• Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?..

    Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır.

    Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış.

    Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi.

    Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti...
    Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri:
    Kayseri Güpgüpoğlu Konağında,
    Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında,
    Sivas Ulu Cami karşısında,
    Denizli’de Meserret Sokak’ta,
    Topkapı Sarayı’nda,
    İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda,
    Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde,
    Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır..

    Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş...
    Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?.. Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır. Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi. Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti... Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri: Kayseri Güpgüpoğlu Konağında, Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında, Sivas Ulu Cami karşısında, Denizli’de Meserret Sokak’ta, Topkapı Sarayı’nda, İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda, Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde, Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır.. Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş... Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • ŞAMAMA...
    Öyle bir kavun düşünün ki elma büyüklüğünde, parfüm kadar etkili mis gibi kokan bir lezzet.
    Şamama kavunu günümüzde unutulmuş lezzetlerden biridir.

    Arapçadaki “şemm (hoş kokan,güzel kokulu)” sözcüğünden türemiştir. Şamama ile ilgili en eski kayıtlar Divanü Lugat-ıt Türk’te karşımıza çıkmaktadır.
    Eskiden evlerde evin birçok noktasına asılır, elbiselerin arasına konulur, gelin çeyizlerine eklenir, askere giden gençlerin bohçalarına konulan bir parfümdür.
    Şamama kavunu, günümüz kavunları gibi tatlı değildi, bundan dolayı yiyecek olarak tüketilmezdi.
    Fakat aroması bir çok lezet için şurup, tatlı, şeker, lokum, şerbet yapımında kullanılmaktaydı. Şamama, hasat edildiği zaman çok güzel kokmazmış.
    Un ve ya kepek çuvallarının içinde 2 hafta bekletildikten sonra mis gibi kokmaya başlarmış.
    Anadolu’nun hemen hemen heryerinde yetişebilen bir meyvedir.
    Anadolu’daki bazı isimleri şöyledir; alabaş (Osmaniye), cırdatan (Bolu), cırlangıç (Denizli), eşememe (Mersin), şebeden (Maraş) şememe Gaziantep şeklindedir.
    Eşref Bin Muhammed’in 14. yüzyılda yazdığı eserlerinde tıpta şamama koklamanın beyin sağlığına çok iyi geldiğini, tüketmenin ise mide rahatsızlıklarını giderdiğini bildirmektedir.
    Ayrıca Evliya Çelebinin seyahatnamesinde Şamama kavunlarının zenginler ve padişahlar arasında hediye olarak sunulmakta olduğu yazmaktadır.
    Osmanlı döneminde elde şamama taşımak adet haline gelmiştir.
    İnsanlar hem güzel kokmak hem de arada koklayıp mutlu olmak için yanlarında taşırlarmış.
    Anadolu edebiyatını incelediğimizde bir çok şiirde şamama kavunundan bahsetmektedir.
    Geçmişte bir cep telefonu gibi insanların yanlarında taşıdığı, önem vermiş olduğu bu güzellik günümüzde unutulmuştur.
    ŞAMAMA... Öyle bir kavun düşünün ki elma büyüklüğünde, parfüm kadar etkili mis gibi kokan bir lezzet. Şamama kavunu günümüzde unutulmuş lezzetlerden biridir. Arapçadaki “şemm (hoş kokan,güzel kokulu)” sözcüğünden türemiştir. Şamama ile ilgili en eski kayıtlar Divanü Lugat-ıt Türk’te karşımıza çıkmaktadır. Eskiden evlerde evin birçok noktasına asılır, elbiselerin arasına konulur, gelin çeyizlerine eklenir, askere giden gençlerin bohçalarına konulan bir parfümdür. Şamama kavunu, günümüz kavunları gibi tatlı değildi, bundan dolayı yiyecek olarak tüketilmezdi. Fakat aroması bir çok lezet için şurup, tatlı, şeker, lokum, şerbet yapımında kullanılmaktaydı. Şamama, hasat edildiği zaman çok güzel kokmazmış. Un ve ya kepek çuvallarının içinde 2 hafta bekletildikten sonra mis gibi kokmaya başlarmış. Anadolu’nun hemen hemen heryerinde yetişebilen bir meyvedir. Anadolu’daki bazı isimleri şöyledir; alabaş (Osmaniye), cırdatan (Bolu), cırlangıç (Denizli), eşememe (Mersin), şebeden (Maraş) şememe Gaziantep şeklindedir. Eşref Bin Muhammed’in 14. yüzyılda yazdığı eserlerinde tıpta şamama koklamanın beyin sağlığına çok iyi geldiğini, tüketmenin ise mide rahatsızlıklarını giderdiğini bildirmektedir. Ayrıca Evliya Çelebinin seyahatnamesinde Şamama kavunlarının zenginler ve padişahlar arasında hediye olarak sunulmakta olduğu yazmaktadır. Osmanlı döneminde elde şamama taşımak adet haline gelmiştir. İnsanlar hem güzel kokmak hem de arada koklayıp mutlu olmak için yanlarında taşırlarmış. Anadolu edebiyatını incelediğimizde bir çok şiirde şamama kavunundan bahsetmektedir. Geçmişte bir cep telefonu gibi insanların yanlarında taşıdığı, önem vermiş olduğu bu güzellik günümüzde unutulmuştur.
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • “Bak, bizi bekliyor güneş ve çiçek
    Davran, yoksa bu yağmur da bitecek...”

    Nurullah Genç

    #cinsdergi #nurullahgenç #edebiyat #sanat
    “Bak, bizi bekliyor güneş ve çiçek Davran, yoksa bu yağmur da bitecek...” Nurullah Genç #cinsdergi #nurullahgenç #edebiyat #sanat
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • Uluğ Bey Medresesi: Semerkand'ın Tarihi Eğitim Merkezi

    **Tarih ve Kültür Mirası:** Uluğ Bey Medresesi, Semerkand'ın tarihi ve kültürel mirasının önemli bir parçasıdır.

    **Eğitim Alanları:** 15. yüzyılda Uluğ Bey tarafından inşa edilmiş olup matematik, astronomi, felsefe ve edebiyat gibi alanlarda eğitim vermiştir.

    **Mimari Özellikler:** Medresenin mimarisi dikkat çekicidir ve Osmanlı medreselerine de etkisi olmuştur.

    #UluğBeyMedresesi #Semerkand #Tarih #Kültür #Özbekistan #Eğitim #Restorasyon #Turizm
    ✨Uluğ Bey Medresesi: Semerkand'ın Tarihi Eğitim Merkezi 🏛️ **Tarih ve Kültür Mirası:** Uluğ Bey Medresesi, Semerkand'ın tarihi ve kültürel mirasının önemli bir parçasıdır. 📚 **Eğitim Alanları:** 15. yüzyılda Uluğ Bey tarafından inşa edilmiş olup matematik, astronomi, felsefe ve edebiyat gibi alanlarda eğitim vermiştir. 🏰 **Mimari Özellikler:** Medresenin mimarisi dikkat çekicidir ve Osmanlı medreselerine de etkisi olmuştur. 🏷️ #UluğBeyMedresesi #Semerkand #Tarih #Kültür #Özbekistan #Eğitim #Restorasyon #Turizm
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • İSLAM FELSEFESİNİN KAYNAKLARINDAN BİRİ OLARAK HARRAN AKADEMİSİ VE SÜRYANİ FELSEFESİ
    Harran, Urfa ve Rasül-Ayn (Ceylanpınar) arasında kurulu eski bir yerleşim yeridir. İskender’in doğu seferi sırasında Yunanistanlı bir çok bilgin Harran’a yerleşti. Yunanistan ve Makedonya asıllı insanların Harran’a yerleşmeleri ve gök cisimlerini tanrılar olarak görmeleri, zamanla buranın“Pagan Kent” olarak kayıtlara geçmesine neden olmuştur.
    Aslında Paganus sözcüğü çiftçi anlamına gelmekte olup, zamanla Hıristiyan olmayıp eski (putperest) dinlerinde kalanlar için kullanılmıştır.[2] Tarihte “Harranlıların dini” olarak bilinen inanç, aslında Yunanistan kökenli insanların getirdiği Pisagoryen öğretiler ile Kildaniler´in [gökbilimcilerin] Babilistan’dan arta kalan inançlarının karışımı olan bir dindir.
    Zira, Pisagor ve ardılları komünal bir topluluk oluşturmuş, kendilerine özgü ritüeller ve giysiler icad etmiş ve tapınaklar inşa etmişlerdir. Bunun bir benzerine de Harran’da yerleşmiş olan halk sahipti.[3]
    Harranlılar, ruhun göçmesi inancına inanıyorlar ya da ruhun bedenden ayrıldıktan sonra yıldızlar dünyasında kaldığına inanıyorlardı. Onlara göre iki dünya vardır:
    a) Gökler dünyası ve
    b) Ay küresinin altındaki dünya.
    Yer küresi, gök, güneş ve yıldızlar yaratılmamış olup, ezelidirler. Harranlılar peygamberlere de inanmıyorlardı. Onların peygamberleri, filozoflar ve bilginlerdi.[4] Görüldüğü gibi doğu ve batı kültür ve inançlarının karışımı bir din olan Harranlılar´ın dini eklektik bir yapıya sahiptir.
    Hıristiyanlığın ilk yüzyılında Harran’da Yunanlılar, Kildaniler ve Araplar oturuyordu.[5] Hıristiyanlık güçlenip Doğu Roma devletinin resmi dini haline geldiğinde Hıristiyanlar, Harranlılar´ın Hıristiyan olmalarını istedi ancak başarılı olamadılar.
    Bu nedenle Harran’a “Helenopolis” adını verdiler. Harran, yeni dini kabul etmek istemeyen Yunanlılar´ın ve diğer karşıtların merkezi haline geldi. Bu din bağlıları, İslam güçleri bölgeyi ele geçirdikten sonra, Halife Me’mun zamanında öldürülmekten kurtulmak için kendilerine “Sabiiler” adını verdiler[6]
    Bölgenin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinden sonra, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Harranlılar ve Bardaysan’ın ardılları arasında yazgı ve özgür irade ile ilgili tanrıbilimsel ve felsefi tartışmalar meydana gelmiştir. Hıristiyanlar ve Bardaysan’ın ardıllarına göre, insan özgürdür ve etkinliklerinde de yine özgürdür. Bu düşünce o dönemde gelişmekte olan Mutezile bilginlerini etkilemiş gibi görünmektedir.
    Diğer tarafın görüşüne yani Harranlılara göre ise, meydana gelen her şey, Allah’ın takdir etmesi ve gök cisimleri tarafından yönetilen yazgı ile meydana gelir. İnsan etkinliklerinde özgür değildir. Bu düşünce de İslam düşüncesinde o dönem varlığını sürdüren Cebriye mezhebini ve Emevi halifelerinin desteklediği düşünceleri etkilemişe benzemektedir.[7]
    Harranlılar Süryanice konuşuyorlardı. Yıldızların ruh sahibi olduğu ve tanrı ile insan arasında aracı olduğu inancına sahiptiler. Bu nedenle yıldızlar için törenler ve heykeller meydana getirmiş, yıldızlara insan ve hayvanları kurbanlar olarak sunmuşlardır. Harranlılar´ın inşa ettiği heykeller, belirli geometrik ölçülerle yapılıyordu. Bu nedenle astronomi ve geometride çok önemli çalışmalar yapmışlardır.
    Harran’da kurulan akademi, İskenderiye’den Antakya’ya göç eden akademinin bir devamı idi.[8] Bu akademiyi Antakya’dan Harran’a taşıyan biri Harranlı diğeri Mervli olan iki bilgindi.[9] Bu akademide yetişmiş önemli filozoflar şunlardır:
    Teodor Ebu-Qurra, Yakubi ruhbanlardan Teodosiyos Romanos (öl. 896), İslam düşünürlerinden Farabi’ye de hocalık yapan ünlü Hıristiyan tanrıbilimcisi Yuhanna Bar-Haylan (860-920) ve en önemlisi de daha sonra Bağdat’a taşınacak akademide bir çok önemli çeviri etkinliğine katkıda bulunan ve bir çok önemli felsefi eser bırakan Sabii kökenli Sabit Bar-Qurra (821-901) ve onun oğlu Sinan Bar-Sabit Qurra’dır. Bu bilginlere az sonra değineceğiz ama öncelikle akademinin eğitimi hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olur kanısındayım.
    Akademide öğrenci üç aşamalı bir eğitimden geçirilirdi. Birinci aşamada çocuk küçük yaşta okula alınır, gizemler bilgisine sahip olsun diye belli bir eğitim programından geçirilirdi. İlk olarak Süryanice, Yunanca ve Arapça dillerine sahip olmaları sağlanırdı. İkinci aşamada edebiyat dersleri ile beraber Matematik, Astronomi ve Müzik dersleri verilirdi. Matematik dersinin amacı, ileride felsefe ve ileri düzeyde astronomi dersleri ile tanışacak öğrencinin zihni etkinliğini geliştirmektir.
    Bu aşamanın sonunda öğrenci, Yunanca ve Süryanice’den Arapça’ya kolaylıkla çeviri yapabilme düzeyine geliyor ve Euklides, Batlamyus gibi bilginlerin eserlerini anlayacak düzeye ulaşıyordu. Üçüncü aşama ise, yüksek öğrenimin karşılığıydı. Bu aşamada öğrenci Felsefe, Tıp ve Matematik dersleri alırdı. Yine bu aşamada öğrenci artık yavaş yavaş küçük bilimsel eserler yazmaya başlıyordu. Yapıt basımı ve cilt işi de bu aşamada öğrenilirdi.[10]
    Bu akademi tıpkı Platon’un Atina Akademisinde olduğu gibi kapısında “kendini bilen tanrısını bilir” ifadesi yazılıydı. Bu akademi yaklaşık olarak yarım yüzyıl etkinlik gösterdikten sonra Bağdat’a aktarılmıştır.[11]



    Süryani Araştırmalar Derneği ܒܝܬ ܒܘܚ̈ܢܐ ܣܘܪ̈ܝܝܐ
    osnrtdoSpe580ıf6au0gkm97A9265i00aa235831r09l4f80 191t2i c01l ·
    Nesim Doru: İSLAM FELSEFESİNİN KAYNAKLARINDAN BİRİ OLARAK HARRAN AKADEMİSİ VE SÜRYANİ FELSEFESİ
    İSLAM FELSEFESİNİN KAYNAKLARINDAN BİRİ OLARAK HARRAN AKADEMİSİ VE SÜRYANİ FELSEFESİ Harran, Urfa ve Rasül-Ayn (Ceylanpınar) arasında kurulu eski bir yerleşim yeridir. İskender’in doğu seferi sırasında Yunanistanlı bir çok bilgin Harran’a yerleşti. Yunanistan ve Makedonya asıllı insanların Harran’a yerleşmeleri ve gök cisimlerini tanrılar olarak görmeleri, zamanla buranın“Pagan Kent” olarak kayıtlara geçmesine neden olmuştur. Aslında Paganus sözcüğü çiftçi anlamına gelmekte olup, zamanla Hıristiyan olmayıp eski (putperest) dinlerinde kalanlar için kullanılmıştır.[2] Tarihte “Harranlıların dini” olarak bilinen inanç, aslında Yunanistan kökenli insanların getirdiği Pisagoryen öğretiler ile Kildaniler´in [gökbilimcilerin] Babilistan’dan arta kalan inançlarının karışımı olan bir dindir. Zira, Pisagor ve ardılları komünal bir topluluk oluşturmuş, kendilerine özgü ritüeller ve giysiler icad etmiş ve tapınaklar inşa etmişlerdir. Bunun bir benzerine de Harran’da yerleşmiş olan halk sahipti.[3] Harranlılar, ruhun göçmesi inancına inanıyorlar ya da ruhun bedenden ayrıldıktan sonra yıldızlar dünyasında kaldığına inanıyorlardı. Onlara göre iki dünya vardır: a) Gökler dünyası ve b) Ay küresinin altındaki dünya. Yer küresi, gök, güneş ve yıldızlar yaratılmamış olup, ezelidirler. Harranlılar peygamberlere de inanmıyorlardı. Onların peygamberleri, filozoflar ve bilginlerdi.[4] Görüldüğü gibi doğu ve batı kültür ve inançlarının karışımı bir din olan Harranlılar´ın dini eklektik bir yapıya sahiptir. Hıristiyanlığın ilk yüzyılında Harran’da Yunanlılar, Kildaniler ve Araplar oturuyordu.[5] Hıristiyanlık güçlenip Doğu Roma devletinin resmi dini haline geldiğinde Hıristiyanlar, Harranlılar´ın Hıristiyan olmalarını istedi ancak başarılı olamadılar. Bu nedenle Harran’a “Helenopolis” adını verdiler. Harran, yeni dini kabul etmek istemeyen Yunanlılar´ın ve diğer karşıtların merkezi haline geldi. Bu din bağlıları, İslam güçleri bölgeyi ele geçirdikten sonra, Halife Me’mun zamanında öldürülmekten kurtulmak için kendilerine “Sabiiler” adını verdiler[6] Bölgenin Müslümanlar tarafından ele geçirilmesinden sonra, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Harranlılar ve Bardaysan’ın ardılları arasında yazgı ve özgür irade ile ilgili tanrıbilimsel ve felsefi tartışmalar meydana gelmiştir. Hıristiyanlar ve Bardaysan’ın ardıllarına göre, insan özgürdür ve etkinliklerinde de yine özgürdür. Bu düşünce o dönemde gelişmekte olan Mutezile bilginlerini etkilemiş gibi görünmektedir. Diğer tarafın görüşüne yani Harranlılara göre ise, meydana gelen her şey, Allah’ın takdir etmesi ve gök cisimleri tarafından yönetilen yazgı ile meydana gelir. İnsan etkinliklerinde özgür değildir. Bu düşünce de İslam düşüncesinde o dönem varlığını sürdüren Cebriye mezhebini ve Emevi halifelerinin desteklediği düşünceleri etkilemişe benzemektedir.[7] Harranlılar Süryanice konuşuyorlardı. Yıldızların ruh sahibi olduğu ve tanrı ile insan arasında aracı olduğu inancına sahiptiler. Bu nedenle yıldızlar için törenler ve heykeller meydana getirmiş, yıldızlara insan ve hayvanları kurbanlar olarak sunmuşlardır. Harranlılar´ın inşa ettiği heykeller, belirli geometrik ölçülerle yapılıyordu. Bu nedenle astronomi ve geometride çok önemli çalışmalar yapmışlardır. Harran’da kurulan akademi, İskenderiye’den Antakya’ya göç eden akademinin bir devamı idi.[8] Bu akademiyi Antakya’dan Harran’a taşıyan biri Harranlı diğeri Mervli olan iki bilgindi.[9] Bu akademide yetişmiş önemli filozoflar şunlardır: Teodor Ebu-Qurra, Yakubi ruhbanlardan Teodosiyos Romanos (öl. 896), İslam düşünürlerinden Farabi’ye de hocalık yapan ünlü Hıristiyan tanrıbilimcisi Yuhanna Bar-Haylan (860-920) ve en önemlisi de daha sonra Bağdat’a taşınacak akademide bir çok önemli çeviri etkinliğine katkıda bulunan ve bir çok önemli felsefi eser bırakan Sabii kökenli Sabit Bar-Qurra (821-901) ve onun oğlu Sinan Bar-Sabit Qurra’dır. Bu bilginlere az sonra değineceğiz ama öncelikle akademinin eğitimi hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olur kanısındayım. Akademide öğrenci üç aşamalı bir eğitimden geçirilirdi. Birinci aşamada çocuk küçük yaşta okula alınır, gizemler bilgisine sahip olsun diye belli bir eğitim programından geçirilirdi. İlk olarak Süryanice, Yunanca ve Arapça dillerine sahip olmaları sağlanırdı. İkinci aşamada edebiyat dersleri ile beraber Matematik, Astronomi ve Müzik dersleri verilirdi. Matematik dersinin amacı, ileride felsefe ve ileri düzeyde astronomi dersleri ile tanışacak öğrencinin zihni etkinliğini geliştirmektir. Bu aşamanın sonunda öğrenci, Yunanca ve Süryanice’den Arapça’ya kolaylıkla çeviri yapabilme düzeyine geliyor ve Euklides, Batlamyus gibi bilginlerin eserlerini anlayacak düzeye ulaşıyordu. Üçüncü aşama ise, yüksek öğrenimin karşılığıydı. Bu aşamada öğrenci Felsefe, Tıp ve Matematik dersleri alırdı. Yine bu aşamada öğrenci artık yavaş yavaş küçük bilimsel eserler yazmaya başlıyordu. Yapıt basımı ve cilt işi de bu aşamada öğrenilirdi.[10] Bu akademi tıpkı Platon’un Atina Akademisinde olduğu gibi kapısında “kendini bilen tanrısını bilir” ifadesi yazılıydı. Bu akademi yaklaşık olarak yarım yüzyıl etkinlik gösterdikten sonra Bağdat’a aktarılmıştır.[11] Süryani Araştırmalar Derneği ܒܝܬ ܒܘܚ̈ܢܐ ܣܘܪ̈ܝܝܐ osnrtdoSpe580ıf6au0gkm97A9265i00aa235831r09l4f80 191t2i c01l · Nesim Doru: İSLAM FELSEFESİNİN KAYNAKLARINDAN BİRİ OLARAK HARRAN AKADEMİSİ VE SÜRYANİ FELSEFESİ
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • Kudüs'te teravih

    Peki #Kudüs bizim neyimiz olur

    Bosna'dan M. Yasir Cebeci'nin kaleminden: https://dkp.blob.core.windows.net/dkp-dergi-flippage/Baglar%205/dergi.html (Syf: 23)

    Balkanlar'daki Türk edebiyatının sesi #Bağlar 5. sayısı ile yayında!
    📸 Kudüs'te teravih Peki #Kudüs bizim neyimiz olur❓ 📖 Bosna'dan M. Yasir Cebeci'nin kaleminden: https://dkp.blob.core.windows.net/dkp-dergi-flippage/Baglar%205/dergi.html (Syf: 23) Balkanlar'daki Türk edebiyatının sesi #Bağlar 5. sayısı ile yayında!
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • İstanbul her sokağında gizli hazinelerin yattığı büyük bir miras. Mimari anlamda ise her biri kendi hikâyesine sahip yüzlerce yapının külliyatı olma özelliğini taşıyor. Fatih ilçesinin Laleli semtinde yer alan Tayyare Apartmanları, yakın bir zaman öncesine kadar kendisinin sahibi olan THK’daki (Türk Hava Kurumu) yolsuzluk haberleri ile gündeme gelmiş olsa da İstanbul’un en önemli mimari eserlerinden birisi olduğu şüphesiz.

    Türk Lirası üzerinde yer alacak kadar büyük bir öneme sahip ve Birinci Millî Mimarlık Akımının da öncülerinden Mimar Kemaleddin’in(*) en ünlü eserlerinden birisidir Laleli’deki Tayyare Apartmanları. İlk olarak Harikzedegân (Yangınzede) Apartmanları ismiyle hizmete alınmış olan yapılar bugün Tayyare Apartmanları adıyla bilinmektedirler. Söz konusu yapılar, 1918 yılı Mayıs ayında Cibali’deki büyük yangında yok olan 7500 kadar evin yerine ikâme olacak harikzedeganlar adına inşa edilmiştir. Manizâde Hacı Hüseyin Efendi’nın başkanlığında oluşturulan bir kurul tarafından toplanan bağışlarla 1922 yılında tamamlanan Tayyare Apartmanları, altışar katlı dört blok ve toplamda 124 daireden oluşmaktadır.

    Mimar Kemaleddin’in, oryantalizm ve Art Nouveau gibi akımlara rağbet edildiği bir dönemde Osmanlı Barok ve İslam mimari üslubu sentezini benimseyerek tasarladığı projede, bloklar arasında farklı sokakların buluştuğu iç avlular ortaya çıkar. Aynı zamanda Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin hem ilk toplu konut projesi olması hem de ilk betonarme karkas sistemi ile inşa edilmiş yapısı olması, eserin başka bir önemini daha ortaya çıkarır. Tayyare Apartmanları, 1985 yılına kadar apartman olarak kullanılmıştır. Bugün ise Crowne Plaza’ya ev sahipliği yapmaktadır.

    Mimar Kemaleddin Bey, Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti’nin kurucularındandır. 1909 yılında Evkaf Nezareti’nin başında görev almıştır. Önemli eserleri arasında Şark Demiryolları Şirketi adına projelendirdiği ve bugün her biri tarihi eser niteliği taşıyan Filibe, Sofya, Selanik ve Edirne Garları bulunmaktadır. Bebek Camii, Çamlıca Kız Lisesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi, Gazi Osman Paşa Türbesi, Ankara Palas gibi eserlerin de aynı zamanda mimar başıdır. Fakat kendisinin dünyaca üne kavuşması, 1919 yılında Kudüs müftüsünün özel daveti ile Mescid-i Aksa Camii’nin onarımını gerçekleştiren ekibin başında gösterdiği başarıdan dolayı, İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisi’ne (RIBA) şeref üyesi olarak seçilmesiyle gerçekleşmiştir.
    BİLİM&TARİH SAYFASINDAN ALINTI..
    İstanbul her sokağında gizli hazinelerin yattığı büyük bir miras. Mimari anlamda ise her biri kendi hikâyesine sahip yüzlerce yapının külliyatı olma özelliğini taşıyor. Fatih ilçesinin Laleli semtinde yer alan Tayyare Apartmanları, yakın bir zaman öncesine kadar kendisinin sahibi olan THK’daki (Türk Hava Kurumu) yolsuzluk haberleri ile gündeme gelmiş olsa da İstanbul’un en önemli mimari eserlerinden birisi olduğu şüphesiz. Türk Lirası üzerinde yer alacak kadar büyük bir öneme sahip ve Birinci Millî Mimarlık Akımının da öncülerinden Mimar Kemaleddin’in(*) en ünlü eserlerinden birisidir Laleli’deki Tayyare Apartmanları. İlk olarak Harikzedegân (Yangınzede) Apartmanları ismiyle hizmete alınmış olan yapılar bugün Tayyare Apartmanları adıyla bilinmektedirler. Söz konusu yapılar, 1918 yılı Mayıs ayında Cibali’deki büyük yangında yok olan 7500 kadar evin yerine ikâme olacak harikzedeganlar adına inşa edilmiştir. Manizâde Hacı Hüseyin Efendi’nın başkanlığında oluşturulan bir kurul tarafından toplanan bağışlarla 1922 yılında tamamlanan Tayyare Apartmanları, altışar katlı dört blok ve toplamda 124 daireden oluşmaktadır. Mimar Kemaleddin’in, oryantalizm ve Art Nouveau gibi akımlara rağbet edildiği bir dönemde Osmanlı Barok ve İslam mimari üslubu sentezini benimseyerek tasarladığı projede, bloklar arasında farklı sokakların buluştuğu iç avlular ortaya çıkar. Aynı zamanda Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin hem ilk toplu konut projesi olması hem de ilk betonarme karkas sistemi ile inşa edilmiş yapısı olması, eserin başka bir önemini daha ortaya çıkarır. Tayyare Apartmanları, 1985 yılına kadar apartman olarak kullanılmıştır. Bugün ise Crowne Plaza’ya ev sahipliği yapmaktadır. Mimar Kemaleddin Bey, Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti’nin kurucularındandır. 1909 yılında Evkaf Nezareti’nin başında görev almıştır. Önemli eserleri arasında Şark Demiryolları Şirketi adına projelendirdiği ve bugün her biri tarihi eser niteliği taşıyan Filibe, Sofya, Selanik ve Edirne Garları bulunmaktadır. Bebek Camii, Çamlıca Kız Lisesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi, Gazi Osman Paşa Türbesi, Ankara Palas gibi eserlerin de aynı zamanda mimar başıdır. Fakat kendisinin dünyaca üne kavuşması, 1919 yılında Kudüs müftüsünün özel daveti ile Mescid-i Aksa Camii’nin onarımını gerçekleştiren ekibin başında gösterdiği başarıdan dolayı, İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisi’ne (RIBA) şeref üyesi olarak seçilmesiyle gerçekleşmiştir. BİLİM&TARİH SAYFASINDAN ALINTI..
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • HİNDISTAN'IN TÜRK HÜKÜMDARI BABÜR ŞAH

    Babür İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk hükümdarı. Soyu, baba tarafından Timur anne tarafından Cengiz Han'a dayanan Babür Şah, 1519'dan itibaren Hindistan'a düzenlediği seferler sonunda bütün Kuzey Hindistan’ı kontrol altına alıp 1526’da Delhi Sultanlığı'na son vererek günümüzdeki Afganistan, Pakistan ve Hindistan'ın kuzeyini kapsayan topraklar üzerinde Babür İmparatorluğu'nu kurdu.

    Babür Şah'ın Çağatay dönemi edebiyatına önemli katkıları olmuştur. Çağatay Türkçesi ile kaleme aldığı ve yaptıklarını kronolojik olarak anlattığı Babürnâme Türk edebiyat tarihinin nesir türündeki başyapıtlarından biri olarak kabul edilir. Babür Şah, 26 Aralık 1530'da Agra'da 48 yaşında hayatını kaybetmiştir. Vefatının 493. yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. Yüce ruhu şad olsun.
    HİNDISTAN'IN TÜRK HÜKÜMDARI BABÜR ŞAH Babür İmparatorluğu'nun kurucusu ve ilk hükümdarı. Soyu, baba tarafından Timur anne tarafından Cengiz Han'a dayanan Babür Şah, 1519'dan itibaren Hindistan'a düzenlediği seferler sonunda bütün Kuzey Hindistan’ı kontrol altına alıp 1526’da Delhi Sultanlığı'na son vererek günümüzdeki Afganistan, Pakistan ve Hindistan'ın kuzeyini kapsayan topraklar üzerinde Babür İmparatorluğu'nu kurdu. Babür Şah'ın Çağatay dönemi edebiyatına önemli katkıları olmuştur. Çağatay Türkçesi ile kaleme aldığı ve yaptıklarını kronolojik olarak anlattığı Babürnâme Türk edebiyat tarihinin nesir türündeki başyapıtlarından biri olarak kabul edilir. Babür Şah, 26 Aralık 1530'da Agra'da 48 yaşında hayatını kaybetmiştir. Vefatının 493. yılında rahmet ve minnetle anıyoruz. Yüce ruhu şad olsun.
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • IV. Murat Devri Doğu Seferlerinde Nehir Taşımacılığı…
    Bağdat ve Basra taraflarına yürütülen seferlerde Dicle Nehri’nin yanında kullanılan diğer suyolu güzergâhı Fırat Nehri’ydi. Fırat Nehri üzerinden taşımanın başladığı yer Birecik’ti10 . Öyle ki Fırat Nehri Toroslardaki sarp, engebeli arazideki akış hızı yüksek ve dar geçitlerinden yol aldıktan sonra Birecik’ten itibaren ulaşım için elverişli bir güzergâhta seyretmekte ve bu noktadan itibaren -Dicle’de olduğu gibi- sallar yahut keleklerle Basra’ya kadar tek yönlü taşımacılık yapılmaktaydı11. Birecik İskelesi’nden mutat yürütülen ticari taşımacılığın yanında askerî ihtiyaçlar doğrultusunda da önemli ölçüde nakliyat yürütülmüştü. Birecik bu esnada sadece askerî amaçlı taşımacılığın başlangıç noktası olarak değil, aynı zamanda bu taşımacılık için gerekli küçük ölçekli teknelerin inşa merkezi olarak da rol almıştı. Özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, Bağdat ve Basra merkezli askerî operasyonlarda Birecik’e bu çerçevede emirler gönderilmişti. Mesela 1552 senesinde Halep zaimlerinden Mustafa’nın nezaretinde 300 adet geminin/sandalın inşası istenmişti12. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Basra’da ortaya çıkan Ulyanoğlu isyanı esnasında da Birecik’ten askerî amaçlı gemi inşası istenmişti. Bu çerçevede A‘zaz ve Kilis sancağı beyi Canbolad Bey’den 1565 tarihinde 400 adet geminin inşası talep edilmişti. Bu gemilerin 250 adedi asker, 150 adedi ise zahire taşımak maksadıyla yapılması öngörülmüştü13 . Birecik merkezli olarak Fırat suyolunda kullanılmak üzere askerî taşımacılık amacıyla bir başka gemi inşa faaliyeti XVII. yüzyılın başında gerçekleşmişti. Buna göre Kuyucu Murat Paşa’nın Celali seferi esnasında, eşkıyalar elinde bulunan Bağdat’a yapılması planlanan bir askeri hareket için 100 adet geminin/teknenin tamiri bitirilip, sefere hazır hale getirilmişti14 . Bununla beraber XVII. yüzyılda askerî amaçlarla Fırat ve Dicle suyolunun en yoğun kullanıldığı zaman dilimi IV. Murat dönemiydi. Nitekim Bekir Subaşı hadisesinden sonra Bağdat’ın Safevi Devleti’nce işgal edilmesinin akabinde, Osmanlı Devleti’nin dış siyasetinin merkezine Bağdat meselesi oturmuştu. Bağdat’ın geri alınmasına kadar muhtelif askerî operasyon denemeleriyle devam eden bu süreçte, sefer organizasyonlarının bir parçası olarak nehir taşımacılığı da yapılmıştı.
    KAYNAK
    Sufunu’l-İslamiyye alâ Hurufi’l-Mu’cem, İskenderiye 1974, s. 134. R. Dozy, Supplement Aux Dictionnarres Arabes, C.2, Brill, Leyde 1881, s.493. 5 Cengiz Orhonlu-Turgut Işıksal, “Osmanlı Devrinde Nehir Nakliyatı Hakkında Araştırmalar Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S. 17-18 C. XIII, s. 91. 6 Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi (BOA), Mühimme Defteri (Bundan sonra MD),7, h. 305, s. 117. 7 Metin Tuncel, Abdülkerim Özaydın, “Cizre” DİA, C.8, İstanbul 1993, s. 37, 39. 8 MD, 7, s. 257, h. 719. 9 Orhonlu-Işıksal, agm, s. 95-96. 10 Orhonlu-Işıksal, agm, s. 79; Nejat Göyünç, “Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat”, Belleten, C. LXV, S. 243, Ankara 2001, s. 656, 659. 11 M. Streck, “Birecik”, İA., C. II, MEB Yay., İstanbul 1979, s. 629-631; Ahmet Yiğit, “Osmanlı Devleti'nin Payas ve Birecik Limanları üzerinden Bağdat’a Askeri Malzeme Nakline Dair Ayıntab Şer’iyye Sicillerinden Bazı Belgeler”, 38. ICANAS Bildiri Kitabı, C. VII, Ankara 2012, s. 3398-3399. 12 Ali Yılmaz, XVI. Yüzyılda Birecik Sancağı, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1996, s.169. Ali Yılmaz, “Birecik’te Gemi İnşası”, Uluslararası Türk Denizcilik ve Piri Reis Sempozyumu 26-29 Eylül 2013, Türk Denizcilik Tarihi Bildiriler, 6. Cilt, TTK. Yay., Ankara 2014, s. 103-104.
    History Studies
    IV. Murat Devri Doğu Seferlerinde Nehir Taşımacılığı… Bağdat ve Basra taraflarına yürütülen seferlerde Dicle Nehri’nin yanında kullanılan diğer suyolu güzergâhı Fırat Nehri’ydi. Fırat Nehri üzerinden taşımanın başladığı yer Birecik’ti10 . Öyle ki Fırat Nehri Toroslardaki sarp, engebeli arazideki akış hızı yüksek ve dar geçitlerinden yol aldıktan sonra Birecik’ten itibaren ulaşım için elverişli bir güzergâhta seyretmekte ve bu noktadan itibaren -Dicle’de olduğu gibi- sallar yahut keleklerle Basra’ya kadar tek yönlü taşımacılık yapılmaktaydı11. Birecik İskelesi’nden mutat yürütülen ticari taşımacılığın yanında askerî ihtiyaçlar doğrultusunda da önemli ölçüde nakliyat yürütülmüştü. Birecik bu esnada sadece askerî amaçlı taşımacılığın başlangıç noktası olarak değil, aynı zamanda bu taşımacılık için gerekli küçük ölçekli teknelerin inşa merkezi olarak da rol almıştı. Özellikle XVI. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, Bağdat ve Basra merkezli askerî operasyonlarda Birecik’e bu çerçevede emirler gönderilmişti. Mesela 1552 senesinde Halep zaimlerinden Mustafa’nın nezaretinde 300 adet geminin/sandalın inşası istenmişti12. XVI. yüzyılın ikinci yarısında Basra’da ortaya çıkan Ulyanoğlu isyanı esnasında da Birecik’ten askerî amaçlı gemi inşası istenmişti. Bu çerçevede A‘zaz ve Kilis sancağı beyi Canbolad Bey’den 1565 tarihinde 400 adet geminin inşası talep edilmişti. Bu gemilerin 250 adedi asker, 150 adedi ise zahire taşımak maksadıyla yapılması öngörülmüştü13 . Birecik merkezli olarak Fırat suyolunda kullanılmak üzere askerî taşımacılık amacıyla bir başka gemi inşa faaliyeti XVII. yüzyılın başında gerçekleşmişti. Buna göre Kuyucu Murat Paşa’nın Celali seferi esnasında, eşkıyalar elinde bulunan Bağdat’a yapılması planlanan bir askeri hareket için 100 adet geminin/teknenin tamiri bitirilip, sefere hazır hale getirilmişti14 . Bununla beraber XVII. yüzyılda askerî amaçlarla Fırat ve Dicle suyolunun en yoğun kullanıldığı zaman dilimi IV. Murat dönemiydi. Nitekim Bekir Subaşı hadisesinden sonra Bağdat’ın Safevi Devleti’nce işgal edilmesinin akabinde, Osmanlı Devleti’nin dış siyasetinin merkezine Bağdat meselesi oturmuştu. Bağdat’ın geri alınmasına kadar muhtelif askerî operasyon denemeleriyle devam eden bu süreçte, sefer organizasyonlarının bir parçası olarak nehir taşımacılığı da yapılmıştı. KAYNAK Sufunu’l-İslamiyye alâ Hurufi’l-Mu’cem, İskenderiye 1974, s. 134. R. Dozy, Supplement Aux Dictionnarres Arabes, C.2, Brill, Leyde 1881, s.493. 5 Cengiz Orhonlu-Turgut Işıksal, “Osmanlı Devrinde Nehir Nakliyatı Hakkında Araştırmalar Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, S. 17-18 C. XIII, s. 91. 6 Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi (BOA), Mühimme Defteri (Bundan sonra MD),7, h. 305, s. 117. 7 Metin Tuncel, Abdülkerim Özaydın, “Cizre” DİA, C.8, İstanbul 1993, s. 37, 39. 8 MD, 7, s. 257, h. 719. 9 Orhonlu-Işıksal, agm, s. 95-96. 10 Orhonlu-Işıksal, agm, s. 79; Nejat Göyünç, “Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat”, Belleten, C. LXV, S. 243, Ankara 2001, s. 656, 659. 11 M. Streck, “Birecik”, İA., C. II, MEB Yay., İstanbul 1979, s. 629-631; Ahmet Yiğit, “Osmanlı Devleti'nin Payas ve Birecik Limanları üzerinden Bağdat’a Askeri Malzeme Nakline Dair Ayıntab Şer’iyye Sicillerinden Bazı Belgeler”, 38. ICANAS Bildiri Kitabı, C. VII, Ankara 2012, s. 3398-3399. 12 Ali Yılmaz, XVI. Yüzyılda Birecik Sancağı, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1996, s.169. Ali Yılmaz, “Birecik’te Gemi İnşası”, Uluslararası Türk Denizcilik ve Piri Reis Sempozyumu 26-29 Eylül 2013, Türk Denizcilik Tarihi Bildiriler, 6. Cilt, TTK. Yay., Ankara 2014, s. 103-104. History Studies
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
  • PEŞAVERİ ABDURRAHMAN BEY!

    Hindistan'da varlıklı bir ailenin çocuğuyken 26 yaşında, ceketini, elbiselerini ve kitaplarını satarak ailesinden gizlice zor durumda olan Müslümanlara yardım için 1912'de İstanbul'a gelen ve bir daha dönmeyen Peşaverli Abdurrahman Bey (Abdurrahman Peşaveri), Anadolu Ajansı'nın (AA) ilk çalışanı olarak kayıtlara geçti.

    Ajansın kuruluş aşamalarında da çalışan Peşaveri, ajansta çalıştığı süre boyunca özellikle Yunan ordusunun Anadolu'da yaptığı katliamların Avrupa kamuoyuna duyurulması için özel çaba sarf etti.

    Yedikıta Kültür ve Tarih Dergisi'nin son sayısında TBMM Dış İlişkiler ve Protokol Başkanlığı'nda tercüman olarak görev yapan serbest tarih araştırmacısı Mücahit Arslan imzasıyla yer alan habere göre, Peşaverli Abdurrahman Bey veya Abdurrahman Samdani olarak da bilinen Peşaveri, 1886'da Hindistan'ın Kuzey-Batı sınır eyaletinin, şu anda da Pakistan'ın Haybet-Peştunya Eyaleti'nin başkenti Peşaver'de doğdu.

    Keşmir'den 1880'de Peşaver'e göç eden zengin bir müteahhit olan Gulam Samdani'nin oğlu Peşaveri, 12 kardeşi gibi iyi bir eğitim aldı, ilk ve orta tahsilini Peşaver'de tamamladı, lise eğitimi için Hindistan'da Aligarh Özel İslam Okulu'na gitti.

    Osmanlı tarihini okuyan Peşaveri'ye, Türklere duyduğu hayranlık ve sevgi nedeniyle kardeşleri "Türki Lala" yani "Türk Ağabey" diye hitap etti.

    1. Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, kolejdeki öğrenciler Peşaveri'nin liderliğinde "Hilal-i Ahmer Cemiyeti Türk Yardımlaşma Fonu"na yemek ücretlerinden yaptıkları tasarruflarla yardımda bulundu.

    Edirne için Hindistan'da gözyaşı döktüler

    Gazetelerden savaşın ayrıntılarını takip eden Hindistanlı Müslümanlar, Balkanlarda Müslüman Türklerin, Bulgar ve Sırp çetelerce katledilmesini ağlayarak dinledi. Edirne'nin 1913'te Osmanlı ordusunca Bulgarlardan geri alınmasıyla bütün şehir kandillerle aydınlatıldı.

    Osmanlı'ya destek için çocuğunu sattı

    Yardım çalışmalarına Abdurrahman Peşaveri de öncülük etti, gazetelerde öldürülen Türk kadın ve çocukların resimlerini gören halk, yoksulluklarına rağmen ellerinde ne varsa gözyaşları içinde yardıma koştu.

    Peşaver'de yardımlaşma fonlarına verecek hiçbir şeyi olmayan 20 yaşındaki Gulam Muhammed ile 21 yaşındaki Gulab Din kendilerini Allah için satışa çıkardı, satıştan elde edilen parayı da yardım fonuna vadetti. Böylece kendilerini satın alacak şahsa ömür boyu köle gibi hizmet etmeyi kabul etti.

    Yine Peşaver'de yardım kampanyasına verecek hiçbir şeyi olmayan genç bir kadın 4 aylık bebeğini kampanyaya bağışladığını, açık artırmayla yapılacak satıştan elde edilecek meblağı da fona vereceğini ilan etti, açık artırmaya çıkan bebeği alan Peşaverli bir zengin daha sonra bebeği annesine iade etti. Anne ise aldığı tüm parayı yardım kampanyasına bağışladı.

    Peşaveri İstanbul yolunda

    Hem toplanan paraların teslimi hem de zorda bulunan Osmanlı Ordusu'na yardım için Hindistan Hilal-i Ahmer Cemiyeti, bir tıbbiye heyetini İstanbul'a göndermeye karar verdi.

    Beş doktor, 7 sağlık görevlisi, 10 hasta bakıcının yer aldığı heyet, Bombay'dan 15 Aralık 1912'de İtalyan gemisi Sardegna ile hareket etti. Aden ve Süveyş'i geçerek İskenderiye'ye ulaşan gemi, buradan da Romanya gemisine binerek, 2 hafta sonra İstanbul'a ulaştı.

    Babasından izin alamayacağını düşünerek, ailesinden gizlice heyete dahil olan, parası olmadığından ceketini, elbiselerini ve kitaplarını satarak yolculuk masraflarını karşılayan Peşaveri, 30 Aralık 1912'de İstanbul'a gelen heyette yer aldı.

    Hem hasta bakıcı hem muhabir

    Hasta bakıcılık görevinin yanı sıra Hindistan gazetelerine düzenli haber gönderen Peşaveri, Edirne'yi 5,5 ay kahramanca savunan Mehmed Şükrü Paşa'nın teslim olmak zorunda kalması ve 26 Mart 1913'te Edirne'nin Bulgarlar tarafından işgaliyle derin bir acıya boğuldu.

    Peşaveri kız kardeşine gönderdiği telgrafta üzüntüsünü, "Sevgili kardeşim, Edirne ellerimizden kaydı gitti. Allah bizleri korusun! Bu menfur hadise karşısında çaresizliğimizi tarif bile edemiyorum. Lakin takdir-i ilahiye kim karşı gelebilir? Hayatı pahasına Edirne'yi savunan Şükrü Paşa'yı tarih daima hayırla yad edecektir" sözleriyle dile getirdi

    Sultan Reşad'ın heyete ilgisi

    Enver Paşa'nın talebiyle Çanakkale'de bir sahra hastanesi kuran heyet, savaşın bitmesiyle 1913 yılının Mayıs ayında İstanbul'a döndü. Burada sanat ve edebiyat dünyasının önde gelenleri ile tanışan heyettekiler, İstanbul'dan ayrılmadan Sultan Reşad tarafından Dolmabahçe Sarayı'nda kabul edildi.

    Heyet üyelerine gözyaşları içinde tek tek sarılarak onlara teşekkür eden Sultan Reşad, saray mensuplarını şaşırttı. Çünkü sultanın kabul ettiği insanlara sarıldığı daha önce görülmemişti.

    Peşaveri, Haziran 1913'te ülkesine dönen heyete katılmadı, İstanbul'da yaşananları anbean Hindistan'a bildirdi. Peşaveri, 22 Temmuz 1913'te kız kardeşine, "Sevgili Kardeşim, Türk Ordusu şükürler olsun Edirne'yi kurtardı. İstanbul'da bayram havası var" şeklinde yazdı.

    İngilizlerle savaştı

    Rauf Orbay'ın vasıtasıyla Harp Okulu'na kaydolan Peşaveri, askeri eğitimine Beyrut'ta devam etti, 1. Dünya Savaşı başlayınca teğmen olarak Gelibolu cephesinde savaştı ve 3 kez yaralandı.

    Sultan Reşad, 1915 sonunda Afganistan Kralı Habibullah Han'a Afgan Müslümanların desteğini almak üzere Rauf Bey başkanlığındaki bir heyeti, hediye götürmekle görevlendirdi. Heyete, Urduca ve Farsça bilen Peşaveri de dahil edildi, heyetin yolu Basra'yı işgal eden İngilizlerce İran'da kesildi. Afganistan'dan karayoluyla haca giden bazı Afganlıları silahlandırarak bir kıt'a haline getiren Peşaveri, sınır hattında önemli bir geçidi İngilizlere karşı 36 saat tutarak, heyetin esir düşmesine mani oldu, kendisi de yaralandı. Bu hadiseler üzerine heyet geri dönmek zorunda kaldı.

    AA'nın ilk personeli

    Peşaveri, İstanbul'un itilaf devletlerince işgal edilmesiyle burada gizlendi, İzmir'in işgalinden hemen sonra 25 Mayıs 1919'da Rauf Bey ile gizlice Bandırma'ya geldi. Peşaveri, haziranda Amasya'ya geçerek, Kuvay-ı Milliye'nin İngilizce yazışmalarında görev aldı, AA'nın kuruluş çalışmalarında bulundu.

    AA'nın ilk çalışanı olarak kayıtlara geçen Peşaveri, ajansta çalıştığı süre boyunca özellikle Yunan ordusunun Anadolu'da yaptığı katliamların Avrupa kamuoyuna duyrulması için özel çaba sarf etti.

    Makalenin yazarı Mücahit Arslan, AA'nın kurucuları arasında yer alan Halide Edip Adıvar'ın anılarında, Peşaveri'nin birden fazla dil bildiğinden, ajansın ilk bürosu Milli Mücadele'nin ilk karargahı Ziraat Mektebi binasında ayrılan bölümde kendisiyle birlikte çalıştığını ve söylediklerini daktiloyla haberleştirdiğini anlattığını kaydetti.

    TBMM'nin ilk büyükelçisi

    Milli mücadelede büyük faydalar gösteren Peşaveri, TBMM adına Ağustos 1920'de Afganistan'a "Fevkalade Murahhas" unvanıyla ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı.

    İngilizlerin takibinden kurtulmak için yaptığı 4,5 aylık zorlu yolculuk sonrası Kabil'e varabilen Peşaveri'ye burada Kral Emanullah Han tarafından büyük hüsnükabul gösterildi, kendisine saray tahsis edildi.

    "Anadolu işgal altındayken dönemem"

    Kabil'e büyükelçi olarak geldiğini duyan ailesi Peşaver'e dönmesi için mektup üstüne mektup yazdığı Peşaveri, 10 yıl görmediği ailesine "Vatanım işgal altındadır. Ben hür bir adamım. İngiliz işgali altındaki topraklara gitmem" şeklindeki tarihi cevabını verdi.

    Peşaverli Abdurrahman Bey, daha sonra Kabil'e gelerek kendisiyle Peşaver'e dönmesi için adeta yalvaran annesine "Anne, Anadolu işgal altındayken dönemem" dedi.

    Rauf Bey'e zannedilerek şehit edildi

    Görevini 1922'de Fahreddin Paşa'ya devrettikten sonra İstanbul'a dönen Peşaveri, Rauf Orbay'ın maiyetinde hizmete başladı. Peşaveri, 21 Mayıs 1925 gecesi Beşiktaş'tan Nişantaşı'ndaki evine dönerken meçhul 3 şahıs tarafından tabancayla vuruldu.

    Bir ciğeri parçalanan ve bel kemiği zedelediğinden belden aşağısı felç olan Peşaveri, tüm çabalara rağmen 30 Haziran 1925'te hayata gözlerini yumdu ve Maçka Mezarlığı'na defnedildi.

    Peşaveri'nin beyaz tenli olması ve sima olarak Rauf Orbay'a benzemesi, asıl hedefin Rauf Orbay olduğu iddiasını güçlendirdi.

    Ölüm haberi Hindistan'da büyük bir üzüntüyle karşılanan Peşaverli Abdurrahman Bey'in ismi, okuduğu Aligarh Koleji'nde kaldığı yurt odasına verildi ve Ensari'nin davetlisi olarak 1933'te Hindistan'ı ziyaret eden Rauf Orbay tarafından aynı odaya bir kitabe kondu.

    Ayrıca Peşaver Üniversitesi'ne doğduğu şehir Peşaver'de okullararası spor müsabakaları için Rauf-Rahman Kupası adıyla bir kupa verildi.

    MEKÂNI CENNET OLSUN
    PEŞAVERİ ABDURRAHMAN BEY! Hindistan'da varlıklı bir ailenin çocuğuyken 26 yaşında, ceketini, elbiselerini ve kitaplarını satarak ailesinden gizlice zor durumda olan Müslümanlara yardım için 1912'de İstanbul'a gelen ve bir daha dönmeyen Peşaverli Abdurrahman Bey (Abdurrahman Peşaveri), Anadolu Ajansı'nın (AA) ilk çalışanı olarak kayıtlara geçti. Ajansın kuruluş aşamalarında da çalışan Peşaveri, ajansta çalıştığı süre boyunca özellikle Yunan ordusunun Anadolu'da yaptığı katliamların Avrupa kamuoyuna duyurulması için özel çaba sarf etti. Yedikıta Kültür ve Tarih Dergisi'nin son sayısında TBMM Dış İlişkiler ve Protokol Başkanlığı'nda tercüman olarak görev yapan serbest tarih araştırmacısı Mücahit Arslan imzasıyla yer alan habere göre, Peşaverli Abdurrahman Bey veya Abdurrahman Samdani olarak da bilinen Peşaveri, 1886'da Hindistan'ın Kuzey-Batı sınır eyaletinin, şu anda da Pakistan'ın Haybet-Peştunya Eyaleti'nin başkenti Peşaver'de doğdu. Keşmir'den 1880'de Peşaver'e göç eden zengin bir müteahhit olan Gulam Samdani'nin oğlu Peşaveri, 12 kardeşi gibi iyi bir eğitim aldı, ilk ve orta tahsilini Peşaver'de tamamladı, lise eğitimi için Hindistan'da Aligarh Özel İslam Okulu'na gitti. Osmanlı tarihini okuyan Peşaveri'ye, Türklere duyduğu hayranlık ve sevgi nedeniyle kardeşleri "Türki Lala" yani "Türk Ağabey" diye hitap etti. 1. Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, kolejdeki öğrenciler Peşaveri'nin liderliğinde "Hilal-i Ahmer Cemiyeti Türk Yardımlaşma Fonu"na yemek ücretlerinden yaptıkları tasarruflarla yardımda bulundu. Edirne için Hindistan'da gözyaşı döktüler Gazetelerden savaşın ayrıntılarını takip eden Hindistanlı Müslümanlar, Balkanlarda Müslüman Türklerin, Bulgar ve Sırp çetelerce katledilmesini ağlayarak dinledi. Edirne'nin 1913'te Osmanlı ordusunca Bulgarlardan geri alınmasıyla bütün şehir kandillerle aydınlatıldı. Osmanlı'ya destek için çocuğunu sattı Yardım çalışmalarına Abdurrahman Peşaveri de öncülük etti, gazetelerde öldürülen Türk kadın ve çocukların resimlerini gören halk, yoksulluklarına rağmen ellerinde ne varsa gözyaşları içinde yardıma koştu. Peşaver'de yardımlaşma fonlarına verecek hiçbir şeyi olmayan 20 yaşındaki Gulam Muhammed ile 21 yaşındaki Gulab Din kendilerini Allah için satışa çıkardı, satıştan elde edilen parayı da yardım fonuna vadetti. Böylece kendilerini satın alacak şahsa ömür boyu köle gibi hizmet etmeyi kabul etti. Yine Peşaver'de yardım kampanyasına verecek hiçbir şeyi olmayan genç bir kadın 4 aylık bebeğini kampanyaya bağışladığını, açık artırmayla yapılacak satıştan elde edilecek meblağı da fona vereceğini ilan etti, açık artırmaya çıkan bebeği alan Peşaverli bir zengin daha sonra bebeği annesine iade etti. Anne ise aldığı tüm parayı yardım kampanyasına bağışladı. Peşaveri İstanbul yolunda Hem toplanan paraların teslimi hem de zorda bulunan Osmanlı Ordusu'na yardım için Hindistan Hilal-i Ahmer Cemiyeti, bir tıbbiye heyetini İstanbul'a göndermeye karar verdi. Beş doktor, 7 sağlık görevlisi, 10 hasta bakıcının yer aldığı heyet, Bombay'dan 15 Aralık 1912'de İtalyan gemisi Sardegna ile hareket etti. Aden ve Süveyş'i geçerek İskenderiye'ye ulaşan gemi, buradan da Romanya gemisine binerek, 2 hafta sonra İstanbul'a ulaştı. Babasından izin alamayacağını düşünerek, ailesinden gizlice heyete dahil olan, parası olmadığından ceketini, elbiselerini ve kitaplarını satarak yolculuk masraflarını karşılayan Peşaveri, 30 Aralık 1912'de İstanbul'a gelen heyette yer aldı. Hem hasta bakıcı hem muhabir Hasta bakıcılık görevinin yanı sıra Hindistan gazetelerine düzenli haber gönderen Peşaveri, Edirne'yi 5,5 ay kahramanca savunan Mehmed Şükrü Paşa'nın teslim olmak zorunda kalması ve 26 Mart 1913'te Edirne'nin Bulgarlar tarafından işgaliyle derin bir acıya boğuldu. Peşaveri kız kardeşine gönderdiği telgrafta üzüntüsünü, "Sevgili kardeşim, Edirne ellerimizden kaydı gitti. Allah bizleri korusun! Bu menfur hadise karşısında çaresizliğimizi tarif bile edemiyorum. Lakin takdir-i ilahiye kim karşı gelebilir? Hayatı pahasına Edirne'yi savunan Şükrü Paşa'yı tarih daima hayırla yad edecektir" sözleriyle dile getirdi Sultan Reşad'ın heyete ilgisi Enver Paşa'nın talebiyle Çanakkale'de bir sahra hastanesi kuran heyet, savaşın bitmesiyle 1913 yılının Mayıs ayında İstanbul'a döndü. Burada sanat ve edebiyat dünyasının önde gelenleri ile tanışan heyettekiler, İstanbul'dan ayrılmadan Sultan Reşad tarafından Dolmabahçe Sarayı'nda kabul edildi. Heyet üyelerine gözyaşları içinde tek tek sarılarak onlara teşekkür eden Sultan Reşad, saray mensuplarını şaşırttı. Çünkü sultanın kabul ettiği insanlara sarıldığı daha önce görülmemişti. Peşaveri, Haziran 1913'te ülkesine dönen heyete katılmadı, İstanbul'da yaşananları anbean Hindistan'a bildirdi. Peşaveri, 22 Temmuz 1913'te kız kardeşine, "Sevgili Kardeşim, Türk Ordusu şükürler olsun Edirne'yi kurtardı. İstanbul'da bayram havası var" şeklinde yazdı. İngilizlerle savaştı Rauf Orbay'ın vasıtasıyla Harp Okulu'na kaydolan Peşaveri, askeri eğitimine Beyrut'ta devam etti, 1. Dünya Savaşı başlayınca teğmen olarak Gelibolu cephesinde savaştı ve 3 kez yaralandı. Sultan Reşad, 1915 sonunda Afganistan Kralı Habibullah Han'a Afgan Müslümanların desteğini almak üzere Rauf Bey başkanlığındaki bir heyeti, hediye götürmekle görevlendirdi. Heyete, Urduca ve Farsça bilen Peşaveri de dahil edildi, heyetin yolu Basra'yı işgal eden İngilizlerce İran'da kesildi. Afganistan'dan karayoluyla haca giden bazı Afganlıları silahlandırarak bir kıt'a haline getiren Peşaveri, sınır hattında önemli bir geçidi İngilizlere karşı 36 saat tutarak, heyetin esir düşmesine mani oldu, kendisi de yaralandı. Bu hadiseler üzerine heyet geri dönmek zorunda kaldı. AA'nın ilk personeli Peşaveri, İstanbul'un itilaf devletlerince işgal edilmesiyle burada gizlendi, İzmir'in işgalinden hemen sonra 25 Mayıs 1919'da Rauf Bey ile gizlice Bandırma'ya geldi. Peşaveri, haziranda Amasya'ya geçerek, Kuvay-ı Milliye'nin İngilizce yazışmalarında görev aldı, AA'nın kuruluş çalışmalarında bulundu. AA'nın ilk çalışanı olarak kayıtlara geçen Peşaveri, ajansta çalıştığı süre boyunca özellikle Yunan ordusunun Anadolu'da yaptığı katliamların Avrupa kamuoyuna duyrulması için özel çaba sarf etti. Makalenin yazarı Mücahit Arslan, AA'nın kurucuları arasında yer alan Halide Edip Adıvar'ın anılarında, Peşaveri'nin birden fazla dil bildiğinden, ajansın ilk bürosu Milli Mücadele'nin ilk karargahı Ziraat Mektebi binasında ayrılan bölümde kendisiyle birlikte çalıştığını ve söylediklerini daktiloyla haberleştirdiğini anlattığını kaydetti. TBMM'nin ilk büyükelçisi Milli mücadelede büyük faydalar gösteren Peşaveri, TBMM adına Ağustos 1920'de Afganistan'a "Fevkalade Murahhas" unvanıyla ilk Türk Büyükelçisi olarak atandı. İngilizlerin takibinden kurtulmak için yaptığı 4,5 aylık zorlu yolculuk sonrası Kabil'e varabilen Peşaveri'ye burada Kral Emanullah Han tarafından büyük hüsnükabul gösterildi, kendisine saray tahsis edildi. "Anadolu işgal altındayken dönemem" Kabil'e büyükelçi olarak geldiğini duyan ailesi Peşaver'e dönmesi için mektup üstüne mektup yazdığı Peşaveri, 10 yıl görmediği ailesine "Vatanım işgal altındadır. Ben hür bir adamım. İngiliz işgali altındaki topraklara gitmem" şeklindeki tarihi cevabını verdi. Peşaverli Abdurrahman Bey, daha sonra Kabil'e gelerek kendisiyle Peşaver'e dönmesi için adeta yalvaran annesine "Anne, Anadolu işgal altındayken dönemem" dedi. Rauf Bey'e zannedilerek şehit edildi Görevini 1922'de Fahreddin Paşa'ya devrettikten sonra İstanbul'a dönen Peşaveri, Rauf Orbay'ın maiyetinde hizmete başladı. Peşaveri, 21 Mayıs 1925 gecesi Beşiktaş'tan Nişantaşı'ndaki evine dönerken meçhul 3 şahıs tarafından tabancayla vuruldu. Bir ciğeri parçalanan ve bel kemiği zedelediğinden belden aşağısı felç olan Peşaveri, tüm çabalara rağmen 30 Haziran 1925'te hayata gözlerini yumdu ve Maçka Mezarlığı'na defnedildi. Peşaveri'nin beyaz tenli olması ve sima olarak Rauf Orbay'a benzemesi, asıl hedefin Rauf Orbay olduğu iddiasını güçlendirdi. Ölüm haberi Hindistan'da büyük bir üzüntüyle karşılanan Peşaverli Abdurrahman Bey'in ismi, okuduğu Aligarh Koleji'nde kaldığı yurt odasına verildi ve Ensari'nin davetlisi olarak 1933'te Hindistan'ı ziyaret eden Rauf Orbay tarafından aynı odaya bir kitabe kondu. Ayrıca Peşaver Üniversitesi'ne doğduğu şehir Peşaver'de okullararası spor müsabakaları için Rauf-Rahman Kupası adıyla bir kupa verildi. MEKÂNI CENNET OLSUN 🤲
    0 Yorumlar 0 hisse senetleri
Arama Sonuçları