogurt» biçiminde okur, fakat Hasan Eren geniş dar u ünlülü «yuğurt» biçimini doğru okunuş olarak kabul eder ve etimolojisini «yuğurmak» fiiline «-t» fiilden isim yapım eki getirilerek yapılan türev olarak açıklar.Eren Kumanca biçimini de «yuğurt» olarak verir ve bunun Kıpçakçada ikili «yağurt ~ yuğurt» biçimlerinde geçtiğini belirtir. Kıpçakçada düz geniş a ünlülü olmasını yağ kelimesinin baskısına dayandırır. Çağdaş Türk dillerinden Türkmencede yoğurt, Nogaycada yuvırt, Kırgızca cuurat (Genel Türkçe y- ön sesi Kırgızcada c- sesine dönüşür), Sagayların lehçesinde çoort, Yakutçada suorat (Genel Türkçe y- ön sesi Yakutçada s- sesine dönüşür) biçimleri Orta Türkçe yuğurt kelimesinin günümüzdeki varyeteleridir. Avrupa dillerine (İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Sırpça, Bulgarca, Rusça, Macarca) de Türkçeden geçmiştir.

    Yoğurdun ilk defa nasıl yapıldığına dair yeterli miktarda bilgi mevcut olmamakla birlikte Kaşgârlı Mahmut tarafından 10. yüzyılda yazılan Divan-ı Lügat-it Türk ve Balas Gumlu Yusuf Has Hacip tarafından yazılan Kutadgu Bilig adlı eserlerinde yoğurt sözcüğüne rastlanmaktadır. Yoğurdun ilk kez MÖ 5000 ve 4000'li yıllarda Mezopotamya'da yapıldığı düşünülmektedir.Yoğurdun Avrupa'da yayılışıyla ilgili ilk bilgiye Fransız tıp tarihinde rastlanmaktadır.

    16. yüzyılda Fransa krallarından I. Fransuva ateşli ishal hastalığına yakalanmıştır. Hiçbir doktorun tedavi edemediği kralı Osmanlı İmparatorluğu'ndan gelen bir doktor yoğurt ile tedavi etmeyi başarmıştır. Bu hadise neticesinde yoğurt daha geniş bir coğrafyada tanınmış, yeni dünyada yoğurt üretimine başlanmıştır.

    Bazı kaynaklarda Bübür İmparatorluğu hükümdarı Ekber Şah'ın aşçılarının yoğurdu hardal tohumları ve tarçınla yaptığı yazmaktadır.

    Günümüzde birçok millet yoğurdun ilk kez kendileri tarafından üretildiğini ileri sürmekte, bu besini sahiplenmektedir. Başlangıçta yoğurdun hangi millet ya da kavim tarafından bulunduğuna dair somut bir bilgi olmamakla birlikte, yoğurt öz Türkçe bir kelimedir. Bu nedenle Orta Asya Türkleri tarafından bulunduğu kabul edilmektedir.

    Yoğurdun esas yayılması ve geniş çapta Türk sınırlarını aşması 20. yüzyılın başlarına rastlar. Yoğurt, Amerika’da yaklaşık olarak 45-50 yıl önce tanınmıştır. Eski dünyadan Asya ve Afrika’da yoğurdun yayılışının Türkler vasıtasıyla olduğu söylenebilir. Çin’de yoğurt yendiğini Marco Polo yazmaktadır.

    kaynak:Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, çeviren Besim Atalay, TDK yayınları

    Prof. Dr. Hasan Eren (1999) Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü

    The Natural History of Pliny, tr. John Bostock, Henry Thomas Riley, London

    Toygar K (1993). Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar. Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı

    Ögel B (1978). Türk Kültür Tarihine Giriş: Türklerde Yemek Kültürü. Kültür Bakanlığı Yayınları
    Yoğurdun Tarihçesi Yoğurt (< Yuğurt) Türkçe kökenlidir. Orta Türkçe dönemine ait Divânu Lügati't-Türk'te ىُغُرْتْ olarak yazılan veriyi Besim Atalay geniş yuvarlak o ünlülü «yogurt» biçiminde okur, fakat Hasan Eren geniş dar u ünlülü «yuğurt» biçimini doğru okunuş olarak kabul eder ve etimolojisini «yuğurmak» fiiline «-t» fiilden isim yapım eki getirilerek yapılan türev olarak açıklar.Eren Kumanca biçimini de «yuğurt» olarak verir ve bunun Kıpçakçada ikili «yağurt ~ yuğurt» biçimlerinde geçtiğini belirtir. Kıpçakçada düz geniş a ünlülü olmasını yağ kelimesinin baskısına dayandırır. Çağdaş Türk dillerinden Türkmencede yoğurt, Nogaycada yuvırt, Kırgızca cuurat (Genel Türkçe y- ön sesi Kırgızcada c- sesine dönüşür), Sagayların lehçesinde çoort, Yakutçada suorat (Genel Türkçe y- ön sesi Yakutçada s- sesine dönüşür) biçimleri Orta Türkçe yuğurt kelimesinin günümüzdeki varyeteleridir. Avrupa dillerine (İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Sırpça, Bulgarca, Rusça, Macarca) de Türkçeden geçmiştir. Yoğurdun ilk defa nasıl yapıldığına dair yeterli miktarda bilgi mevcut olmamakla birlikte Kaşgârlı Mahmut tarafından 10. yüzyılda yazılan Divan-ı Lügat-it Türk ve Balas Gumlu Yusuf Has Hacip tarafından yazılan Kutadgu Bilig adlı eserlerinde yoğurt sözcüğüne rastlanmaktadır. Yoğurdun ilk kez MÖ 5000 ve 4000'li yıllarda Mezopotamya'da yapıldığı düşünülmektedir.Yoğurdun Avrupa'da yayılışıyla ilgili ilk bilgiye Fransız tıp tarihinde rastlanmaktadır. 16. yüzyılda Fransa krallarından I. Fransuva ateşli ishal hastalığına yakalanmıştır. Hiçbir doktorun tedavi edemediği kralı Osmanlı İmparatorluğu'ndan gelen bir doktor yoğurt ile tedavi etmeyi başarmıştır. Bu hadise neticesinde yoğurt daha geniş bir coğrafyada tanınmış, yeni dünyada yoğurt üretimine başlanmıştır. Bazı kaynaklarda Bübür İmparatorluğu hükümdarı Ekber Şah'ın aşçılarının yoğurdu hardal tohumları ve tarçınla yaptığı yazmaktadır. Günümüzde birçok millet yoğurdun ilk kez kendileri tarafından üretildiğini ileri sürmekte, bu besini sahiplenmektedir. Başlangıçta yoğurdun hangi millet ya da kavim tarafından bulunduğuna dair somut bir bilgi olmamakla birlikte, yoğurt öz Türkçe bir kelimedir. Bu nedenle Orta Asya Türkleri tarafından bulunduğu kabul edilmektedir. Yoğurdun esas yayılması ve geniş çapta Türk sınırlarını aşması 20. yüzyılın başlarına rastlar. Yoğurt, Amerika’da yaklaşık olarak 45-50 yıl önce tanınmıştır. Eski dünyadan Asya ve Afrika’da yoğurdun yayılışının Türkler vasıtasıyla olduğu söylenebilir. Çin’de yoğurt yendiğini Marco Polo yazmaktadır. kaynak:Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, çeviren Besim Atalay, TDK yayınları Prof. Dr. Hasan Eren (1999) Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü The Natural History of Pliny, tr. John Bostock, Henry Thomas Riley, London Toygar K (1993). Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar. Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Ögel B (1978). Türk Kültür Tarihine Giriş: Türklerde Yemek Kültürü. Kültür Bakanlığı Yayınları
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • Hunza Türkleri---
    Hunzalar Çin ve Afganistan sınırında Pakistan Keşmirinin kuzeyinde Tanrı Dağları, Himalayaların batı uzantısı olan Karakurum Sıradağları, Hindukuş dağlarının kesiştiği 160 km uzunluğunda, 1.6 km genişliğindeki Hunza Vadisinde yaşıyan bir halk. Aslında komşu oldukları Çin değil, günümüz Çin devletinin sınırları içerisinde Uygurların yaşadığı Doğu Türkistan.
    Kut
    Hunzalar kendilerine Hunzakut diyorlar. Kut, Türk ve Altay şamanizminde ve halk inancında kutsal enerji, yaşam gücü demek. Yiğitler kut sayesinde ölümden kurtulur veya yaşama döner. Bu güç Tanrı’dan kaynaklanır. Tanrı bu gücü geri çekerse kağanlar tahtı ve yaşamlarını yitirirler. Uygurlar 1209’da Cengiz Han tarafından Moğollar’a bağlandıktan sonra 1550’lere kadar çeşitli şekillerde varlıklarını devam ettirdiler. Bunlardan biri de Turfan’daki İdikutlardı. İdikutlar 12. yüzyılda Karahıtaylara bağlıydılar. İdikutlar 1209’da Cengiz Han’a Barçuk İdikut önderliğinde itaat ettiler. Onun oğulları Kesmes ve Salındı Moğollar’ın müttefiki oldular. 1248’de Büyük Moğol Hanı Güyük Beşbalık’ta öldü. Buradaki Uygurlar, Çin’deki Moğol hânedanına bağlı olarak buğra damgasını kullanıyorlardı. 1286 yılı civarında Cengiz Han’ın torunu Duva, Koçkar Tegin adlı İdikut’u kendisine bağlamak için Beşbalık’ı kuşattı. İdikut’un kızının Duva’ya verilmesi sonucu kuşatma kaldırıldı. İdikutlar ile Cengizoğulları arasında birçok evlenme gerçekleşti. Çin’deki yüksek görevlere getirilen İdikutlar ülkelerinden uzaklaşıyor ve bir daha geri dönmüyorlardı. 1353’te İdikut olan Sangga ve Budashri’nin ardından Hos-hang devrinde İdikut sülâlesi sona erdi.
    Kut’u kendilerinde ortaya çıkmış, var olmuş olarak kabul eden Hunzalar 7900 kilometre karelik bir alanda yer alan Hunza Vadisinde yaşıyorlar. Vadinin Kuzey doğusunda Doğu Türkistan, Kuzey Batısında Pamir Dağları yer alıyor. Etrafında 6000 ile 7788 m. ye kadar yükseklikte muhteşem görünümlü zirveler var. Turistler buralara fotoğraf çekmeye ve uzun yürüyüşler yapmaya geliyor. Hunza Vadisinden Hunza Nehri akıyor. Dağlardaki buzullar nehrin ve insanların su kaynağı.
    Dil
    Hunzaların konuştukları dil olan Buruşo yüzünden onlara Bruşolar diyenler de var. Hunza Bruşo dilinde “ok” anlamına geliyor. Bilindiği gibi Oğuzların orijin adı OK UZ. Bruşo (Bruşaski) dilinin komşu toplulukların Hint-Avrupa kökenli dilleriyle herhangi bir bağı yok. Bu dili Kafkas kökenli dillerle bağdaştıranlar var. Şimdilerde Urdu dilini de konuşuyorlar. Konuştukları dil diğer hiçbir Türk diline benzemiyor onlar Türk olamaz diyenlerin Çuvaşlardan haberi var mı acaba? Çuvaşların dili de diğer hiçbir Türk diline benzemiyor ve Hun kökenli bir dil. Hunzaların dili de Hun kökenli olabilir. Aynı şekilde Pakistan ve Hindistan Türklerinin dilleri de Türk dillerine benzemiyor ama kendileri şecerelerini anlatarak biz Türküz diyorlar. Pakistan ve Hindistan Türkleri ile ilgili yazılarımızda bunlar açıklanmaktadır:
    Keşmir’de Türk Köyleri
    Pakistan’daki Türkler
    Hindistan’da Muradabad Türkleri
    Hindistan’da Osmani Türkleri
    Tarih
    Asırlarca yolu, izi olmayan, erişilmesi çok güç bir yerde izole olarak yaşayan Hunzakutlar “Mir” dedikleri hanedan reislerinin ve ona danışmanlık yapan on iki kişiden oluşan bir İhtiyar Heyeti idaresinde, yani Türk geleneklerine uygun olarak, 900 yıldan fazla bir süre bağımsız yaşamışlar. Eskiden Sincan-Keşmir arasında gidip gelen kervanlara sarp geçitlerde baskın yaparak, mallarını çalarak, gerektiğinde adam öldürerek geçimlerini sağlarlarmış. Ancak komşu halkların sert tepkileri üzerine 1860 da onlara söz vererek bundan vazgeçmek zorunda kalmışlar.
    Bağımsız yönetim 1870 de İngiliz askerleri gelmesiyle kesintiye uğradı. Hunzalar İngilizler gittikten sonra tekrar bağımsız oldular. Ancak Mirlik 1974 de Pakistan tarafından ilga edildi (ortadan kaldırıldı) ve Hunzakutlar tamamen Pakistan yasalarına tabi oldular.
    Çin’in Sincan Uygur bölgesindeki Kaşgar şehrini Pakistan’ın Pencap eyaletindeki Hasan Abdal şehrine bağlayan, Gilgit ve Hunza vadisinden geçen Karakurum Karayolunun 1979 da tamamlanması ve 1986 da turizme açılmasıyla Hunza vadisine erişim kolaylaşmıştır. Zor şartlarda yapılan yolun inşaatında ölen işçi sayısı 1010. Günümüzde Hunzakutların vadideki yerleşim yerleri olan Ganiş köyü, Aliabad ve Kerimabad ile Gilgit arasında otobüs ve minibüsler işlemektedir. Gilgit’teki havaalanına iç hat seferleri yapılmaktadır. Tarlalar veraset yoluyla bölündüğü ve vadi artan nüfusu besleyemediğinden genç Hunzakutlar artık gurbette çalışmakta ve ailelerine para göndermekteler.
    Dinleri ve kadınları
    Hunzalar/Hunzakutlar Şii mezhebinin İsmailiye koluna mensup Müslümanlar. Hunzalıların oralara kısa süreli gelenlere anlattıklarına göre kadınların başları açık, dışarı çıkmakta ve gezmekte serbestler, evleriyle ilgili kararlarda kocalarıyla aynı oranda söz sahibiler. Ebeveynler eş adayını Hunza aşiretlerden birinden seçiyor (akraba evliliği kesinlikle yasak) ancak çocuğun bu seçimi kabul etmeme hakkı var. Boşanma olayı çok nadir.
    Geçmişte durum nasıldı bilemeyiz. Kadınlarının başları açık gezdikleri iddialarına karşın fotoğraflar ve gidenler pek de öyle demiyor. Günümüz Pakistan’ında Müslüman kadınların başı açık gezmeleri mümkün değil. Gerçekte yakın çevreden kız aldıklarına da bakılırsa bütün bu iddialar Avrupalı kökenli olduklarını vurgulamak için ortaya atılmış olmalı.
    Makedonya Masalları
    New Picture (5)
    Hunzakutların en büyük özellikleri dış dünyanın dikkatini çekmek için fırsat bulduklarında sansasyonel, abartılı tanıtımlara ve gösterilere başvurmaları. Bunlardan biri de, Büyük İskender’in 2 bin 300 yıl önceki seferde orada kalan askerlerinin torunları olduklarını iddia etmeleri. Kanıt olarak da çevre halkı Peştunlara göre beyaz tenlerini, farklı dil ve kültürlerini gösteriyorlar. Ancak Türkler de Pakistanlılara göre beyaz tenli, dil ve kültürleri farklı, kaldı ki Hunzaların yaşadıkları ülke olan Pakistan’ın resmi dili Urdu bir zamanlar o topraklara hükmetmiş olan Türk Hükümdarı Gazneli Mahmut’un ordusunun dili.
    Makedonyalı Büyük İskender’in torunları olduklarını iddia eden Hunza Prensi Gazanfar Ali Han ve Prensesi Rani Atikan 2008 yılında anavatanları olduğunu iddia ettikleri Makedonya’ya yaptıkları ziyarette Makedonya Başbakanı Gruevski tarafından Büyük İskender’in askerleri şeklinde giyinmiş şeref kıtası ile karşılandılar. Yunanistan ile isim sorunu yüzünden Atina’nın NATO ve AB üyeliğine ambargo uyguladığı 2 milyon nüfuslu Makedonya, Hunzaların iddialarına ve ziyaretine mal bulmuş mağribi gibi atlamışlardı. Ancak bütün bunlar, diğer bölümlerde de açıkladığımız gibi, maksatlı ve “show” amaçlı.
    Hunzaların genleri
    Eski bir Hunzalı Mir Sefdar Han'ın hatları tipik Orta Asya Türk ırkının özelliklerini taşıyor
    Eski bir Hunzalı Mir Sefdar Han’ın hatları tipik Orta Asya Türk ırkının bilhassa Uygur Türklerinin özelliklerini taşıyor
    En son Y-DNA gen araştırmalarında (Firasat ve diğerleri) Hunzakutlarda Greklerin genetik unsurlarına hiç rastlanmadı. Büyük İskender kalıntıları olabilecek diğer halklardan Kalaşlar da aynen sıfır çektiler, sadece Peştunlarda % 2 Grek geni bulundu.
    Hunzakutlar üzerinde yapılan gen araştırmaları bulguları :
    – % 25,8 sıklıkta R1a1a haplogrubu M17 markeri. Keşmir, Özbekistan, Güney Asya, Doğu Türkistan (Uygur), Orta Asya, Karadenizin Kuzeyi, Macaristan’da, İdil/Ural bölgesinde Kıpçak Bozkırlarında yoğun olarak, Sibirya ve Eski Yugoslayva‘nın Makedonya dışındaki bölgelerinde daha az yoğunlukta rastlanmıştır
    – % 14,4 sıklıkta Y-DNA R2a haplogrubu R-M124 genetik markeri. Bu marker aşağıda detaylandırıldığı gibi Güney/Orta Asya orijinli Üst Paleolitik Kültüre aittir:
    * Güney Asya’da: Hint yarımadasında ve Sri Lanka’da ortalama % 10-15, Davudi Buhara Müslümanlarında % 16, Telugularda % 40, Brahman olmayan kastlarda % 35-55, Kuzey Hindistan Sünnilerinde % 11,
    * Kafkaslar’dan: Çeçenlerde ve Dağ Yahudilerinde % 16, Balkarlarda ve Osetlerde % 8, Kalmuklarda % 6, Azerbaycan ve Kumuk Türklerinde % 3
    * Orta Asya’da Karakalpaklarda % 5, Türkmenlerde % 3, Pamir dillilerden: Bartangilerde % 16, İşkaşmilerde % 8, Hocantlarda % 9
    * Orta Asya/Güney Asya’dan Almanya ve Avusturya’ya göç etmiş Sintlerde (Romanlarda) % 53 olarak görülür.
    – % 12,4 sıklıkta L3 – M357 haplogrubu. Kalaş, Peştun, Çeçenlerde görülür.
    – % 7,2 sıklıkta J2 (J-M172) haplogrubu. Neolitik Kültürde Yakın Doğu’dan Avrupa’ya tarımı yayan çiftçilerle ilgili Kafkaslar, Anadolu, Mezopotamya ve Doğu Akdeniz menşeli Türkler % 24 oranında J-M172 grubundan, % 50 oranında J-P209/J-M267 grup kombinasyonundandır. J-M172 ve J-M267, J-P209’un alt kollarıdır.
    – % 8,2 sıklıkta C3 – PK2. Sibirya’dan Bering boğazını geçerek Amerika’ya giden Ön Türklerin haplogrubudur.
    – % 4,1 sıklıkta L -M20. Türkiyedeki Afşarların % 57 sinde, Al Raqqa Suriyelilerinin % 51’ünde, Suriye’nin doğusunda yaşayanların % 31’inde, Pamirlilerin % 10.1’inde, Çeçenlerin % 10’unda, Tacikistan’da yaşayan Yagnobilerin % 9,7 ‘sinde, Buhara Araplarının % 9,5’inde, Taciklerin % 9’unda, Karakalpakların % 4,5’inde, Uygurların % 4,4’ünde, Özbeklerin % 3’ünde, Kazan Tatarlarının % 2,6’sında, Hintlilerin % 7-15’inde, Avrupa’da vb görülür.
    – % 4,1 sıklıkta H1-M52. Tacik, Türkmen, Özbeklerde, Kalaşlarda, Peştunlarda görülmüştür.
    – % 2,6 sıklıkta O3 M 122 haplogrubu. Doğu Asya halklarında görülmektedir.
    Genetik terimleri hakkındaki bazı açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN
    Hunzaların gerçek kökeni
    KKHŞimdi gelelim Hunzaların gerçek kökenlerine. Önce yukarıdaki Karakurum Karayolu haritasına dikkatlice bakalım. Bu karayolunun hikayesini daha önce anlatmıştık. Burada dikkati çeken husus şu: Hunza vadisi Uygur Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan’daki Sincan Uygur Bölgesinin yalnızca iki adım ötesinde. Arada sadece Kuncerab geçidi var. Uygurların yarısı genetik açıdan R1a ve R1b haplogrubuna mensup. Avrupalılar gibi. Yukarıda da açıklandığı gibi Hunzakutlar ve Uygurların İdikutlar boyu arasında genetik bağ var. Muhtemelen İdikutların bir bölümü Hunza’ya gelince zamanla kendilerine Hunzakutlar demişler.
    Hunza’daki “Hun” öneki onların kökeninin Hunlara dayandığının göstergesi olabilir. Bir tarafta Hunza, Buroşo dilinde “OK” demek, diğer tarafta Türklerin en büyük boyları Oğuz’un aslı “OK UZ”. Türk boyları ve Türklerle genetik bağları var.
    Yörede genetikçilerden başka araştırma yapan Batılı antropologlara göre biyolojik özellikleri, toplumsal ve kültürel yönleri açısından Hunzakutlar Kafkasya orijinliler (Beyaz ve kumral Batı ve Doğu Avrupalılar, Kafkaslar dahil).
    Bütün bunlar ve Hunzakutların tenleri, dilleri ve kültürlerinin yöre halklarından farkılı olmasının sebebinin Grek değil Türk orijinli olmalarına işaret ediyor. Avrupa ve Asyada bulunan Türk genleri ile ilgili araştırmaları anlattığımız yazılarımızı okumak için lütfen tıklayın. Bu ve bağlantılı sayfalarımızda anlattığımız gibi Türkler dünyaya yayılmışlar, Amerikaya bile gitmişler, Avrupa halkları avcı-toplayıcı topluluklarken Türkler Orta Asya, Kafkaslar ve Anadolu’dan gelip onlara çiftçilik öğretmişler. Onların atası olmuşlar. Hint yarımadası halkının kökeni de Ön Türkler. Aslında bunları biz söylemiyoruz. Yazımızda kanyaklarını verdiğimiz batılı genobilimciler söylüyor. Hepsi linkini verdiğimiz yazımızda.
    Sonuçta veriler ana dillerinin bilinen hiçbir dil ile benzerlik taşımaması nedeniyle Hunlar ve Uygurlar ile yakın akraba olmalarından ziyade atalarının bütün Türklerin ortak ataları olan Ön Türkler olduğunu, zamanla erkeklerin yakın çevreden kız almalarıyla yöre halkıyla da karıştıklarını gösteriyor.
    Keşmir Türkleri
    Keşmir’deki Türkler sadece Hunzalardan ibaret değil. Pakistan’da, Keşmir’de, Hindistan’da Türkler var. Bu konular ayrı yazılarımızda incelenmiştir.
    Keşmir’de Türk Köyleri
    Pakistan’daki Türkler
    Hint yarımadasında Türk İzleri
    Hindistan’da Muradabad Türkleri
    Hindistan’da Osmani Türkleri
    Türkler’in Keşmir dağlarını mesken edinmeleriyle ilgili çeşitli görüşler bulunuyor.
    İlki, Orta Asya’nın Horasan bölgesinde yaşayan bazı Türk boylarının İslam’ı kabul etmesinin ardından Sufi din adamları öncülüğünde Keşmir bölgesinden ilk kez Hint alt kıtasına geldikleri tarihi kayıtlar ortaya koyuyor.
    Türkler’in bölgeye gelmesiyle ilgili diğer yaygın görüş ise Türk-İslam devletlerinden biri olarak kabul edilen Gazneliler’in kurucusu Sultan Mahmud’un (998-1030) Hindistan’a düzenlediği seferlerde beraberinde getirdiği Türk ailelerini sistemli şekilde bu bölgeye yerleştirmesi.
    Üçüncü görüş ise, Orta Asya’daki Türk boylarının, Büyük Timur İmparatorluğu’nun kurucusu Timurlenk olarak bilinen Emir Timur’un (1370-1405) Hindistan’ı fethi sonrasında bölgeye gelip yerleşmeleri.
    Günümüzde Pakistan’da, Keşmir’de, Hindistan’daki Türklerin konuştukları diller de Hunzalar gibi Türkçe değil. Babür İmparatorluğunun dilinin önce Farsça’ya sonra da yerel dillere kayması nedeniyle bütün coğrafyada Türkçe zamanla asimile olmuş, Türkler dillerini unutmuşlar. Ancak Hunzalar hariç diğerlerinin hepsi Türküz diyorlar. Bu da Hunzaların dili Türkçe değil o yüzden Türklükle ilgileri olamaz görüşünü çürütüyor.
    Türküz diyememişler
    Türklerle büyük benzerlik
    Yüzyıllar öncesi buraya gelip yerleşmiş Hunzakutlar çevre halkı Peştunlardan farklı görünümde olmalarının çektiği ilgiyi avantaja çevirmek istemişler. Atalarının Türkler olduğunu ifade etmenin Batı dünyasında yankı bulmayacağını akıllıca farketmişler. Zira yukarıda bahsettiğimiz daha güneylerindeki Türklerden kimsenin haberi yok. Türkiye Türklerinin bile. Bu yüzden Hunzalar yaşadıkları yerin James Hilton’un Yitik (Kayıp) Ufuklar (The Lost Horizon) romanında geçen Şangri-La olduğunu, soylarının Makedonlardan geldiğini ortaya atmışlar.
    Diğer Hunza iddiaları
    4123681Hunzalar hayat tarzlarının doğal olduğunu, bunun da ömürlerini olağanüstü artırdığını, kanserin, kalp rahatsızlıklarının ve diğer hastalıklarının semtlerine bile uğramadığını iddia etmişler, kısa süreli gelen ziyaretçilere bunları kanıtlamak için sadece istedikleri taraflarını göstermeye çalışmışlardır. Bunları neden yapmışlar? Çünkü 1860 da eşkıyalığı mecburen bıraktıktan sonra çok güç şartlarda yapmaya mecbur kaldıkları tarım ve hayvancılıkla zar zor geçinebilmişler, gıdalarından keserek ürettiklerinin bir bölümünü yakın şehirlerdeki pazarlarda düşük fiyatla satarak karşılığında sınırlı ölçüde silah, bıçak, metal eşya, metal kab, inşaat malzemeleri, kumaş, iğne, kibrit, ayna, bardak vb. alabilmişler. Bu arada insanların onlara genetik ilgisini akıllıca propagandaya çevirmişler. Turizm yeni ümitleri, insanların gelip oralarda para harcamaları yeni dayanakları ve gelir kaynakları olmuş. Bu sayede Hunza Batı dünyasında uzun ömür ve sağlıklı yaşam sembolü haline gelmiş. Hunza’ya turlar düzenleniyor, macera turizmi için yaygın bir tanıtım ve organizasyon var. Kuru kayısı, Hunza suyu gibi ürünlerini iyi fiyatla satarak, rehberlik, otel işletmeciliğiyle para kazanmaktadırlar. Yol üzerinde “PTDC Motel Hunza” ve başka küçük oteller var. İki kalenin yer aldığı Altit ve Baltit köylerine pazarlar kuruluyor. Baltit kalesi restore edilerek rehber eşliğinde gezilen müze haline getirilmiş. Yakındaki Gilgit havaalanına inerek Hunza’da konaklayan turistler köyleri geziyor, uzun yürüyüşler yapıyor, fotoğraf çekiyor, yiyip içiyor, hediyelik alıyor ve en önemlisi döviz bırakıyorlar. Bu turlardan birinin linkini aşağıda Kaynaklar bölümünün sonunda bulabilirsiniz.
    Hunzakutların önemli iddialarından biri ortalama 110 ile 120 yıl yaşadıklarını, 65 yaşın yolun yarısı sayıldığı, kadınların 65-70 e kadar anne olduğu, 100 yaşında ölenlere genç öldü dedikleri. Muhtemelen zor hayat şartları yüzünden çocukken zayıflar ölüyor, güçlüler yaşıyor ve böylece ömürler uzun görünüyor. Hunzaların izole bir bölgede yaşamaları, bulundukları yükseklikte kemirici hayvan ve haşeratın yaşamamasıyla ve havanın kuru olmasıyla bulaşıcı hastalıklardan uzak kalmaları, eskiden şekerin olmaması, olduğu zaman da satın alacak imkanlarının olmayışı, hareketli yaşamları, işlenmiş ve rafine edilmiş yiyeceklerden uzak olmaları, izole-doğal kaynakları olmayan bir bölgede dış tehditlerin ilgi alanına girmeden stressiz yaşamış olmaları da ömür artıcı etkenler. Ancak bunlar bütün hastalıklardan uzak kaldıkları anlamına da gelmiyor. Mesela hayvan ve insan dışkılarının gübre olarak kullanılması sonucu dizanteri vakaları sık görülüyor. Besinlerin bol olmaması dengeli beslenmelerini engelliyor. Beslenmelerinde iyot, omega-3 yağ asitleri ve proteinlerden elde edilen bağışıklık sistemini güçlendiren amino asitler yer almıyor. Protein eksikliği vereme yakalanma nedeni.
    Oraya gidenler, yaşları 110-120 olarak gösterdiklerinin aslında 70-80 olduğunu söylüyorlar. Fotoğraflar da bu gerçeği gösteriyor. Nüfus kayıtlarının olmaması açısından da doğrulanamayan uzun ömür iddiaları geçerli görünmüyor.
    “Hunzakutlar enerji kaybetmeden yürümenin sırrına sahiptirler. Öylesine dirençlidirler ki, yürüdükleri mesafe ve bulundukları irtifa ne olursa olsun, hiçbir zaman mola verme ihtiyacı duymamaktadırlar. Yürüyüş tarzları sıkıntısız, incelikli ve çeviktir; bedenleri dimdiktir; başları yukarıda ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar bu duruşu muhafaza etmektedirler. Yere çömeldiklerini ya da kendilerini saldıkları görülmemiş bir şeydir.” Bunlar da evvelce orayı ziyaret edenlerin ifadeleri. Kol gücüyle çalıştıkları, çok yürüdükleri ve bol olmayan yiyeceklerini mecburen ölçülü yedikleri için fazla kilolu olmamaları, bunların da dinç olmalarını sağlamış olması gayet normal.
    Hunzaların ilginç bir iddiası da burada hiç kanser vakasının yaşanmamış olduğu. Kansere yakalanmadıkları gibi sık rastlanan diğer rahatsızlıklara da uğramıyorlarmış. Bunun nedeni çok yüksek bir bölgede bulunmaları, başta sezyum ve potasyum olmak üzere mineraller açısından zengin, buz gibi, kontamine olmamış su içip kendilerinin ekip biçtikleri organik yiyeceklerini yemeleri olabilir. Sezyumun kanser önleyici olduğu ve kanser tedavisinde kullanıldığı bilinmekte. Yüksekliğin kan hücrelerini çoğaltma etkisi var. Vücut bu yükseklikle eritropoetin (EPO – esas olarak böbreklerde üretilen bir protein) yapar, o da kan hücrelerini artırır. Aşağıda açıkladığımız gibi sürekli yedikleri B17 vitamini (amigdalin) içeren kayısı çekirdeğinin de bunda ayrıca etkisi olabilir. Bazı araştırmalar, aman yemeyin zehirli denilen acı kayısı çekirdeğinin kanserli hücreleri öldürdüğü, sağlıklı hücreleri ise yenilediği belirlemiş (bkz Kaynaklar). Hunzakutların ölüm nedenlerinin tıbbi kayıtları olmadığından bu iddia kesin doğrudur diyemiyoruz ama daha önce sıraladığımız, şekersiz hayat gibi, sağlıklı yaşam avantajları da göz önüne alındığında doğru olma ihtimali fazla.
    Hunzakutlarda kalp rahatsızlıklarının olmadığı da iddiaları arasında. Bazı araştırmalara göre yağ oranı fazla doğal tereyağlarıyla ve hayvani yağlarla beslenen yörelerde kalp rahatsızlıkları asgari düzeyde oluyor. Bu yüzden Hunzakutların bu iddiası doğru olabilir ancak tıbbi kayıtlar olmadığından kesin bir hükme varmak zor.
    hunzaturkleri26Hayat Tarzları
    Tuva Türkleri gibi doğayı ve suyu kirletmemeye özen gösteren Hunzakutlar topraklarını, yürekten sevilmesi ve özenle korunması gereken, Tanrının özel bir armağanı olarak kabul etmektedirler. İnsan dışkısını üstü özenle örtülmüş bir kuyuda biriktiriyor ve ancak bir ya da iki yıl beklettikten sonra toprağa iade ediyorlar. 1951’e kadar yaşadıkları yerlere tekerlekli araba girmemiş, bütün taşımalar insan gücüyle ve hayvan sırtında yapılmış. Hunzalar bahçıvanlığa yakın bir tarım uyguluyorlar. Hayvan dışkısını gübre olarak kullanıyorlar. Konumu itibariyle çok güneş alan vadiye her yıl ortalama yalnızca 5 cm yağış düşmektedir. Havanın uzun süre kapalı olduğu bulutlu günlerin yaşandığı dönemlerde, güneş buzulları eritmediği için su eksikliği yaşanmaktadır. Bu yüzden yukarılardaki dağlık kesimlerde, kuraklık zamanında ihtiyat işlevi gören bir sarnıç kazmışlar. Kayalık vadide, yüzyıllar boyunca hayvanlarla taş ve toprak taşıyarak, teras şeklinde bahçeler oluşturmuş ve bunları sulamak için, buzulların eriyen sularını biriktirmelerini sağlayan taştan bir sulama sistemi geliştirmişler. Taş kanallar suyu doğrudan bahçelere kadar taşımaktadır. Suyun kullanımını çok katı bir yasa düzenlemektedir: her bir bahçe sahibi yalnızca belirli dönemlerde sulama yapabiliyor ve akan suyu ihtiyaç durumuna göre konumunu değiştirdiği büyük bir taş yardımıyla yönetiyordu. Ancak bu basit yöntemli bahçe tarımının önemli bir dezavantajı da hayvan ve insan dışkılarının gübre olarak kullanılması sonucu sıklıkla görülen dizanteri vakaları.
    hunzaturkleri22Kayısı
    Topraktan aldıklarını eksiksiz olarak yine toprağa iade etmelerinin bir tür mükafatını elde etmekteler. Hunza’da yetişen çok lezzetli olan kayısı yazın hem yeniyor hem de kurutuluyor böylece kışın da yeniyor. Kayısı kabukları da yakacak olarak kullanılıyor. Beslenme şekilleri incelendiğinde, yedikleri besinlerin iyi beslenenlerin bile yediklerinden neredeyse 200 kat fazla B17 içerdiği görülüyor. Eskiden paranın geçmediği bu bölgede insanların zenginliği sahip oldukları meyve ağaçlarıyla ölçülüyormuş. Bunlardan en değerlisi kayısı ağacıymış. Kayısı çekirdeği B17 bakımından en değerli meyvelerden biridir. Yukarıda açıklandığı üzere kanser önleyici olduğu da yakın zamanda keşfedilmiş. Misafirlerin kendilerine sunulan meyvelerin çekirdeklerini atmaları büyük ayıp olarak kabul ediliyor. Bu ülkeye giden biri anlatıyor: “Bana taze toplanmış kayısı verdiler. Kayısı yedikten sonra çekirdeğini çıkarıp yere attım. Yaşlı bir amca eğilip çekirdeği aldı. Bir taşla ikiye yardı ve içini çıkarıp bana uzattı. En değerli yerini ziyan etmişim meğer.”
    Şebit
    Brumhanik
    Brumhanik, Konya’da yapılan ve sacda pişirilen şebit benzeri yukfa üzerine keçi sütünden elde edilmiş ve keçi tulumunda muhafaza edilmiş yağ dökülerek yenen bir Hunza yemeği. Bu yağ, yağdan çok peynire benzemekte.
    Kayısının yanı sıra elma, armut, badem ve ceviz ağaçlarıyla birlikte biraz da bağcılıkla uğraşmaktadırlar. Karabaşak (karabuğday), arpa, darı ve kabayonca gibi tahıllar ve özellikle de “şapati” adını verdikleri mayasız bir yufka yapımında kullandıkları buğday ekmektedirler. Fotoğrafta görülen yufkanın aynısı Konya’da ve Anadolu’nun bir çok bölgesinde “şebit” adıyla yeniyor. Unu depolamadıkları için, kullandıkları tohumlar taş üzerinde günlük olarak öğütülmektedir. Yufkayı eskiden ısıtılmış taş üzerinde pişirirlermiş, artık Anadolu’da olduğu gibi sıcak sac üzerinde pişiriyorlar.
    Hunzakutlar sadece kendi ürettikleri sebze ve meyveleri tüketiyor, kendi besledikleri koyun ve inek etini yiyorlar. Tabi bunlardan elde ettikleri süt ve yoğurt vazgeçilmezleri. Çok bol olmamakla birlikte sık aralıklarla yemek yerler. Kahvaltıları şapati eşliğinde genellikle bir kase taze ya da tahıllarla birlikte haşlanmış kayısıdan oluşur. Saat 10’a doğru aynı yemeğe taze ya da haşlanmış sebze eklenir. Aile reisinin 2, diğer bireylerin ise 1 şapati’ye hakkı vardır. Saat 13 ve 14 arasında, bu kez kışın suda yumuşatılmış yazın ise taze kayısıdan oluşan bir başka bir yemeğe sıra gelir. Ve nihayet 17 ila 19 arasında, şapati dışında, sebze ve mevsiminde, taze erik, şeftali, armut, elma ya da kayısı gibi çeşitli meyvelerden daha besleyici bir öğün yenir.
    hunzaturkleri23Kaynaklar:
    Hunza. The Truth, Myths, and Lies
    About the Health and Diet of the “Long-Lived” People of Hunza,
    Pakistan, and Hunza Bread and Pie Recipes http://biblelife.org/hunza.htm
    Hunza. The Lost Kingdom of Himalayas. John Clark. 1956. New York Fukn & Wagnals Company http://biblelife.org/Hunza – Lost Kingdom of the Himalayas.pdf
    Haber Vitrini. 10 Eylül 2014. http://www.habervitrini.com/…/hunza-turkleri-kansere-yakal…/
    Wikipedia. Burusha People http://en.wikipedia.org/wiki/Burusho_people
    Wikipedia. Hunza Valley http://en.wikipedia.org/wiki/Hunza_Valley
    Ölümsüz insanların vadisi: HUNZA. Osman Soysal. 12 Ocak 2011. http://osmansoysal.com/…/153-oeluemsuez-insanlarn-vadisi-hu… (Orijinali: La vallée des immortels Hélène Laberge http://agora.qc.ca/…/Hunzas–La_vallee_des_immortels_par_Hel…)
    B17 Bombardımanı ve Hunza Halkı. Ersin İpek. 1 Mayıs 2014 http://blog.ersin.net/…/05/b17-bombardman-ve-hunza-halk.html
    Büyük İskender’in Pakistanlı torunları. Sabah 03.10.2008 http://arsiv.sabah.com.tr/…/haber,F07FF184F2944EDBA7AC30704…
    Acı kayısı çekirdeğinin inanılmaz faydası. Milliyet. 31.07.2014. http://www.milliyet.com.tr/aci-kayisi-cekirdeginin-inanilm…/
    Hunza Paradise http://hunzaparadise.wordpress.com
    Turfan – Ahmet Taşağıl. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 41; sayfa: 415 http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php…
    Y-chromosomal evidence for a limited Greek contribution to the Pathan population of Pakistan. European Journal of Human Genetics. 18 October 2006 http://www.nature.com/ejhg/journal/v15/n1/full/5201726a.html
    Haplogroup J-M172 http://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_J-M172
    Haplogroup J-M267 http://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_J-M267
    Haplogroup L-M20 http://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_L-M20#L-M357
    Y-DNA (Baba tarafından) Haplogruplar http://www.genomturkiye.com/y-kromozom-haplo-gruplari.html
    DNA, DNA Bölgeleri, DNA testleri. Bülent Pakman. Kasım 2014. https://bpakman.wordpress.com/…/dna-dna-bolgeleri-dna-test…/
    Nazir Sabir Expeditions http://www.nazirsabir.com/cultural/hunzagilgit.php
    Bülent Pakman.
    Hunza Türkleri--- Hunzalar Çin ve Afganistan sınırında Pakistan Keşmirinin kuzeyinde Tanrı Dağları, Himalayaların batı uzantısı olan Karakurum Sıradağları, Hindukuş dağlarının kesiştiği 160 km uzunluğunda, 1.6 km genişliğindeki Hunza Vadisinde yaşıyan bir halk. Aslında komşu oldukları Çin değil, günümüz Çin devletinin sınırları içerisinde Uygurların yaşadığı Doğu Türkistan. Kut Hunzalar kendilerine Hunzakut diyorlar. Kut, Türk ve Altay şamanizminde ve halk inancında kutsal enerji, yaşam gücü demek. Yiğitler kut sayesinde ölümden kurtulur veya yaşama döner. Bu güç Tanrı’dan kaynaklanır. Tanrı bu gücü geri çekerse kağanlar tahtı ve yaşamlarını yitirirler. Uygurlar 1209’da Cengiz Han tarafından Moğollar’a bağlandıktan sonra 1550’lere kadar çeşitli şekillerde varlıklarını devam ettirdiler. Bunlardan biri de Turfan’daki İdikutlardı. İdikutlar 12. yüzyılda Karahıtaylara bağlıydılar. İdikutlar 1209’da Cengiz Han’a Barçuk İdikut önderliğinde itaat ettiler. Onun oğulları Kesmes ve Salındı Moğollar’ın müttefiki oldular. 1248’de Büyük Moğol Hanı Güyük Beşbalık’ta öldü. Buradaki Uygurlar, Çin’deki Moğol hânedanına bağlı olarak buğra damgasını kullanıyorlardı. 1286 yılı civarında Cengiz Han’ın torunu Duva, Koçkar Tegin adlı İdikut’u kendisine bağlamak için Beşbalık’ı kuşattı. İdikut’un kızının Duva’ya verilmesi sonucu kuşatma kaldırıldı. İdikutlar ile Cengizoğulları arasında birçok evlenme gerçekleşti. Çin’deki yüksek görevlere getirilen İdikutlar ülkelerinden uzaklaşıyor ve bir daha geri dönmüyorlardı. 1353’te İdikut olan Sangga ve Budashri’nin ardından Hos-hang devrinde İdikut sülâlesi sona erdi. Kut’u kendilerinde ortaya çıkmış, var olmuş olarak kabul eden Hunzalar 7900 kilometre karelik bir alanda yer alan Hunza Vadisinde yaşıyorlar. Vadinin Kuzey doğusunda Doğu Türkistan, Kuzey Batısında Pamir Dağları yer alıyor. Etrafında 6000 ile 7788 m. ye kadar yükseklikte muhteşem görünümlü zirveler var. Turistler buralara fotoğraf çekmeye ve uzun yürüyüşler yapmaya geliyor. Hunza Vadisinden Hunza Nehri akıyor. Dağlardaki buzullar nehrin ve insanların su kaynağı. Dil Hunzaların konuştukları dil olan Buruşo yüzünden onlara Bruşolar diyenler de var. Hunza Bruşo dilinde “ok” anlamına geliyor. Bilindiği gibi Oğuzların orijin adı OK UZ. Bruşo (Bruşaski) dilinin komşu toplulukların Hint-Avrupa kökenli dilleriyle herhangi bir bağı yok. Bu dili Kafkas kökenli dillerle bağdaştıranlar var. Şimdilerde Urdu dilini de konuşuyorlar. Konuştukları dil diğer hiçbir Türk diline benzemiyor onlar Türk olamaz diyenlerin Çuvaşlardan haberi var mı acaba? Çuvaşların dili de diğer hiçbir Türk diline benzemiyor ve Hun kökenli bir dil. Hunzaların dili de Hun kökenli olabilir. Aynı şekilde Pakistan ve Hindistan Türklerinin dilleri de Türk dillerine benzemiyor ama kendileri şecerelerini anlatarak biz Türküz diyorlar. Pakistan ve Hindistan Türkleri ile ilgili yazılarımızda bunlar açıklanmaktadır: Keşmir’de Türk Köyleri Pakistan’daki Türkler Hindistan’da Muradabad Türkleri Hindistan’da Osmani Türkleri Tarih Asırlarca yolu, izi olmayan, erişilmesi çok güç bir yerde izole olarak yaşayan Hunzakutlar “Mir” dedikleri hanedan reislerinin ve ona danışmanlık yapan on iki kişiden oluşan bir İhtiyar Heyeti idaresinde, yani Türk geleneklerine uygun olarak, 900 yıldan fazla bir süre bağımsız yaşamışlar. Eskiden Sincan-Keşmir arasında gidip gelen kervanlara sarp geçitlerde baskın yaparak, mallarını çalarak, gerektiğinde adam öldürerek geçimlerini sağlarlarmış. Ancak komşu halkların sert tepkileri üzerine 1860 da onlara söz vererek bundan vazgeçmek zorunda kalmışlar. Bağımsız yönetim 1870 de İngiliz askerleri gelmesiyle kesintiye uğradı. Hunzalar İngilizler gittikten sonra tekrar bağımsız oldular. Ancak Mirlik 1974 de Pakistan tarafından ilga edildi (ortadan kaldırıldı) ve Hunzakutlar tamamen Pakistan yasalarına tabi oldular. Çin’in Sincan Uygur bölgesindeki Kaşgar şehrini Pakistan’ın Pencap eyaletindeki Hasan Abdal şehrine bağlayan, Gilgit ve Hunza vadisinden geçen Karakurum Karayolunun 1979 da tamamlanması ve 1986 da turizme açılmasıyla Hunza vadisine erişim kolaylaşmıştır. Zor şartlarda yapılan yolun inşaatında ölen işçi sayısı 1010. Günümüzde Hunzakutların vadideki yerleşim yerleri olan Ganiş köyü, Aliabad ve Kerimabad ile Gilgit arasında otobüs ve minibüsler işlemektedir. Gilgit’teki havaalanına iç hat seferleri yapılmaktadır. Tarlalar veraset yoluyla bölündüğü ve vadi artan nüfusu besleyemediğinden genç Hunzakutlar artık gurbette çalışmakta ve ailelerine para göndermekteler. Dinleri ve kadınları Hunzalar/Hunzakutlar Şii mezhebinin İsmailiye koluna mensup Müslümanlar. Hunzalıların oralara kısa süreli gelenlere anlattıklarına göre kadınların başları açık, dışarı çıkmakta ve gezmekte serbestler, evleriyle ilgili kararlarda kocalarıyla aynı oranda söz sahibiler. Ebeveynler eş adayını Hunza aşiretlerden birinden seçiyor (akraba evliliği kesinlikle yasak) ancak çocuğun bu seçimi kabul etmeme hakkı var. Boşanma olayı çok nadir. Geçmişte durum nasıldı bilemeyiz. Kadınlarının başları açık gezdikleri iddialarına karşın fotoğraflar ve gidenler pek de öyle demiyor. Günümüz Pakistan’ında Müslüman kadınların başı açık gezmeleri mümkün değil. Gerçekte yakın çevreden kız aldıklarına da bakılırsa bütün bu iddialar Avrupalı kökenli olduklarını vurgulamak için ortaya atılmış olmalı. Makedonya Masalları New Picture (5) Hunzakutların en büyük özellikleri dış dünyanın dikkatini çekmek için fırsat bulduklarında sansasyonel, abartılı tanıtımlara ve gösterilere başvurmaları. Bunlardan biri de, Büyük İskender’in 2 bin 300 yıl önceki seferde orada kalan askerlerinin torunları olduklarını iddia etmeleri. Kanıt olarak da çevre halkı Peştunlara göre beyaz tenlerini, farklı dil ve kültürlerini gösteriyorlar. Ancak Türkler de Pakistanlılara göre beyaz tenli, dil ve kültürleri farklı, kaldı ki Hunzaların yaşadıkları ülke olan Pakistan’ın resmi dili Urdu bir zamanlar o topraklara hükmetmiş olan Türk Hükümdarı Gazneli Mahmut’un ordusunun dili. Makedonyalı Büyük İskender’in torunları olduklarını iddia eden Hunza Prensi Gazanfar Ali Han ve Prensesi Rani Atikan 2008 yılında anavatanları olduğunu iddia ettikleri Makedonya’ya yaptıkları ziyarette Makedonya Başbakanı Gruevski tarafından Büyük İskender’in askerleri şeklinde giyinmiş şeref kıtası ile karşılandılar. Yunanistan ile isim sorunu yüzünden Atina’nın NATO ve AB üyeliğine ambargo uyguladığı 2 milyon nüfuslu Makedonya, Hunzaların iddialarına ve ziyaretine mal bulmuş mağribi gibi atlamışlardı. Ancak bütün bunlar, diğer bölümlerde de açıkladığımız gibi, maksatlı ve “show” amaçlı. Hunzaların genleri Eski bir Hunzalı Mir Sefdar Han'ın hatları tipik Orta Asya Türk ırkının özelliklerini taşıyor Eski bir Hunzalı Mir Sefdar Han’ın hatları tipik Orta Asya Türk ırkının bilhassa Uygur Türklerinin özelliklerini taşıyor En son Y-DNA gen araştırmalarında (Firasat ve diğerleri) Hunzakutlarda Greklerin genetik unsurlarına hiç rastlanmadı. Büyük İskender kalıntıları olabilecek diğer halklardan Kalaşlar da aynen sıfır çektiler, sadece Peştunlarda % 2 Grek geni bulundu. Hunzakutlar üzerinde yapılan gen araştırmaları bulguları : – % 25,8 sıklıkta R1a1a haplogrubu M17 markeri. Keşmir, Özbekistan, Güney Asya, Doğu Türkistan (Uygur), Orta Asya, Karadenizin Kuzeyi, Macaristan’da, İdil/Ural bölgesinde Kıpçak Bozkırlarında yoğun olarak, Sibirya ve Eski Yugoslayva‘nın Makedonya dışındaki bölgelerinde daha az yoğunlukta rastlanmıştır – % 14,4 sıklıkta Y-DNA R2a haplogrubu R-M124 genetik markeri. Bu marker aşağıda detaylandırıldığı gibi Güney/Orta Asya orijinli Üst Paleolitik Kültüre aittir: * Güney Asya’da: Hint yarımadasında ve Sri Lanka’da ortalama % 10-15, Davudi Buhara Müslümanlarında % 16, Telugularda % 40, Brahman olmayan kastlarda % 35-55, Kuzey Hindistan Sünnilerinde % 11, * Kafkaslar’dan: Çeçenlerde ve Dağ Yahudilerinde % 16, Balkarlarda ve Osetlerde % 8, Kalmuklarda % 6, Azerbaycan ve Kumuk Türklerinde % 3 * Orta Asya’da Karakalpaklarda % 5, Türkmenlerde % 3, Pamir dillilerden: Bartangilerde % 16, İşkaşmilerde % 8, Hocantlarda % 9 * Orta Asya/Güney Asya’dan Almanya ve Avusturya’ya göç etmiş Sintlerde (Romanlarda) % 53 olarak görülür. – % 12,4 sıklıkta L3 – M357 haplogrubu. Kalaş, Peştun, Çeçenlerde görülür. – % 7,2 sıklıkta J2 (J-M172) haplogrubu. Neolitik Kültürde Yakın Doğu’dan Avrupa’ya tarımı yayan çiftçilerle ilgili Kafkaslar, Anadolu, Mezopotamya ve Doğu Akdeniz menşeli Türkler % 24 oranında J-M172 grubundan, % 50 oranında J-P209/J-M267 grup kombinasyonundandır. J-M172 ve J-M267, J-P209’un alt kollarıdır. – % 8,2 sıklıkta C3 – PK2. Sibirya’dan Bering boğazını geçerek Amerika’ya giden Ön Türklerin haplogrubudur. – % 4,1 sıklıkta L -M20. Türkiyedeki Afşarların % 57 sinde, Al Raqqa Suriyelilerinin % 51’ünde, Suriye’nin doğusunda yaşayanların % 31’inde, Pamirlilerin % 10.1’inde, Çeçenlerin % 10’unda, Tacikistan’da yaşayan Yagnobilerin % 9,7 ‘sinde, Buhara Araplarının % 9,5’inde, Taciklerin % 9’unda, Karakalpakların % 4,5’inde, Uygurların % 4,4’ünde, Özbeklerin % 3’ünde, Kazan Tatarlarının % 2,6’sında, Hintlilerin % 7-15’inde, Avrupa’da vb görülür. – % 4,1 sıklıkta H1-M52. Tacik, Türkmen, Özbeklerde, Kalaşlarda, Peştunlarda görülmüştür. – % 2,6 sıklıkta O3 M 122 haplogrubu. Doğu Asya halklarında görülmektedir. Genetik terimleri hakkındaki bazı açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN Hunzaların gerçek kökeni KKHŞimdi gelelim Hunzaların gerçek kökenlerine. Önce yukarıdaki Karakurum Karayolu haritasına dikkatlice bakalım. Bu karayolunun hikayesini daha önce anlatmıştık. Burada dikkati çeken husus şu: Hunza vadisi Uygur Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan’daki Sincan Uygur Bölgesinin yalnızca iki adım ötesinde. Arada sadece Kuncerab geçidi var. Uygurların yarısı genetik açıdan R1a ve R1b haplogrubuna mensup. Avrupalılar gibi. Yukarıda da açıklandığı gibi Hunzakutlar ve Uygurların İdikutlar boyu arasında genetik bağ var. Muhtemelen İdikutların bir bölümü Hunza’ya gelince zamanla kendilerine Hunzakutlar demişler. Hunza’daki “Hun” öneki onların kökeninin Hunlara dayandığının göstergesi olabilir. Bir tarafta Hunza, Buroşo dilinde “OK” demek, diğer tarafta Türklerin en büyük boyları Oğuz’un aslı “OK UZ”. Türk boyları ve Türklerle genetik bağları var. Yörede genetikçilerden başka araştırma yapan Batılı antropologlara göre biyolojik özellikleri, toplumsal ve kültürel yönleri açısından Hunzakutlar Kafkasya orijinliler (Beyaz ve kumral Batı ve Doğu Avrupalılar, Kafkaslar dahil). Bütün bunlar ve Hunzakutların tenleri, dilleri ve kültürlerinin yöre halklarından farkılı olmasının sebebinin Grek değil Türk orijinli olmalarına işaret ediyor. Avrupa ve Asyada bulunan Türk genleri ile ilgili araştırmaları anlattığımız yazılarımızı okumak için lütfen tıklayın. Bu ve bağlantılı sayfalarımızda anlattığımız gibi Türkler dünyaya yayılmışlar, Amerikaya bile gitmişler, Avrupa halkları avcı-toplayıcı topluluklarken Türkler Orta Asya, Kafkaslar ve Anadolu’dan gelip onlara çiftçilik öğretmişler. Onların atası olmuşlar. Hint yarımadası halkının kökeni de Ön Türkler. Aslında bunları biz söylemiyoruz. Yazımızda kanyaklarını verdiğimiz batılı genobilimciler söylüyor. Hepsi linkini verdiğimiz yazımızda. Sonuçta veriler ana dillerinin bilinen hiçbir dil ile benzerlik taşımaması nedeniyle Hunlar ve Uygurlar ile yakın akraba olmalarından ziyade atalarının bütün Türklerin ortak ataları olan Ön Türkler olduğunu, zamanla erkeklerin yakın çevreden kız almalarıyla yöre halkıyla da karıştıklarını gösteriyor. Keşmir Türkleri Keşmir’deki Türkler sadece Hunzalardan ibaret değil. Pakistan’da, Keşmir’de, Hindistan’da Türkler var. Bu konular ayrı yazılarımızda incelenmiştir. Keşmir’de Türk Köyleri Pakistan’daki Türkler Hint yarımadasında Türk İzleri Hindistan’da Muradabad Türkleri Hindistan’da Osmani Türkleri Türkler’in Keşmir dağlarını mesken edinmeleriyle ilgili çeşitli görüşler bulunuyor. İlki, Orta Asya’nın Horasan bölgesinde yaşayan bazı Türk boylarının İslam’ı kabul etmesinin ardından Sufi din adamları öncülüğünde Keşmir bölgesinden ilk kez Hint alt kıtasına geldikleri tarihi kayıtlar ortaya koyuyor. Türkler’in bölgeye gelmesiyle ilgili diğer yaygın görüş ise Türk-İslam devletlerinden biri olarak kabul edilen Gazneliler’in kurucusu Sultan Mahmud’un (998-1030) Hindistan’a düzenlediği seferlerde beraberinde getirdiği Türk ailelerini sistemli şekilde bu bölgeye yerleştirmesi. Üçüncü görüş ise, Orta Asya’daki Türk boylarının, Büyük Timur İmparatorluğu’nun kurucusu Timurlenk olarak bilinen Emir Timur’un (1370-1405) Hindistan’ı fethi sonrasında bölgeye gelip yerleşmeleri. Günümüzde Pakistan’da, Keşmir’de, Hindistan’daki Türklerin konuştukları diller de Hunzalar gibi Türkçe değil. Babür İmparatorluğunun dilinin önce Farsça’ya sonra da yerel dillere kayması nedeniyle bütün coğrafyada Türkçe zamanla asimile olmuş, Türkler dillerini unutmuşlar. Ancak Hunzalar hariç diğerlerinin hepsi Türküz diyorlar. Bu da Hunzaların dili Türkçe değil o yüzden Türklükle ilgileri olamaz görüşünü çürütüyor. Türküz diyememişler Türklerle büyük benzerlik Yüzyıllar öncesi buraya gelip yerleşmiş Hunzakutlar çevre halkı Peştunlardan farklı görünümde olmalarının çektiği ilgiyi avantaja çevirmek istemişler. Atalarının Türkler olduğunu ifade etmenin Batı dünyasında yankı bulmayacağını akıllıca farketmişler. Zira yukarıda bahsettiğimiz daha güneylerindeki Türklerden kimsenin haberi yok. Türkiye Türklerinin bile. Bu yüzden Hunzalar yaşadıkları yerin James Hilton’un Yitik (Kayıp) Ufuklar (The Lost Horizon) romanında geçen Şangri-La olduğunu, soylarının Makedonlardan geldiğini ortaya atmışlar. Diğer Hunza iddiaları 4123681Hunzalar hayat tarzlarının doğal olduğunu, bunun da ömürlerini olağanüstü artırdığını, kanserin, kalp rahatsızlıklarının ve diğer hastalıklarının semtlerine bile uğramadığını iddia etmişler, kısa süreli gelen ziyaretçilere bunları kanıtlamak için sadece istedikleri taraflarını göstermeye çalışmışlardır. Bunları neden yapmışlar? Çünkü 1860 da eşkıyalığı mecburen bıraktıktan sonra çok güç şartlarda yapmaya mecbur kaldıkları tarım ve hayvancılıkla zar zor geçinebilmişler, gıdalarından keserek ürettiklerinin bir bölümünü yakın şehirlerdeki pazarlarda düşük fiyatla satarak karşılığında sınırlı ölçüde silah, bıçak, metal eşya, metal kab, inşaat malzemeleri, kumaş, iğne, kibrit, ayna, bardak vb. alabilmişler. Bu arada insanların onlara genetik ilgisini akıllıca propagandaya çevirmişler. Turizm yeni ümitleri, insanların gelip oralarda para harcamaları yeni dayanakları ve gelir kaynakları olmuş. Bu sayede Hunza Batı dünyasında uzun ömür ve sağlıklı yaşam sembolü haline gelmiş. Hunza’ya turlar düzenleniyor, macera turizmi için yaygın bir tanıtım ve organizasyon var. Kuru kayısı, Hunza suyu gibi ürünlerini iyi fiyatla satarak, rehberlik, otel işletmeciliğiyle para kazanmaktadırlar. Yol üzerinde “PTDC Motel Hunza” ve başka küçük oteller var. İki kalenin yer aldığı Altit ve Baltit köylerine pazarlar kuruluyor. Baltit kalesi restore edilerek rehber eşliğinde gezilen müze haline getirilmiş. Yakındaki Gilgit havaalanına inerek Hunza’da konaklayan turistler köyleri geziyor, uzun yürüyüşler yapıyor, fotoğraf çekiyor, yiyip içiyor, hediyelik alıyor ve en önemlisi döviz bırakıyorlar. Bu turlardan birinin linkini aşağıda Kaynaklar bölümünün sonunda bulabilirsiniz. Hunzakutların önemli iddialarından biri ortalama 110 ile 120 yıl yaşadıklarını, 65 yaşın yolun yarısı sayıldığı, kadınların 65-70 e kadar anne olduğu, 100 yaşında ölenlere genç öldü dedikleri. Muhtemelen zor hayat şartları yüzünden çocukken zayıflar ölüyor, güçlüler yaşıyor ve böylece ömürler uzun görünüyor. Hunzaların izole bir bölgede yaşamaları, bulundukları yükseklikte kemirici hayvan ve haşeratın yaşamamasıyla ve havanın kuru olmasıyla bulaşıcı hastalıklardan uzak kalmaları, eskiden şekerin olmaması, olduğu zaman da satın alacak imkanlarının olmayışı, hareketli yaşamları, işlenmiş ve rafine edilmiş yiyeceklerden uzak olmaları, izole-doğal kaynakları olmayan bir bölgede dış tehditlerin ilgi alanına girmeden stressiz yaşamış olmaları da ömür artıcı etkenler. Ancak bunlar bütün hastalıklardan uzak kaldıkları anlamına da gelmiyor. Mesela hayvan ve insan dışkılarının gübre olarak kullanılması sonucu dizanteri vakaları sık görülüyor. Besinlerin bol olmaması dengeli beslenmelerini engelliyor. Beslenmelerinde iyot, omega-3 yağ asitleri ve proteinlerden elde edilen bağışıklık sistemini güçlendiren amino asitler yer almıyor. Protein eksikliği vereme yakalanma nedeni. Oraya gidenler, yaşları 110-120 olarak gösterdiklerinin aslında 70-80 olduğunu söylüyorlar. Fotoğraflar da bu gerçeği gösteriyor. Nüfus kayıtlarının olmaması açısından da doğrulanamayan uzun ömür iddiaları geçerli görünmüyor. “Hunzakutlar enerji kaybetmeden yürümenin sırrına sahiptirler. Öylesine dirençlidirler ki, yürüdükleri mesafe ve bulundukları irtifa ne olursa olsun, hiçbir zaman mola verme ihtiyacı duymamaktadırlar. Yürüyüş tarzları sıkıntısız, incelikli ve çeviktir; bedenleri dimdiktir; başları yukarıda ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar bu duruşu muhafaza etmektedirler. Yere çömeldiklerini ya da kendilerini saldıkları görülmemiş bir şeydir.” Bunlar da evvelce orayı ziyaret edenlerin ifadeleri. Kol gücüyle çalıştıkları, çok yürüdükleri ve bol olmayan yiyeceklerini mecburen ölçülü yedikleri için fazla kilolu olmamaları, bunların da dinç olmalarını sağlamış olması gayet normal. Hunzaların ilginç bir iddiası da burada hiç kanser vakasının yaşanmamış olduğu. Kansere yakalanmadıkları gibi sık rastlanan diğer rahatsızlıklara da uğramıyorlarmış. Bunun nedeni çok yüksek bir bölgede bulunmaları, başta sezyum ve potasyum olmak üzere mineraller açısından zengin, buz gibi, kontamine olmamış su içip kendilerinin ekip biçtikleri organik yiyeceklerini yemeleri olabilir. Sezyumun kanser önleyici olduğu ve kanser tedavisinde kullanıldığı bilinmekte. Yüksekliğin kan hücrelerini çoğaltma etkisi var. Vücut bu yükseklikle eritropoetin (EPO – esas olarak böbreklerde üretilen bir protein) yapar, o da kan hücrelerini artırır. Aşağıda açıkladığımız gibi sürekli yedikleri B17 vitamini (amigdalin) içeren kayısı çekirdeğinin de bunda ayrıca etkisi olabilir. Bazı araştırmalar, aman yemeyin zehirli denilen acı kayısı çekirdeğinin kanserli hücreleri öldürdüğü, sağlıklı hücreleri ise yenilediği belirlemiş (bkz Kaynaklar). Hunzakutların ölüm nedenlerinin tıbbi kayıtları olmadığından bu iddia kesin doğrudur diyemiyoruz ama daha önce sıraladığımız, şekersiz hayat gibi, sağlıklı yaşam avantajları da göz önüne alındığında doğru olma ihtimali fazla. Hunzakutlarda kalp rahatsızlıklarının olmadığı da iddiaları arasında. Bazı araştırmalara göre yağ oranı fazla doğal tereyağlarıyla ve hayvani yağlarla beslenen yörelerde kalp rahatsızlıkları asgari düzeyde oluyor. Bu yüzden Hunzakutların bu iddiası doğru olabilir ancak tıbbi kayıtlar olmadığından kesin bir hükme varmak zor. hunzaturkleri26Hayat Tarzları Tuva Türkleri gibi doğayı ve suyu kirletmemeye özen gösteren Hunzakutlar topraklarını, yürekten sevilmesi ve özenle korunması gereken, Tanrının özel bir armağanı olarak kabul etmektedirler. İnsan dışkısını üstü özenle örtülmüş bir kuyuda biriktiriyor ve ancak bir ya da iki yıl beklettikten sonra toprağa iade ediyorlar. 1951’e kadar yaşadıkları yerlere tekerlekli araba girmemiş, bütün taşımalar insan gücüyle ve hayvan sırtında yapılmış. Hunzalar bahçıvanlığa yakın bir tarım uyguluyorlar. Hayvan dışkısını gübre olarak kullanıyorlar. Konumu itibariyle çok güneş alan vadiye her yıl ortalama yalnızca 5 cm yağış düşmektedir. Havanın uzun süre kapalı olduğu bulutlu günlerin yaşandığı dönemlerde, güneş buzulları eritmediği için su eksikliği yaşanmaktadır. Bu yüzden yukarılardaki dağlık kesimlerde, kuraklık zamanında ihtiyat işlevi gören bir sarnıç kazmışlar. Kayalık vadide, yüzyıllar boyunca hayvanlarla taş ve toprak taşıyarak, teras şeklinde bahçeler oluşturmuş ve bunları sulamak için, buzulların eriyen sularını biriktirmelerini sağlayan taştan bir sulama sistemi geliştirmişler. Taş kanallar suyu doğrudan bahçelere kadar taşımaktadır. Suyun kullanımını çok katı bir yasa düzenlemektedir: her bir bahçe sahibi yalnızca belirli dönemlerde sulama yapabiliyor ve akan suyu ihtiyaç durumuna göre konumunu değiştirdiği büyük bir taş yardımıyla yönetiyordu. Ancak bu basit yöntemli bahçe tarımının önemli bir dezavantajı da hayvan ve insan dışkılarının gübre olarak kullanılması sonucu sıklıkla görülen dizanteri vakaları. hunzaturkleri22Kayısı Topraktan aldıklarını eksiksiz olarak yine toprağa iade etmelerinin bir tür mükafatını elde etmekteler. Hunza’da yetişen çok lezzetli olan kayısı yazın hem yeniyor hem de kurutuluyor böylece kışın da yeniyor. Kayısı kabukları da yakacak olarak kullanılıyor. Beslenme şekilleri incelendiğinde, yedikleri besinlerin iyi beslenenlerin bile yediklerinden neredeyse 200 kat fazla B17 içerdiği görülüyor. Eskiden paranın geçmediği bu bölgede insanların zenginliği sahip oldukları meyve ağaçlarıyla ölçülüyormuş. Bunlardan en değerlisi kayısı ağacıymış. Kayısı çekirdeği B17 bakımından en değerli meyvelerden biridir. Yukarıda açıklandığı üzere kanser önleyici olduğu da yakın zamanda keşfedilmiş. Misafirlerin kendilerine sunulan meyvelerin çekirdeklerini atmaları büyük ayıp olarak kabul ediliyor. Bu ülkeye giden biri anlatıyor: “Bana taze toplanmış kayısı verdiler. Kayısı yedikten sonra çekirdeğini çıkarıp yere attım. Yaşlı bir amca eğilip çekirdeği aldı. Bir taşla ikiye yardı ve içini çıkarıp bana uzattı. En değerli yerini ziyan etmişim meğer.” Şebit Brumhanik Brumhanik, Konya’da yapılan ve sacda pişirilen şebit benzeri yukfa üzerine keçi sütünden elde edilmiş ve keçi tulumunda muhafaza edilmiş yağ dökülerek yenen bir Hunza yemeği. Bu yağ, yağdan çok peynire benzemekte. Kayısının yanı sıra elma, armut, badem ve ceviz ağaçlarıyla birlikte biraz da bağcılıkla uğraşmaktadırlar. Karabaşak (karabuğday), arpa, darı ve kabayonca gibi tahıllar ve özellikle de “şapati” adını verdikleri mayasız bir yufka yapımında kullandıkları buğday ekmektedirler. Fotoğrafta görülen yufkanın aynısı Konya’da ve Anadolu’nun bir çok bölgesinde “şebit” adıyla yeniyor. Unu depolamadıkları için, kullandıkları tohumlar taş üzerinde günlük olarak öğütülmektedir. Yufkayı eskiden ısıtılmış taş üzerinde pişirirlermiş, artık Anadolu’da olduğu gibi sıcak sac üzerinde pişiriyorlar. Hunzakutlar sadece kendi ürettikleri sebze ve meyveleri tüketiyor, kendi besledikleri koyun ve inek etini yiyorlar. Tabi bunlardan elde ettikleri süt ve yoğurt vazgeçilmezleri. Çok bol olmamakla birlikte sık aralıklarla yemek yerler. Kahvaltıları şapati eşliğinde genellikle bir kase taze ya da tahıllarla birlikte haşlanmış kayısıdan oluşur. Saat 10’a doğru aynı yemeğe taze ya da haşlanmış sebze eklenir. Aile reisinin 2, diğer bireylerin ise 1 şapati’ye hakkı vardır. Saat 13 ve 14 arasında, bu kez kışın suda yumuşatılmış yazın ise taze kayısıdan oluşan bir başka bir yemeğe sıra gelir. Ve nihayet 17 ila 19 arasında, şapati dışında, sebze ve mevsiminde, taze erik, şeftali, armut, elma ya da kayısı gibi çeşitli meyvelerden daha besleyici bir öğün yenir. hunzaturkleri23Kaynaklar: Hunza. The Truth, Myths, and Lies About the Health and Diet of the “Long-Lived” People of Hunza, Pakistan, and Hunza Bread and Pie Recipes http://biblelife.org/hunza.htm Hunza. The Lost Kingdom of Himalayas. John Clark. 1956. New York Fukn & Wagnals Company http://biblelife.org/Hunza – Lost Kingdom of the Himalayas.pdf Haber Vitrini. 10 Eylül 2014. http://www.habervitrini.com/…/hunza-turkleri-kansere-yakal…/ Wikipedia. Burusha People http://en.wikipedia.org/wiki/Burusho_people Wikipedia. Hunza Valley http://en.wikipedia.org/wiki/Hunza_Valley Ölümsüz insanların vadisi: HUNZA. Osman Soysal. 12 Ocak 2011. http://osmansoysal.com/…/153-oeluemsuez-insanlarn-vadisi-hu… (Orijinali: La vallée des immortels Hélène Laberge http://agora.qc.ca/…/Hunzas–La_vallee_des_immortels_par_Hel…) B17 Bombardımanı ve Hunza Halkı. Ersin İpek. 1 Mayıs 2014 http://blog.ersin.net/…/05/b17-bombardman-ve-hunza-halk.html Büyük İskender’in Pakistanlı torunları. Sabah 03.10.2008 http://arsiv.sabah.com.tr/…/haber,F07FF184F2944EDBA7AC30704… Acı kayısı çekirdeğinin inanılmaz faydası. Milliyet. 31.07.2014. http://www.milliyet.com.tr/aci-kayisi-cekirdeginin-inanilm…/ Hunza Paradise http://hunzaparadise.wordpress.com Turfan – Ahmet Taşağıl. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 41; sayfa: 415 http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php… Y-chromosomal evidence for a limited Greek contribution to the Pathan population of Pakistan. European Journal of Human Genetics. 18 October 2006 http://www.nature.com/ejhg/journal/v15/n1/full/5201726a.html Haplogroup J-M172 http://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_J-M172 Haplogroup J-M267 http://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_J-M267 Haplogroup L-M20 http://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_L-M20#L-M357 Y-DNA (Baba tarafından) Haplogruplar http://www.genomturkiye.com/y-kromozom-haplo-gruplari.html DNA, DNA Bölgeleri, DNA testleri. Bülent Pakman. Kasım 2014. https://bpakman.wordpress.com/…/dna-dna-bolgeleri-dna-test…/ Nazir Sabir Expeditions http://www.nazirsabir.com/cultural/hunzagilgit.php Bülent Pakman.
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
  • Şanlıurfa Evlenme Adetleri
    Uygarlığın Doğduğu Şehir: Şanlıurfa
    Halk Kültürü
    Urfa’da eski bir adet olan eşlerin birbirlerini görmeden, görücü usulü ile evlenmeleri eskisi kadar yaygın olmamakla birlikte, bugün karşılaşılması muhtemel bir evlenme şeklidir.
    Bu evlenme şeklini incelediğimizde, Urfalılar’ın örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını görürüz. Geleneklerine bu derece bağlı olmalarının ise başlıca üç nedeni vardır.
    1. Urfalılar’ın çevre illeri ile derin bir ilgisi yoktur. Köklü ve kalabalık ailelerin bulunduğu bir yerleşim birimidir. Daha düne kadar Urfalı, kızını başka illere gelin vermez ve Urfa delikanlısı dışardan evlenmezdi.
    Urfa’da yabancılara “Kerıp”, dışarıdan evlenenlere ise “Kerıpten evlenmiş, kim bilir kimin nesini almış” denilirdi.
    2. Urfa, büyük ticaret ve sanayi merkezlerine uzak, bir tarım ve hayvancılık kenti olduğundan büyük yol güzergâhlarının birleştiği noktada bulunmamaktadır.
    3. Bir kıyı şehri olmaması nedeniyle yerli ve yabancı turistlerin hemen hemen yok denecek kadar az olması değişmeleri kolay kolay kabul etmemesine neden olmaktadır.
    Evlenme yaşına gelen delikanlının doğrudan “Ben evelenecağam” diye anne ve babasına söylemesi ayıp sayıldığından bu durumu uygun bir şekilde yakın arkadaşlarına veya başka bir kimse vasıtasıyla anne ve babasına iletir.
    Haberi iletecek olan kimse erkek ise oğlanın babasına “Allah ömürlü etsin, yeğenimiz artık böyüdü, gözü damlarda duvarlarda” diyerek delikanlının evlenecek yaşa geldiğini ve bir kızın aranmasını söylemek ister. Oğlanın babası ise durumu hanımına açar. Oğlanın annesi ise “Benim de kulağıma degdi, ben de işin farkındayam” diye cevap verir. Zaten anne bu hayırlı işten daima babadan daha fazla çaba harcar.
    Evlenecek yaşa gelen delikanlı ise annesinin yaptığı yemekleri, yıkadığı çamaşırları, beğenmemeye başlar. Çeşitli huzursuzluklar çıkarır.
    Annesi ise “Elimden bı kadar geli, yarın avradi siye bişirir begenırsen” der. Oğlan ise konunun iyice anlaşıldığını ve verilen mesajın yerine iletildiğinin huzuru içerisinde tebessüm eder.
    Anne o günden sonra gizliden gizliye kız aramaya başlar. Tanıdıklarının tavsiyelerine uyarak gelinlik çağındaki kızların evine bir bahâne ile giderek, kızın ailesinin yaşantısını kendi görüşüne göre inceler.
    Kız İsteme
    Evlenme çağına gelen erkeğin anne ve babası veya yakınları oğullarına kız aramaya başlarlar. Anne özellikle yaşlı kadın akrabalarına “Oğlumu everecağam, acaba münasip bir kız bulabilir miyem?” diye sorar. Hamamda, düğünlerde, kır gezintilerinde kızları araştırmaya, soruşturmaya başlar.
    Gözüne kestirdiği bir kız olursa, ilk önce kızın yakın komşularından sormaya başlar. “Acaba bı kız nasıldır, derdimizi çekermi, gişi kızı mıdır?” Komşular ise kendilerinden sorulan genç kız tavsiye edilebilir nitelikte biri ise “Mabalı günahı boynuna” diyerek teminat verir. Şayet kızı tavsiye etmiyor ise, açık açık söylemenin de çevreye göre ayıp, dini kurallara göre günah sayıldığından “komşumuzdur ama, pek ilgimiz yoktur” diyerek istenmemesi gerektiğini ima ederler.
    Oğlanın annesi daha önceden tesbit edilmiş olan kızın evine ansızın veya haberli olarak yanına yakınlarını da alarak gider. Havadan sudan konuşulduktan sonra oğlanın annesi genç kızdan bir bardak su ister. Su isteme aslında kızın yürüyüşünü, konuşma tarzını, becerikliliğini kontrol etmek, hareketlerini toptan değerlendirmektir.
    Oğlan tarafı şayet kızı beğendiyse, kız orada yokken bunu fırsat bilerek kızın annesine “Allah bağışlasın, sözlüsü, nişanlısı yok mu?” diye sorarlar. Kızın annesi sorulan sorulara cevap vermezse nişanlısı, sözlüsü yok demektir.
    Daha sonra oğlanın annesi ve yakınları oğullarının özelliklerinden, huyundan tahsilinden, mesleğinden bahsederler.
    Kızın annesi ise oğlan tarafının bu konuşmasını dinledikten sonra “Kimlerdensiniz, nerede oturisiz, oğliz neçi?” gibi birkaç soru, oğlan evine sorar.
    Oğlanın annesi ise sorulan bu sorulara cevap verdikten sonra, birkaç gün sonra tekrar bu hususta konuşmak üzere geleceklerini söyleyerek kız evinden ayrılırlar.
    Oğlan tarafı birkaç gün sonra, isteme olayını gerçekleştirmek için gelindiğinde, oğlan tarafının araştırması yapıldığından, ya “Kızımız daha küçük, gelin olacak yaşta değil, daha böyügü duri, daha mektebe gidi” gibi bahanelerle kızı vermeyeceklerini söyler, veya “hele babasına sorah, ne deyi ne demi” diye cevap verirler. Bazı kız istemelerde müsbet cevap alamayan taraflar, kızın alınmasında ısrar ettikleri takdirde hoş olmayan olaylar meydana gelir.
    Evlenme; çevre köylerde başlık denilen büyük bir maddi güce dayandığı için, köy gençleri bu parayı temin edemediklerinden dolayı büyük sıkıntılara düşerler. Çünkü başlık parası, kız tarafının insiyatifine kalmıştır. Tamamen kız tarafının erkekleri tarafından takdir edilir ve bu miktar karşı tarafa bildirildikten sonra kolay kolay değiştirilmez.
    Başlık; bazen nakit olarak, bazen de canlı hayvan, binek vasıtası veya bir tarla olarak alınabilir.
    Çevre köylerde başlık parasına az da olsa bir çözüm getirmek ve kolaylaştırmak amacıyla “Berdel” tabir edilen bir evlenme usulü vardır. Evlenme çağına gelen iki erkeğin yine evlenme çağına gelmiş olan kızkardeşlerini birbirlerine vermek suretiyle evlenmelerine yol açar. (1995 yılında dönemin Şanlıurfa Valisi Sayın T.Ziyaeddin Akbulut, bir genelgeyle başlık parasını kaldırmıştır.)
    Bu usul evlenme, aile büyüklerinin rızası ile olabileceği gibi, yalnız damat adaylarının kendi aralarında karar vermesiyle de olur.
    Taraflar çocuklarını birbirleriyle evlendireceklerine tamamen karar verdikten sonra, kız tarafından erkek tarafına bir mektup gönderilir. Buna “Kesim Kâğıdı” denir. Bu mektupta kız evinin oğlan evinden istedikleri yazılıdır.
    Kesim kağıdında yazılı olanlar, kız evi tarafından kararlaştırılan değerlerdir.
    Bir kesim kağıdı örneği:
    “Bismillahirrahmanirrahim. ..... başlık, altı çift bilezik, kelepinci, elmas kolye, altı adet elbise, altı çift ayakkabı .... lira hal’et, misafir odası takımı, v.s.”
    Hazırlanan kesim kağıdı kız evi tarafından bir işçi kadınla oğlan evine gönderilir. Bu mektubu getiren kadına “İndekçi” denir. Oğlan evi ise bu mektubu getiren indekçiye bahşiş verir.
    Oğlan evi gelen kesim kağıdındaki şartları aynen kabul ediyorsa, kağıdın alt tarafına “hepsi kabul” diye yazar ve aynı anda mektubu aynı indekçiyle geriye gönderir.
    Tamamı kabul edilmiyorsa verebileceklerini yine aynı kağıdın altına yazar ve bir gün sonra başka bir indekçiyle kız evine gönderirler.
    Sakal Öpümü
    Taraflar anlaştıktan sonra nişan yapılmadan önce oğlan evi, kız evine “Kızınızı bize verdiğiniz için teşekkür ederiz” anlamına gelen bir ziyaret yaparlar. Buna sakal öpümü veya teşekkür denir.
    Oğlan evinin yaşlıları sakal öpümüne giderler. Sakal öpümüne gidecek olan oğlan evi kesimde anlaşılan başlığın tamamını veya bir kısmını beraberlerinde kızın babasına veya velisine vermek üzere götürürler. Kesimde anlaşılan başlığı ve ziynet eşyalarından bir kısmını götürmeden de gidilebilir. Bu yine tarafların anlaşmalarına bağlıdır.
    Oğlan ve kız evinin kadın ve erkekleri ayrı ayrı odalarda otururlar. Birbirleriyle tanışırlar. Kız evi gelen misafirlere çeşitli meyvalar, çaylar, kahveler, çerezler genellikle de yöreye ait çiğköfte ve peynirli kadayıf ikram eder.
    Nişan gününün tarihi belirlenir, nişan günü yapılması kararlaştırılan hazırlıklar konuşulur ve gece ziyaret sona erer.
    Nişan
    Urfa’da yapılan nişan törenleri başka illerimizde yapılan nişan törenlerine benzemez. Kız ve erkek birbirlerini görmeden (çok yakın akrabalıklar istisna) ve konuşmadan nişanlanırlar. Kızın istenmesinden sonra nikâh yapılıncaya kadar, damat adayının kız evine gidip gelmesi hoş karşılanmaz, dini nikâh yapılmadığı için birbirlerine görünmeleri, konuşmaları, yörenin örf ve adetlerine göre ayıp, dini kurallara göre haram ve günah sayılır.
    Nişan merasiminin çevrenin adetlerine göre kız evinde yapılması gerekir. Oğlan evi tarafından birkaç kadın nişandan bir veya iki gün önce nişan şerbetinin hazırlanması için kız evine giderler.
    Kız evi nişan için gerekli hazırlıkları tamamlar. Nişan günü hazırlanan şerbetleri genç kızlar misafirlere servis yaparlar.
    Hazırlanan bu şerbetten damat adayının da içmesi arzulanır. Bir sürahi içerisine şerbet konur, üzerine beyaz ipek bir mendil örtülür, mendilin üzerine ise kırmızı bir kurdela ile oğlanın nişan yüzüğü bağlanır.
    Kız evinin tanıdığı yaşlı bir hanım şerbeti alarak oğlan evine götürür, oğlan da yüzüğü parmağına takar ve şerbetten içerek nişanlanmış olur.
    Nişan yapılan kız evinde gelin adayı giyinip hanım misafirlere “Hoş geldiyiz” diyerek misafirlerin yanında oturur.
    Kirve kızı tebrik ederek oğlan evinin yaptırdığı yüzüğü onun parmağına takar. Müzik dinlenir, sohbet edilir. Mevsimine göre yiyecekler, içecekler ikram edilir, nişan merasimi bittikten sonra zılgıtlar çalınır, nikâh ve düğün günü kararlaştırıldıktan sonra misafirler dağılır.
    Nişandan sonra Pazar ve Perşembe olmak üzere haftada iki gün oğlan evi tarafından kiralanan otomobillerle gelin adayı ve hanım akrabaları şehirde gezdirilir.
    İki tahta çakarlar
    Arasından bakarlar
    Daha yaşım küçükken
    Biye nişan takarlar
    Hala hala heeey...
    Bu gezmeler nişan gününden nikâh yapılacak güne kadar fasılalarla devam eder.
    Nişanlanan erkek, kurban bayramında nişanlısına koç gönderir. Boynuzuna kırmızı eşarp ve buna bağlı bir çeyrek altınla süslenmiş olan koç hediye edilir. Buna “Gelin Kurbanı” denir. Nişanlılık devresi yaz aylarına tesadüf ederse ki, genellikle tesadüf eder, oğlan nişanlısına bahçelerde özel olarak hazırlanmış bir merkep yükü has (marul) gönderir. Gönderilen hasın üzerine gözü ve ruhu okşayıcı renklerde kumaşlar atılır. Buna da “Gelin Hası” denir.
    Nikâh
    Nikâhı iki kısımda incelemek mümkündür.
    Resmi nikâha yörede “Saray Nikâhı” denir. Belediye Sarayı’nda yapıldığından bu şekilde isimlendirilir. Dini nikâha ise “Hoca Nikâhı” denir.
    1. Resmi Nikâh: Türk Medeni Kanunu’na göre nasıl yapılacağı tarif edilmiştir. Uygulama yurdumuzun bütün illerinde aynıdır.
    2. Dini Nikâh: Dini nikâh yapılmadan birkaç gün önce bütün akraba ve yakınları çağırmak için haber veya davetiye gönderilir.
    Yörenin adetlerine göre nikâhın kız evinde yapılması gerekir. Kız evinde yapılmayan nikâhlar ayıp, başkasının evinde oğlanın nikâhının yapılması ise oğlan evine hakaret sayılır.
    Dini nikâh genellikle Pazar günü erken saatlerde yapılır.
    Kız evinde, oğlan evinin göndermiş olduğu malzemeler şerbet yapılarak hazırlanır. Nikâh yapılacak günün sabahı hoca gelir ve kendisine ayrılan yere oturur. Kız tarafının tanıdığı bir erkek kızın kendisine vermiş olduğu sözlü akit vekâletnamesine dayanarak söz sahibidir. Oğlan tarafından da bir erkek yine nikâh için damat adına nikâhlanma yetkisine sahiptir.
    Hoca, vekillerden hangisinin kızın, hangisinin erkeğin vekili olduğunu sorar. Daha sonra vekiller hocanın dua ve sorularından sonra “Vekâletim hesabiyle aldım hellallığa kabul ettim” diyerek dini esaslara göre nikâhı kıymış olur.
    Son zamanlarda Belediye Sarayı’nda her iki nikâhın da yapıldığı görülmektedir.
    Düğün
    Düğünün tarafların tesbit ettiği gün ve yerde yapılmasına karar verilir. Urfa’da evlenme düğünü denince akla iki düğün gelir.
    1. Avrat Düğünü,
    2. Erkek Düğünü.
    Gerçekte bu iki düğünü ayrı ayrı incelememizin sebebi, avrat düğünü; kız evinin hanımları ile oğlan evinin hanımları arasında yapılır. Erkek düğünü ise sadece oğlan tarafının akraba ve tanıdıklarının katılmasıyla yapılır. Kız tarafından bir erkeğin yapılacak düğüne katılması ayıp sayılır.
    1. Avrat Düğünü: Düğün gününden bir hafta önce taraflar akraba ve komşulara indekçi aracılığı ile haberler gönderip düğüne davet ederler. Düğün sonbahar veya kışa rastlıyorsa patpat, kavurga, ağzıyumuk, çekçek, bastık, kesme, sucuk, v.s. yiyecekler götürülür.
    Gönderilen indekçiler ev ev dolaşarak düğün sahiplerinin yani kız ve oğlan tarafının davetini sözle iletirler. Haberi getiren indekçiye hanımlar bahşiş verirler.
    Düğünün yapılacağı evin avlusunun büyük olması gerekir. Amaç misafir çokluğu karşısında düğün sahiplerinin mahcup olmamasıdır.
    Düğünün yapıldığı gün, düğün evinde hiçbir erkek bulunmaz, daha doğrusu bulundurulmaz. Sadece evin dış kapısında bir erkek oturtulur. Bu da dışarıdan gelecek bir haberi içeri kimseyi sokmadan yüksek sesle bağırmak veya bir çocukla haberi hanımlara iletmek görevini üstlenir.
    Düğünde enstrüman çalanların hiçbirinin gözü görmez. Şayet kör çalgıcı bulunamaz, gözlü müzisyen getirme zorunda kalınırsa, hanımları görmemeleri için araya perde çekilip arkasında oturtulur. Yaşlı bir kadın veya çocuk aracılığı ile müzisyenlere isteklerini iletirler. Günümüzde azda olsa bu kural geçerliliğini yitirmek üzeredir. Düğünlerin çoğu artık salonlarda yapılmaktadır.
    Düğünde genellikle “dörtlü mendil”, lorke gibi mahalli oyunlar oynanır.
    Düğün esnasında gelin oynatılır, gelin oynarken başına para çevrilir. Çevrilen bu paraları düğünde hizmet eden hanımlar nişanlı veya sözlü kızların başına çevirip “Ağbatı siye ola” der ve yakınında bulunanlar da “Amin” diyerek tasdik ederler.
    Düğüne yemek için getirilen yiyecekler, düğüne bir süre dinlenmek için ara verildiğinde yenir. Gelenler birbirlerine yiyeceklerinden ikram ederler. Düğün öğlenden sonra başlar, gecenin geç saatlerine kadar yaklaşık 7-8 saat sürer.
    2. Erkek Düğünü: Düğün gününden birkaç gün önceden bütün misafirlere bir erkek işçi tarafından haber gönderilir. Düğün genellikle geniş hayadı (avlusu) olan evlerde yapılır.
    Düğünde; iki ayak, abravi, girani, derik, dörtlü degenek gibi mahalli oyunlar oynanır.
    Bu oyunlardan dörtlü degenek oyunu oldukça maharet isteyen oyunlar olduğundan düğünün en görkemli bölümünü oluşturur. Erkek düğününün yapıldığı evin çevresinden, damlardan ve duvarlardan yüzleri bürüklü düğünü izleyen hanımlar ise zılgıt çalarak oyuna ve oyunculara heyecan ve hareket vermek için onları coştururlar.
    Bu iki oyun sırasında düğünün daha da coşkulu devam etmesini isteyen düğün sahipleri ise başını yukarıya kaldırarak kadınlara hitaben “Zılgıt çalmıyanın gişisi öle” der. Bunun üzerine bütün kadınlar coşkulu bir şekilde zılgıt çalarlar veya misafirleri biraz kahkaya boğmak için “Zılgıt çalmayanın kaynanası öle” dendiğinde “İnşallah” diyerek zılgıt çalmayanlar olduğu gibi, kaynanasıyla birlikte düğüne gelenler ise ister ismez zılgıtla katılırlar.
    Bir tarafta düğün ve eğlenceler devam ederken diğer tarafta davetliler için yemekler hazırlanır. Yörenin yemeklerini çok sayıda misafire hazırlamak için usta aşçılar ve hizmetçiler tutulur. Düğünün bir anında damadın yakın akraba ve arkadaşlarından birkaç büyük ve çocuklar daha önceden kız evinde hazırlanmış olan damadın çamaşırları, damatlık elbisesi, terlik ve pijaması, çorap ve ayakkabısını almak üzere çalgıcılarla birlikte çala söyleye kız evine giderler. Asbap getirmek için yola çıkan bu grup mahalle aralarında sokaklardan türkü, mani söyleyerek geçerler.
    Yoğurt koydum dolaba
    Bögın başım kalaba
    Küçücükken böyüttün
    Seni vermem Araba
    Kalaylı tas ayranı
    Sürmeli göz heyranı
    Seni doğuran ana
    Eder çifte bayramı
    Ellere vay...
    Kız evi önünde söylenen türkülerden sonra, damadın elbiselerinin bulunduğu siniyi bir erkek işçi başına alarak mani, türkü söyleyerek yine aynı şekilde dönüp düğün yapılan eve gelirler. Düğün evinde daha önceden hazırlanmış olan üstünde zeytin dalları ve dallara bağlanmış mumlarla bezenmiş “Güvegi Tahtı”ndaki mumlar yakılır. Uzaktan düğünü seyreden hanımlar ise zılgıt çalarak olayı şenlendirirler.
    Damat ise düğün evinde boş bir odaya arkadaşları ile birlikte girer ve getirilen çamaşırları ve elbiseyi giyer. Odadan ceketsiz olarak çıkar ve kendisine ayrılan taht’ın yanına gelir. Küvre ise damadın giymediği ceketini çalgıcıların refaketinde müzik eşliğinde giydirir. Bu sırada:
    Çağırın Hakko’yı
    Geydirin sakkoyı
    Mibarek olsın ağa küvre
    Yengi de güvegi
    Getirin Melegi
    Geydirin yelegi
    Mibarek olsın ağa küvre
    Yengi de güvegi,
    diye Urfa’ya özgü (damatların elbise giyerken söylenilmek için besetelenmiş olan) bu türküyü söylerler.
    Bu sırada damadın elbisesinin getirildiği sini içerisinde bulunan şeker ve metal paralar havaya serpilir, havai fişekler yakılır, kadınlar zılgıt çalarak bunu kutlarlar.
    Düğünde hizmet eden işçiler, çalgıcılar sıra ile gelerek önce, tahtın bir yanında damadın yanında oturan küvre’den sonra da damattan bahşişlerini alırlar.
    Diğer tarafta hazırlanan yemekler servis yapılmak üzere düzenlenir. Misafirler yemeğe davet edilir. “Mırra” denilen acı kahve, sigara ikram edilir. Bu yemeğe “Asbap Yimeği” denir.
    Kına Gecesi-Asbap Gecesi
    “Gelin” Perşembe günü gidecekse, Çarşamba akşamı; Pazar günü gidecekse, cumartesi akşamı (yani damadın elbise giydiği günün akşamı) yapılır.
    Kız evinde hanımlar, oğlan evinde erkekler toplanır. Damadın arkadaşları ve akrabalarının toplantığı yerdeki eğlenceye “Asbab Gecesi” kadınların toplandığı yerdeki eğlenceye ise “Kına Gecesi” denir. İkisi de aynı gece ve aynı saatlerde başlar.
    Gece saat onbire doğru oğlan evi tarafından kadın, erkek ve çocuklardan bir grup kına gecesi yapılan eve toplu halde yine türkü mani söyleyerek çalgıcılarla birlikte giderler.
    Evleri sekilidir
    Toprehen ekilidir
    Eger babası yoksa
    Dayısı vekilidir
    Hala hala heey....
    Leblebi koydum tasa
    El vurdım basa basa
    Bizim gelin çok gözzel
    Azıcık boyı kıssa
    Hala hala heey....
    Gecenin karanlığında dar sokaklardan, kadınlar önde, çocuklar ortada, erkekler arkada olmak üzere toplu olarak yürürler. Ellerindeki fanıs denilen gaz lambaları yollarını aydınlatır.
    Bu topluluktan ara sıra geriye kalmış bir hanım olursa, koruma görevini üstlenen erkeklerden biri “Ayallar öge” diyerek kadının hızlı yürümesini ikaz eder. Gelin ve damadın isimlerine göre;
    Portakalı oyarlar
    İçine kına koyarlar
    Evvel adi Fatma’dı
    Şimdi gelin koyarlar
    Hala hala heey....
    Bahçalarda pırpırım
    Yaprağı dilim dilim
    Biz Ahmedi everdıh
    Hasan’a Allah Kerim
    Hala hala heey....
    Kına evine iyice yaklaşıldığında ise genellikle,
    Çakmak çakmağa geldıh
    Kına yahmağa geldıh
    Ayşe Dayze ağlama
    Kıziy almağa geldıh
    Hala hala heey....
    Birkaç gün önceden kız evine gönderilen kına küvrenin hanımı tarafından bir kab içerisinde dua okunmuş süt ile yoğrulur. Gelin ise damadın akrabalarından iki hanım tarafından koluna geçilmek suretiyle getirilerek küvrenin önüne oturtulur. Gelin ağlamaya başlar. Gelin kınaya çıkarken mutlaka ağlaması gerekir, aksi halde ayıplanır.
    Bu sırada kapı önünde bekleyen erkekler arasında bulunan çalgıcılardan biri kaval veya keman ile hüzünlü bir taksim yapar. Erkeklerden biri hoyrat okur.
    Kah gidelim
    Kınayı yak gidelim
    Gözele doymak olmaz
    Üzüne bak gidelim
    Merdivana
    Sarıl çık merdivana
    Yar sevmah yigit kârı
    Ne bilir her divana
    Bunun peşinden hanımların hepsi gelinin ağlamasına katılır, hep birlikte ağlarlar. Oğlan evi tarafı hanımlar ise gelin götürecekleri için sevinçlidirler.
    Bir yandan ağlama, bir yandan sevinç gösterisi, bazen iki aile arasında sözlü atışmaya, kavgaya dönüşür.
    Küvre, gelinin avucunun içine bir altın koyarak kınayı yakar. Daha önce gelinin yüzüne örtülen pembe duvak açılarak gelinin kına yakılan eline bağlanır. Çocukların ellerinde tepsilere dikilmiş olan mumlar yakılarak gelinin başına çevrilir.
    Kapı önünde bekleyen erkekler hep birlikte
    Urfalıyam ezelden
    Göynüm geçmez gözelden
    Göynümün gözü çıksın
    Sevmiyeydim ezelden
    Ağam olasan Ömer
    Paşam olasan Ömer
    Benim olasan Ömer
    Yetim kalasan Ömer, türküsünü söylerler...
    Kınası yakılan gelin baba evinden ayrılmadan önce büyüklerinin ellerini, arkadaşlarının yüzlerini öperek gözyaşları arasında veda ederek ayrılır.
    O yanı keçe bı yanı keçe
    Kız anasının emegi heçe
    Hala hala heey....
    Oğlan tarafı gelini alarak kız evinden ayrılırlar.
    “Masa üstünde bekmez
    Bı bekmez biye yetmez
    Şu Urfa’nın kızları
    Taksisiz gelin getmez.”
    “Ay doğar ayazlanır
    Gün doğar beyazlanır
    Gelin olacah kızlar
    Hem gider hem nazlanır” Hala hala heey...
    Gelin, önceden hazırlanmış olan özel bir odada karşılanır. Kadınlar ise zılgıt çalarak gelini kutlamaya devam ederler. Gelin kapıdan girerken kendisine verilen bir “narı” oda kapısının üst tarafına atarak narı kırar. Kırılarak dağılan nar tanelerinin toplanarak evlenecek yaşa gelmiş, genç kızlara yedirilmesi uğurludur.
    “Su koydum su tasına
    Gül koydım ortasına
    Biz gelini getirdıh
    Ağamın odasına”
    Sâbahleyin, gelin ve beraberinde gelenlere özel olarak hazırlanmış kahvaltı sofrası hazırlanır. Öğlenden sonra ise süpha yemeği ikram edilir.
    Süpha Yemeği
    Gelin, damat evine getirildiği günün sabahı, gelin evinden başka bir yerde süpha yemeği merasimi düzenlenir.
    Süpha; pirinç, şeker, et, çekirdeksiz üzüm, nohut, yağ gibi malzemelerle hazırlanır.
    Yemekte; kuzu içi, Üzlemeli pilav, Etli pilav, tatlı olarak da zerde ikram edilir.
    Süpha yemeğine istisnasız herkes davet edilir. Oturan gruplar yine gruplar halinde çağrılır.
    Yemek verme işi devam ederken damadı traş edecek olan berber gelip boş bir odada damadı traş eder. Küvre ve damat berbere ve çırağına bahşiş verirler.
    Akşam vakti yaklaştığında damada da bu yemeklerden verilir. Daha sonra “damat” ve arkadaşları ”süpha” verilen evden ayrılırlar. Yürüyerek dar sokaklardan geçip “gelinin” bulunduğu kendi evine gelirler. Damat gerdeğe girmeden önce hoca dualar okur ve damat evin kapısından içeri girer. Evin avlusunda baba ve annesinin ellerini öperek zifaf odasına girer.
    Güvegi Hamamı
    Damat, evliliğin sabahı erken saatlerde akraba ve arkadaşları tarafından hamama götürülür. Damat, daha önceden hamamcı haberdar edildiğinden oturması için zeytin dalları ile süslenmiş olan tahta oturtulur.
    Hamama davet edilen misafirler yıkanıp çıktıktan sonra damat da yıkanarak yine bu tahtta oturur.
    Kutlamaları kabul eder. Damadın arkadaşlarından biri “Hamam yimegini ben yapıyam” diyerek hamama gelen misafirleri yemeğe davet eder. Yemeği yapan kimsenin evinde toplanılır ve yörenin yemeklerinden olan mevsimine göre patlıcanlı, domatesli, elmalı, yoğurtlu kebaplardan yapılır. Üstüne de tatlı olarak yine kadayıf ikram edilir.
    Yemekten sonra arkadaşları, yakınları, damadı evine götürürler. Kendileri de işlerinin başına dönerler. Yanı gün, “gelin” ise kocası başta olmak üzere kayınbabasına, kaynanasına, kaynına, görümüne çeşitli hediyeler verir. Buna çeyiz günü denir.
    Duvak Günü
    Evliliğin ikinci günü duvak günüdür. O gün gelinin yakınları, tanıdıkları gelin evine gelirler. Damat ise duvak yemeğinin hazırlanması için bir koç aldırır. Yemekler hazırlanır, gelin ise gelinliğini giyinip yüzünü gelin duvağı ile kapatıp gelip misafirlerin yanına oturur.
    Oğlan evinden 8-10 yaşlarında bir erkek çocuk gelinin duvağını kaçırır ve duvağı damada götürerek damattan bahşiş alır. Kadınlar bu duvak kaçırma anında yine zılgıt çalarak bunu kutlarlar.
    Duvak kaçırma sabahleyin yapılır. Duvak gününe gelenler çeşitli hediyeler verirler. Bu hediye verenler genelde çok yakın akraba olanlardır. Duvak akşama kadar devam eder. Yemekler yenir. Duvak gününe gelinin annesinden başka bütün akrabalar katılırlar.
    Duvak gününün akşamı ise gelinin annesi, kızını ve damadını “akşam yemeği”ne çağırır. Damat kaynanasının elini öptüğünde ona çeşitli hediyeler verir.
    Gelin Hamamı
    Evliliğin onbeşinci günü (Cumartesi veya Perşembe) bütün dost ve akrabalar hamama davet edilir. Gelin, baba evinden çeyiz olarak getirdiği hamam takımlarını bir bohça içerisinde getirir. Bu bohçayı getiren natır ve gelini yıkayan, bohçasını açan kaymelere hamamdan sonra bol bahşiş verilir.
    Genellikle Yıldız Hamamı’na gidilir (bu hamam şimdi yoktur). İnanışa göre Yıldız Hamamı’na giden gelin kocasına parlak, alımlı, yıldız gibi görünür veya Cincıklı Hamam’a gidilir ki gelin kocasına cincık gibi görünsün. Hamam o gün ücretli müşteri almaz, bütün masrafları oğlan evi karşılar.
    Hamamda bulunan bir tahtın üstüne halılar, minderler serilir. Onların üstüne el işlemeli beyaz örtüler yayılır. Hamama davet edilen bütün misafirlere damat tarafından yaptırılan kebaplar ve tatlılar ikram edilir. Ayrıca “damat evi” tarafından evde hedik hazırlanarak hamama getirilir.
    Gelin ise güvegi hamamında olduğu gibi misafirlerden sonra yıkanıp kendisi için hazırlanan yerde oturur. Zeytin dalları ile süslenmiş olan tahttaki mumlar yakılır. Gelini kutlayan misafirler hamamdan ayrılırlar KAYNAK .https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-80847/sanliurfa-evlenme-adetleri.html

    RESSAM Remzi Kara
    Şanlıurfa Evlenme Adetleri Uygarlığın Doğduğu Şehir: Şanlıurfa Halk Kültürü Urfa’da eski bir adet olan eşlerin birbirlerini görmeden, görücü usulü ile evlenmeleri eskisi kadar yaygın olmamakla birlikte, bugün karşılaşılması muhtemel bir evlenme şeklidir. Bu evlenme şeklini incelediğimizde, Urfalılar’ın örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını görürüz. Geleneklerine bu derece bağlı olmalarının ise başlıca üç nedeni vardır. 1. Urfalılar’ın çevre illeri ile derin bir ilgisi yoktur. Köklü ve kalabalık ailelerin bulunduğu bir yerleşim birimidir. Daha düne kadar Urfalı, kızını başka illere gelin vermez ve Urfa delikanlısı dışardan evlenmezdi. Urfa’da yabancılara “Kerıp”, dışarıdan evlenenlere ise “Kerıpten evlenmiş, kim bilir kimin nesini almış” denilirdi. 2. Urfa, büyük ticaret ve sanayi merkezlerine uzak, bir tarım ve hayvancılık kenti olduğundan büyük yol güzergâhlarının birleştiği noktada bulunmamaktadır. 3. Bir kıyı şehri olmaması nedeniyle yerli ve yabancı turistlerin hemen hemen yok denecek kadar az olması değişmeleri kolay kolay kabul etmemesine neden olmaktadır. Evlenme yaşına gelen delikanlının doğrudan “Ben evelenecağam” diye anne ve babasına söylemesi ayıp sayıldığından bu durumu uygun bir şekilde yakın arkadaşlarına veya başka bir kimse vasıtasıyla anne ve babasına iletir. Haberi iletecek olan kimse erkek ise oğlanın babasına “Allah ömürlü etsin, yeğenimiz artık böyüdü, gözü damlarda duvarlarda” diyerek delikanlının evlenecek yaşa geldiğini ve bir kızın aranmasını söylemek ister. Oğlanın babası ise durumu hanımına açar. Oğlanın annesi ise “Benim de kulağıma degdi, ben de işin farkındayam” diye cevap verir. Zaten anne bu hayırlı işten daima babadan daha fazla çaba harcar. Evlenecek yaşa gelen delikanlı ise annesinin yaptığı yemekleri, yıkadığı çamaşırları, beğenmemeye başlar. Çeşitli huzursuzluklar çıkarır. Annesi ise “Elimden bı kadar geli, yarın avradi siye bişirir begenırsen” der. Oğlan ise konunun iyice anlaşıldığını ve verilen mesajın yerine iletildiğinin huzuru içerisinde tebessüm eder. Anne o günden sonra gizliden gizliye kız aramaya başlar. Tanıdıklarının tavsiyelerine uyarak gelinlik çağındaki kızların evine bir bahâne ile giderek, kızın ailesinin yaşantısını kendi görüşüne göre inceler. Kız İsteme Evlenme çağına gelen erkeğin anne ve babası veya yakınları oğullarına kız aramaya başlarlar. Anne özellikle yaşlı kadın akrabalarına “Oğlumu everecağam, acaba münasip bir kız bulabilir miyem?” diye sorar. Hamamda, düğünlerde, kır gezintilerinde kızları araştırmaya, soruşturmaya başlar. Gözüne kestirdiği bir kız olursa, ilk önce kızın yakın komşularından sormaya başlar. “Acaba bı kız nasıldır, derdimizi çekermi, gişi kızı mıdır?” Komşular ise kendilerinden sorulan genç kız tavsiye edilebilir nitelikte biri ise “Mabalı günahı boynuna” diyerek teminat verir. Şayet kızı tavsiye etmiyor ise, açık açık söylemenin de çevreye göre ayıp, dini kurallara göre günah sayıldığından “komşumuzdur ama, pek ilgimiz yoktur” diyerek istenmemesi gerektiğini ima ederler. Oğlanın annesi daha önceden tesbit edilmiş olan kızın evine ansızın veya haberli olarak yanına yakınlarını da alarak gider. Havadan sudan konuşulduktan sonra oğlanın annesi genç kızdan bir bardak su ister. Su isteme aslında kızın yürüyüşünü, konuşma tarzını, becerikliliğini kontrol etmek, hareketlerini toptan değerlendirmektir. Oğlan tarafı şayet kızı beğendiyse, kız orada yokken bunu fırsat bilerek kızın annesine “Allah bağışlasın, sözlüsü, nişanlısı yok mu?” diye sorarlar. Kızın annesi sorulan sorulara cevap vermezse nişanlısı, sözlüsü yok demektir. Daha sonra oğlanın annesi ve yakınları oğullarının özelliklerinden, huyundan tahsilinden, mesleğinden bahsederler. Kızın annesi ise oğlan tarafının bu konuşmasını dinledikten sonra “Kimlerdensiniz, nerede oturisiz, oğliz neçi?” gibi birkaç soru, oğlan evine sorar. Oğlanın annesi ise sorulan bu sorulara cevap verdikten sonra, birkaç gün sonra tekrar bu hususta konuşmak üzere geleceklerini söyleyerek kız evinden ayrılırlar. Oğlan tarafı birkaç gün sonra, isteme olayını gerçekleştirmek için gelindiğinde, oğlan tarafının araştırması yapıldığından, ya “Kızımız daha küçük, gelin olacak yaşta değil, daha böyügü duri, daha mektebe gidi” gibi bahanelerle kızı vermeyeceklerini söyler, veya “hele babasına sorah, ne deyi ne demi” diye cevap verirler. Bazı kız istemelerde müsbet cevap alamayan taraflar, kızın alınmasında ısrar ettikleri takdirde hoş olmayan olaylar meydana gelir. Evlenme; çevre köylerde başlık denilen büyük bir maddi güce dayandığı için, köy gençleri bu parayı temin edemediklerinden dolayı büyük sıkıntılara düşerler. Çünkü başlık parası, kız tarafının insiyatifine kalmıştır. Tamamen kız tarafının erkekleri tarafından takdir edilir ve bu miktar karşı tarafa bildirildikten sonra kolay kolay değiştirilmez. Başlık; bazen nakit olarak, bazen de canlı hayvan, binek vasıtası veya bir tarla olarak alınabilir. Çevre köylerde başlık parasına az da olsa bir çözüm getirmek ve kolaylaştırmak amacıyla “Berdel” tabir edilen bir evlenme usulü vardır. Evlenme çağına gelen iki erkeğin yine evlenme çağına gelmiş olan kızkardeşlerini birbirlerine vermek suretiyle evlenmelerine yol açar. (1995 yılında dönemin Şanlıurfa Valisi Sayın T.Ziyaeddin Akbulut, bir genelgeyle başlık parasını kaldırmıştır.) Bu usul evlenme, aile büyüklerinin rızası ile olabileceği gibi, yalnız damat adaylarının kendi aralarında karar vermesiyle de olur. Taraflar çocuklarını birbirleriyle evlendireceklerine tamamen karar verdikten sonra, kız tarafından erkek tarafına bir mektup gönderilir. Buna “Kesim Kâğıdı” denir. Bu mektupta kız evinin oğlan evinden istedikleri yazılıdır. Kesim kağıdında yazılı olanlar, kız evi tarafından kararlaştırılan değerlerdir. Bir kesim kağıdı örneği: “Bismillahirrahmanirrahim. ..... başlık, altı çift bilezik, kelepinci, elmas kolye, altı adet elbise, altı çift ayakkabı .... lira hal’et, misafir odası takımı, v.s.” Hazırlanan kesim kağıdı kız evi tarafından bir işçi kadınla oğlan evine gönderilir. Bu mektubu getiren kadına “İndekçi” denir. Oğlan evi ise bu mektubu getiren indekçiye bahşiş verir. Oğlan evi gelen kesim kağıdındaki şartları aynen kabul ediyorsa, kağıdın alt tarafına “hepsi kabul” diye yazar ve aynı anda mektubu aynı indekçiyle geriye gönderir. Tamamı kabul edilmiyorsa verebileceklerini yine aynı kağıdın altına yazar ve bir gün sonra başka bir indekçiyle kız evine gönderirler. Sakal Öpümü Taraflar anlaştıktan sonra nişan yapılmadan önce oğlan evi, kız evine “Kızınızı bize verdiğiniz için teşekkür ederiz” anlamına gelen bir ziyaret yaparlar. Buna sakal öpümü veya teşekkür denir. Oğlan evinin yaşlıları sakal öpümüne giderler. Sakal öpümüne gidecek olan oğlan evi kesimde anlaşılan başlığın tamamını veya bir kısmını beraberlerinde kızın babasına veya velisine vermek üzere götürürler. Kesimde anlaşılan başlığı ve ziynet eşyalarından bir kısmını götürmeden de gidilebilir. Bu yine tarafların anlaşmalarına bağlıdır. Oğlan ve kız evinin kadın ve erkekleri ayrı ayrı odalarda otururlar. Birbirleriyle tanışırlar. Kız evi gelen misafirlere çeşitli meyvalar, çaylar, kahveler, çerezler genellikle de yöreye ait çiğköfte ve peynirli kadayıf ikram eder. Nişan gününün tarihi belirlenir, nişan günü yapılması kararlaştırılan hazırlıklar konuşulur ve gece ziyaret sona erer. Nişan Urfa’da yapılan nişan törenleri başka illerimizde yapılan nişan törenlerine benzemez. Kız ve erkek birbirlerini görmeden (çok yakın akrabalıklar istisna) ve konuşmadan nişanlanırlar. Kızın istenmesinden sonra nikâh yapılıncaya kadar, damat adayının kız evine gidip gelmesi hoş karşılanmaz, dini nikâh yapılmadığı için birbirlerine görünmeleri, konuşmaları, yörenin örf ve adetlerine göre ayıp, dini kurallara göre haram ve günah sayılır. Nişan merasiminin çevrenin adetlerine göre kız evinde yapılması gerekir. Oğlan evi tarafından birkaç kadın nişandan bir veya iki gün önce nişan şerbetinin hazırlanması için kız evine giderler. Kız evi nişan için gerekli hazırlıkları tamamlar. Nişan günü hazırlanan şerbetleri genç kızlar misafirlere servis yaparlar. Hazırlanan bu şerbetten damat adayının da içmesi arzulanır. Bir sürahi içerisine şerbet konur, üzerine beyaz ipek bir mendil örtülür, mendilin üzerine ise kırmızı bir kurdela ile oğlanın nişan yüzüğü bağlanır. Kız evinin tanıdığı yaşlı bir hanım şerbeti alarak oğlan evine götürür, oğlan da yüzüğü parmağına takar ve şerbetten içerek nişanlanmış olur. Nişan yapılan kız evinde gelin adayı giyinip hanım misafirlere “Hoş geldiyiz” diyerek misafirlerin yanında oturur. Kirve kızı tebrik ederek oğlan evinin yaptırdığı yüzüğü onun parmağına takar. Müzik dinlenir, sohbet edilir. Mevsimine göre yiyecekler, içecekler ikram edilir, nişan merasimi bittikten sonra zılgıtlar çalınır, nikâh ve düğün günü kararlaştırıldıktan sonra misafirler dağılır. Nişandan sonra Pazar ve Perşembe olmak üzere haftada iki gün oğlan evi tarafından kiralanan otomobillerle gelin adayı ve hanım akrabaları şehirde gezdirilir. İki tahta çakarlar Arasından bakarlar Daha yaşım küçükken Biye nişan takarlar Hala hala heeey... Bu gezmeler nişan gününden nikâh yapılacak güne kadar fasılalarla devam eder. Nişanlanan erkek, kurban bayramında nişanlısına koç gönderir. Boynuzuna kırmızı eşarp ve buna bağlı bir çeyrek altınla süslenmiş olan koç hediye edilir. Buna “Gelin Kurbanı” denir. Nişanlılık devresi yaz aylarına tesadüf ederse ki, genellikle tesadüf eder, oğlan nişanlısına bahçelerde özel olarak hazırlanmış bir merkep yükü has (marul) gönderir. Gönderilen hasın üzerine gözü ve ruhu okşayıcı renklerde kumaşlar atılır. Buna da “Gelin Hası” denir. Nikâh Nikâhı iki kısımda incelemek mümkündür. Resmi nikâha yörede “Saray Nikâhı” denir. Belediye Sarayı’nda yapıldığından bu şekilde isimlendirilir. Dini nikâha ise “Hoca Nikâhı” denir. 1. Resmi Nikâh: Türk Medeni Kanunu’na göre nasıl yapılacağı tarif edilmiştir. Uygulama yurdumuzun bütün illerinde aynıdır. 2. Dini Nikâh: Dini nikâh yapılmadan birkaç gün önce bütün akraba ve yakınları çağırmak için haber veya davetiye gönderilir. Yörenin adetlerine göre nikâhın kız evinde yapılması gerekir. Kız evinde yapılmayan nikâhlar ayıp, başkasının evinde oğlanın nikâhının yapılması ise oğlan evine hakaret sayılır. Dini nikâh genellikle Pazar günü erken saatlerde yapılır. Kız evinde, oğlan evinin göndermiş olduğu malzemeler şerbet yapılarak hazırlanır. Nikâh yapılacak günün sabahı hoca gelir ve kendisine ayrılan yere oturur. Kız tarafının tanıdığı bir erkek kızın kendisine vermiş olduğu sözlü akit vekâletnamesine dayanarak söz sahibidir. Oğlan tarafından da bir erkek yine nikâh için damat adına nikâhlanma yetkisine sahiptir. Hoca, vekillerden hangisinin kızın, hangisinin erkeğin vekili olduğunu sorar. Daha sonra vekiller hocanın dua ve sorularından sonra “Vekâletim hesabiyle aldım hellallığa kabul ettim” diyerek dini esaslara göre nikâhı kıymış olur. Son zamanlarda Belediye Sarayı’nda her iki nikâhın da yapıldığı görülmektedir. Düğün Düğünün tarafların tesbit ettiği gün ve yerde yapılmasına karar verilir. Urfa’da evlenme düğünü denince akla iki düğün gelir. 1. Avrat Düğünü, 2. Erkek Düğünü. Gerçekte bu iki düğünü ayrı ayrı incelememizin sebebi, avrat düğünü; kız evinin hanımları ile oğlan evinin hanımları arasında yapılır. Erkek düğünü ise sadece oğlan tarafının akraba ve tanıdıklarının katılmasıyla yapılır. Kız tarafından bir erkeğin yapılacak düğüne katılması ayıp sayılır. 1. Avrat Düğünü: Düğün gününden bir hafta önce taraflar akraba ve komşulara indekçi aracılığı ile haberler gönderip düğüne davet ederler. Düğün sonbahar veya kışa rastlıyorsa patpat, kavurga, ağzıyumuk, çekçek, bastık, kesme, sucuk, v.s. yiyecekler götürülür. Gönderilen indekçiler ev ev dolaşarak düğün sahiplerinin yani kız ve oğlan tarafının davetini sözle iletirler. Haberi getiren indekçiye hanımlar bahşiş verirler. Düğünün yapılacağı evin avlusunun büyük olması gerekir. Amaç misafir çokluğu karşısında düğün sahiplerinin mahcup olmamasıdır. Düğünün yapıldığı gün, düğün evinde hiçbir erkek bulunmaz, daha doğrusu bulundurulmaz. Sadece evin dış kapısında bir erkek oturtulur. Bu da dışarıdan gelecek bir haberi içeri kimseyi sokmadan yüksek sesle bağırmak veya bir çocukla haberi hanımlara iletmek görevini üstlenir. Düğünde enstrüman çalanların hiçbirinin gözü görmez. Şayet kör çalgıcı bulunamaz, gözlü müzisyen getirme zorunda kalınırsa, hanımları görmemeleri için araya perde çekilip arkasında oturtulur. Yaşlı bir kadın veya çocuk aracılığı ile müzisyenlere isteklerini iletirler. Günümüzde azda olsa bu kural geçerliliğini yitirmek üzeredir. Düğünlerin çoğu artık salonlarda yapılmaktadır. Düğünde genellikle “dörtlü mendil”, lorke gibi mahalli oyunlar oynanır. Düğün esnasında gelin oynatılır, gelin oynarken başına para çevrilir. Çevrilen bu paraları düğünde hizmet eden hanımlar nişanlı veya sözlü kızların başına çevirip “Ağbatı siye ola” der ve yakınında bulunanlar da “Amin” diyerek tasdik ederler. Düğüne yemek için getirilen yiyecekler, düğüne bir süre dinlenmek için ara verildiğinde yenir. Gelenler birbirlerine yiyeceklerinden ikram ederler. Düğün öğlenden sonra başlar, gecenin geç saatlerine kadar yaklaşık 7-8 saat sürer. 2. Erkek Düğünü: Düğün gününden birkaç gün önceden bütün misafirlere bir erkek işçi tarafından haber gönderilir. Düğün genellikle geniş hayadı (avlusu) olan evlerde yapılır. Düğünde; iki ayak, abravi, girani, derik, dörtlü degenek gibi mahalli oyunlar oynanır. Bu oyunlardan dörtlü degenek oyunu oldukça maharet isteyen oyunlar olduğundan düğünün en görkemli bölümünü oluşturur. Erkek düğününün yapıldığı evin çevresinden, damlardan ve duvarlardan yüzleri bürüklü düğünü izleyen hanımlar ise zılgıt çalarak oyuna ve oyunculara heyecan ve hareket vermek için onları coştururlar. Bu iki oyun sırasında düğünün daha da coşkulu devam etmesini isteyen düğün sahipleri ise başını yukarıya kaldırarak kadınlara hitaben “Zılgıt çalmıyanın gişisi öle” der. Bunun üzerine bütün kadınlar coşkulu bir şekilde zılgıt çalarlar veya misafirleri biraz kahkaya boğmak için “Zılgıt çalmayanın kaynanası öle” dendiğinde “İnşallah” diyerek zılgıt çalmayanlar olduğu gibi, kaynanasıyla birlikte düğüne gelenler ise ister ismez zılgıtla katılırlar. Bir tarafta düğün ve eğlenceler devam ederken diğer tarafta davetliler için yemekler hazırlanır. Yörenin yemeklerini çok sayıda misafire hazırlamak için usta aşçılar ve hizmetçiler tutulur. Düğünün bir anında damadın yakın akraba ve arkadaşlarından birkaç büyük ve çocuklar daha önceden kız evinde hazırlanmış olan damadın çamaşırları, damatlık elbisesi, terlik ve pijaması, çorap ve ayakkabısını almak üzere çalgıcılarla birlikte çala söyleye kız evine giderler. Asbap getirmek için yola çıkan bu grup mahalle aralarında sokaklardan türkü, mani söyleyerek geçerler. Yoğurt koydum dolaba Bögın başım kalaba Küçücükken böyüttün Seni vermem Araba Kalaylı tas ayranı Sürmeli göz heyranı Seni doğuran ana Eder çifte bayramı Ellere vay... Kız evi önünde söylenen türkülerden sonra, damadın elbiselerinin bulunduğu siniyi bir erkek işçi başına alarak mani, türkü söyleyerek yine aynı şekilde dönüp düğün yapılan eve gelirler. Düğün evinde daha önceden hazırlanmış olan üstünde zeytin dalları ve dallara bağlanmış mumlarla bezenmiş “Güvegi Tahtı”ndaki mumlar yakılır. Uzaktan düğünü seyreden hanımlar ise zılgıt çalarak olayı şenlendirirler. Damat ise düğün evinde boş bir odaya arkadaşları ile birlikte girer ve getirilen çamaşırları ve elbiseyi giyer. Odadan ceketsiz olarak çıkar ve kendisine ayrılan taht’ın yanına gelir. Küvre ise damadın giymediği ceketini çalgıcıların refaketinde müzik eşliğinde giydirir. Bu sırada: Çağırın Hakko’yı Geydirin sakkoyı Mibarek olsın ağa küvre Yengi de güvegi Getirin Melegi Geydirin yelegi Mibarek olsın ağa küvre Yengi de güvegi, diye Urfa’ya özgü (damatların elbise giyerken söylenilmek için besetelenmiş olan) bu türküyü söylerler. Bu sırada damadın elbisesinin getirildiği sini içerisinde bulunan şeker ve metal paralar havaya serpilir, havai fişekler yakılır, kadınlar zılgıt çalarak bunu kutlarlar. Düğünde hizmet eden işçiler, çalgıcılar sıra ile gelerek önce, tahtın bir yanında damadın yanında oturan küvre’den sonra da damattan bahşişlerini alırlar. Diğer tarafta hazırlanan yemekler servis yapılmak üzere düzenlenir. Misafirler yemeğe davet edilir. “Mırra” denilen acı kahve, sigara ikram edilir. Bu yemeğe “Asbap Yimeği” denir. Kına Gecesi-Asbap Gecesi “Gelin” Perşembe günü gidecekse, Çarşamba akşamı; Pazar günü gidecekse, cumartesi akşamı (yani damadın elbise giydiği günün akşamı) yapılır. Kız evinde hanımlar, oğlan evinde erkekler toplanır. Damadın arkadaşları ve akrabalarının toplantığı yerdeki eğlenceye “Asbab Gecesi” kadınların toplandığı yerdeki eğlenceye ise “Kına Gecesi” denir. İkisi de aynı gece ve aynı saatlerde başlar. Gece saat onbire doğru oğlan evi tarafından kadın, erkek ve çocuklardan bir grup kına gecesi yapılan eve toplu halde yine türkü mani söyleyerek çalgıcılarla birlikte giderler. Evleri sekilidir Toprehen ekilidir Eger babası yoksa Dayısı vekilidir Hala hala heey.... Leblebi koydum tasa El vurdım basa basa Bizim gelin çok gözzel Azıcık boyı kıssa Hala hala heey.... Gecenin karanlığında dar sokaklardan, kadınlar önde, çocuklar ortada, erkekler arkada olmak üzere toplu olarak yürürler. Ellerindeki fanıs denilen gaz lambaları yollarını aydınlatır. Bu topluluktan ara sıra geriye kalmış bir hanım olursa, koruma görevini üstlenen erkeklerden biri “Ayallar öge” diyerek kadının hızlı yürümesini ikaz eder. Gelin ve damadın isimlerine göre; Portakalı oyarlar İçine kına koyarlar Evvel adi Fatma’dı Şimdi gelin koyarlar Hala hala heey.... Bahçalarda pırpırım Yaprağı dilim dilim Biz Ahmedi everdıh Hasan’a Allah Kerim Hala hala heey.... Kına evine iyice yaklaşıldığında ise genellikle, Çakmak çakmağa geldıh Kına yahmağa geldıh Ayşe Dayze ağlama Kıziy almağa geldıh Hala hala heey.... Birkaç gün önceden kız evine gönderilen kına küvrenin hanımı tarafından bir kab içerisinde dua okunmuş süt ile yoğrulur. Gelin ise damadın akrabalarından iki hanım tarafından koluna geçilmek suretiyle getirilerek küvrenin önüne oturtulur. Gelin ağlamaya başlar. Gelin kınaya çıkarken mutlaka ağlaması gerekir, aksi halde ayıplanır. Bu sırada kapı önünde bekleyen erkekler arasında bulunan çalgıcılardan biri kaval veya keman ile hüzünlü bir taksim yapar. Erkeklerden biri hoyrat okur. Kah gidelim Kınayı yak gidelim Gözele doymak olmaz Üzüne bak gidelim Merdivana Sarıl çık merdivana Yar sevmah yigit kârı Ne bilir her divana Bunun peşinden hanımların hepsi gelinin ağlamasına katılır, hep birlikte ağlarlar. Oğlan evi tarafı hanımlar ise gelin götürecekleri için sevinçlidirler. Bir yandan ağlama, bir yandan sevinç gösterisi, bazen iki aile arasında sözlü atışmaya, kavgaya dönüşür. Küvre, gelinin avucunun içine bir altın koyarak kınayı yakar. Daha önce gelinin yüzüne örtülen pembe duvak açılarak gelinin kına yakılan eline bağlanır. Çocukların ellerinde tepsilere dikilmiş olan mumlar yakılarak gelinin başına çevrilir. Kapı önünde bekleyen erkekler hep birlikte Urfalıyam ezelden Göynüm geçmez gözelden Göynümün gözü çıksın Sevmiyeydim ezelden Ağam olasan Ömer Paşam olasan Ömer Benim olasan Ömer Yetim kalasan Ömer, türküsünü söylerler... Kınası yakılan gelin baba evinden ayrılmadan önce büyüklerinin ellerini, arkadaşlarının yüzlerini öperek gözyaşları arasında veda ederek ayrılır. O yanı keçe bı yanı keçe Kız anasının emegi heçe Hala hala heey.... Oğlan tarafı gelini alarak kız evinden ayrılırlar. “Masa üstünde bekmez Bı bekmez biye yetmez Şu Urfa’nın kızları Taksisiz gelin getmez.” “Ay doğar ayazlanır Gün doğar beyazlanır Gelin olacah kızlar Hem gider hem nazlanır” Hala hala heey... Gelin, önceden hazırlanmış olan özel bir odada karşılanır. Kadınlar ise zılgıt çalarak gelini kutlamaya devam ederler. Gelin kapıdan girerken kendisine verilen bir “narı” oda kapısının üst tarafına atarak narı kırar. Kırılarak dağılan nar tanelerinin toplanarak evlenecek yaşa gelmiş, genç kızlara yedirilmesi uğurludur. “Su koydum su tasına Gül koydım ortasına Biz gelini getirdıh Ağamın odasına” Sâbahleyin, gelin ve beraberinde gelenlere özel olarak hazırlanmış kahvaltı sofrası hazırlanır. Öğlenden sonra ise süpha yemeği ikram edilir. Süpha Yemeği Gelin, damat evine getirildiği günün sabahı, gelin evinden başka bir yerde süpha yemeği merasimi düzenlenir. Süpha; pirinç, şeker, et, çekirdeksiz üzüm, nohut, yağ gibi malzemelerle hazırlanır. Yemekte; kuzu içi, Üzlemeli pilav, Etli pilav, tatlı olarak da zerde ikram edilir. Süpha yemeğine istisnasız herkes davet edilir. Oturan gruplar yine gruplar halinde çağrılır. Yemek verme işi devam ederken damadı traş edecek olan berber gelip boş bir odada damadı traş eder. Küvre ve damat berbere ve çırağına bahşiş verirler. Akşam vakti yaklaştığında damada da bu yemeklerden verilir. Daha sonra “damat” ve arkadaşları ”süpha” verilen evden ayrılırlar. Yürüyerek dar sokaklardan geçip “gelinin” bulunduğu kendi evine gelirler. Damat gerdeğe girmeden önce hoca dualar okur ve damat evin kapısından içeri girer. Evin avlusunda baba ve annesinin ellerini öperek zifaf odasına girer. Güvegi Hamamı Damat, evliliğin sabahı erken saatlerde akraba ve arkadaşları tarafından hamama götürülür. Damat, daha önceden hamamcı haberdar edildiğinden oturması için zeytin dalları ile süslenmiş olan tahta oturtulur. Hamama davet edilen misafirler yıkanıp çıktıktan sonra damat da yıkanarak yine bu tahtta oturur. Kutlamaları kabul eder. Damadın arkadaşlarından biri “Hamam yimegini ben yapıyam” diyerek hamama gelen misafirleri yemeğe davet eder. Yemeği yapan kimsenin evinde toplanılır ve yörenin yemeklerinden olan mevsimine göre patlıcanlı, domatesli, elmalı, yoğurtlu kebaplardan yapılır. Üstüne de tatlı olarak yine kadayıf ikram edilir. Yemekten sonra arkadaşları, yakınları, damadı evine götürürler. Kendileri de işlerinin başına dönerler. Yanı gün, “gelin” ise kocası başta olmak üzere kayınbabasına, kaynanasına, kaynına, görümüne çeşitli hediyeler verir. Buna çeyiz günü denir. Duvak Günü Evliliğin ikinci günü duvak günüdür. O gün gelinin yakınları, tanıdıkları gelin evine gelirler. Damat ise duvak yemeğinin hazırlanması için bir koç aldırır. Yemekler hazırlanır, gelin ise gelinliğini giyinip yüzünü gelin duvağı ile kapatıp gelip misafirlerin yanına oturur. Oğlan evinden 8-10 yaşlarında bir erkek çocuk gelinin duvağını kaçırır ve duvağı damada götürerek damattan bahşiş alır. Kadınlar bu duvak kaçırma anında yine zılgıt çalarak bunu kutlarlar. Duvak kaçırma sabahleyin yapılır. Duvak gününe gelenler çeşitli hediyeler verirler. Bu hediye verenler genelde çok yakın akraba olanlardır. Duvak akşama kadar devam eder. Yemekler yenir. Duvak gününe gelinin annesinden başka bütün akrabalar katılırlar. Duvak gününün akşamı ise gelinin annesi, kızını ve damadını “akşam yemeği”ne çağırır. Damat kaynanasının elini öptüğünde ona çeşitli hediyeler verir. Gelin Hamamı Evliliğin onbeşinci günü (Cumartesi veya Perşembe) bütün dost ve akrabalar hamama davet edilir. Gelin, baba evinden çeyiz olarak getirdiği hamam takımlarını bir bohça içerisinde getirir. Bu bohçayı getiren natır ve gelini yıkayan, bohçasını açan kaymelere hamamdan sonra bol bahşiş verilir. Genellikle Yıldız Hamamı’na gidilir (bu hamam şimdi yoktur). İnanışa göre Yıldız Hamamı’na giden gelin kocasına parlak, alımlı, yıldız gibi görünür veya Cincıklı Hamam’a gidilir ki gelin kocasına cincık gibi görünsün. Hamam o gün ücretli müşteri almaz, bütün masrafları oğlan evi karşılar. Hamamda bulunan bir tahtın üstüne halılar, minderler serilir. Onların üstüne el işlemeli beyaz örtüler yayılır. Hamama davet edilen bütün misafirlere damat tarafından yaptırılan kebaplar ve tatlılar ikram edilir. Ayrıca “damat evi” tarafından evde hedik hazırlanarak hamama getirilir. Gelin ise güvegi hamamında olduğu gibi misafirlerden sonra yıkanıp kendisi için hazırlanan yerde oturur. Zeytin dalları ile süslenmiş olan tahttaki mumlar yakılır. Gelini kutlayan misafirler hamamdan ayrılırlar KAYNAK .https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-80847/sanliurfa-evlenme-adetleri.html RESSAM Remzi Kara
    0 Comentários 0 Compartilhamentos
Páginas Impulsionadas