• URFA HAMİDİYE (GUREBA-MİLLET) HASTANESİ VE
    SÜRGÜN BİR EĞİTİMCİ İHSAN ŞERİF SARU…
    Eğitimci (Tarih Öğretmeni) İhsan Şerif Saru (1866-1939), Sultan II.Abdülhamid’e darbe planlayan cemiyete üye olmak suçundan 1896 yılında Urfa Mutasarrıflığı emrine sürgün gönderildiği Urfa’da önemli hizmetlerde bulundu.
    1902 yılında Urfa’da “İnas Rüşdiye Mektebi”nin (Kız Ortaokulu), yine aynı yıl Mekteb-i İdadi Mülki’nin açılmasını sağladı..
    Diğer önemli bir hizmeti de inşasına nezaret ettiği Urfa Hamidiye Hastanesi’nin 11 ay gibi kısa bir zamanda bitirilmesini sağlamış olmasıdır.
    1905-1906 yılları arasında Urfa Belediye Reisliği yapan Ali Fuat Efendi (Bucak), İkinci Sultan Abdülhamid’in emriyle inşa edilecek olan Hamidiye Hastanesi için Emir Mencek Vakfı’na ait araziyi satın almak üzere Vakıf Mütevellisi Vazahe Hanım’dan talepte bulunmuş, bu talep uygun görülerek arsa H.29 Sefer 1323 (M. 5 Mayıs 1905) tarihinde anılan vakıftan satın alınmıştır.
    1905-1906 yıllarında Urfa Mutasarrıfı olan Ethem Sabri Paşa, Hamidiye Hastanesi’nin inşasına ve bir an önce bitirilmesine Urfa Mekteb-i İdadi (Mektebi İdadi Mülki) Müdürü İhsan Şerif’i memur etmiştir.
    İhsan Şerif, halkın “postal” dediği kırmızı yumuşak deriden yapılmış hafif çarıkları ayağına geçirip, kızgın Ağustos güneşinin altında canla başla 11 ay çalışarak binanın tamamlanmasını sağlamıştır.
    İstanbul’dan Radilis Efendi isminde genç bir Rum operatör getirtilerek Urfa’da ilk defa birçok fıtık ameliyatı gerçekleştirilmiştir.
    Kesme taştan, -U- planında iki katlı olarak inşa edilen bu yapı, güney cephesindeki sütunlar üzerine oturan balkonu ve bina köşelerindeki zarif sütunçeleriyle geleneksel mimari unsurların modern mimariye uygulandığı Urfa’daki en eski ve en güzel örneklerdendir.
    Hamidiye Hastanesi, Gurabe Hastanesi, Millet Hastanesi ve Devlet Hastanesi adlarıyla anılan yapı, 2005 yılından sonra bir süre Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi olarak hizmet vermiştir.
    Günümüzde Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi mülkiyetinde olan bina kültürel amaçlı kullanılmak üzere restorasyon proğramına alınmış bulunmaktadır.
    İhsan Şerif Saru, 24 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra İstanbul’a dönmüş ve eski görevleri kendisine iade edilmiş, çeşitli okullarda Tarih öğretmenliğinden sonra 15 Mayıs 1939 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.
    Allah rahmet eylesin mekânı cennet olsun İnşallah.
    Yararlanılan Kaynaklar:
    1. Hastane arsasının Emir Mencek Vakfı’ndan satın alınmasına ilişkin bilgi Tarih Araştırmacısı Av.Müslüm Akalın’dan alınmıştır.
    2. Kâmran Şerif Saru., “İhsan Şerif Saru Eğitim Hizmetinde Elli Yıl” Milli Eğitim Basımevi, 1970 İstanbul.
    URFA HAMİDİYE (GUREBA-MİLLET) HASTANESİ VE SÜRGÜN BİR EĞİTİMCİ İHSAN ŞERİF SARU… Eğitimci (Tarih Öğretmeni) İhsan Şerif Saru (1866-1939), Sultan II.Abdülhamid’e darbe planlayan cemiyete üye olmak suçundan 1896 yılında Urfa Mutasarrıflığı emrine sürgün gönderildiği Urfa’da önemli hizmetlerde bulundu. 1902 yılında Urfa’da “İnas Rüşdiye Mektebi”nin (Kız Ortaokulu), yine aynı yıl Mekteb-i İdadi Mülki’nin açılmasını sağladı.. Diğer önemli bir hizmeti de inşasına nezaret ettiği Urfa Hamidiye Hastanesi’nin 11 ay gibi kısa bir zamanda bitirilmesini sağlamış olmasıdır. 1905-1906 yılları arasında Urfa Belediye Reisliği yapan Ali Fuat Efendi (Bucak), İkinci Sultan Abdülhamid’in emriyle inşa edilecek olan Hamidiye Hastanesi için Emir Mencek Vakfı’na ait araziyi satın almak üzere Vakıf Mütevellisi Vazahe Hanım’dan talepte bulunmuş, bu talep uygun görülerek arsa H.29 Sefer 1323 (M. 5 Mayıs 1905) tarihinde anılan vakıftan satın alınmıştır. 1905-1906 yıllarında Urfa Mutasarrıfı olan Ethem Sabri Paşa, Hamidiye Hastanesi’nin inşasına ve bir an önce bitirilmesine Urfa Mekteb-i İdadi (Mektebi İdadi Mülki) Müdürü İhsan Şerif’i memur etmiştir. İhsan Şerif, halkın “postal” dediği kırmızı yumuşak deriden yapılmış hafif çarıkları ayağına geçirip, kızgın Ağustos güneşinin altında canla başla 11 ay çalışarak binanın tamamlanmasını sağlamıştır. İstanbul’dan Radilis Efendi isminde genç bir Rum operatör getirtilerek Urfa’da ilk defa birçok fıtık ameliyatı gerçekleştirilmiştir. Kesme taştan, -U- planında iki katlı olarak inşa edilen bu yapı, güney cephesindeki sütunlar üzerine oturan balkonu ve bina köşelerindeki zarif sütunçeleriyle geleneksel mimari unsurların modern mimariye uygulandığı Urfa’daki en eski ve en güzel örneklerdendir. Hamidiye Hastanesi, Gurabe Hastanesi, Millet Hastanesi ve Devlet Hastanesi adlarıyla anılan yapı, 2005 yılından sonra bir süre Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi olarak hizmet vermiştir. Günümüzde Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi mülkiyetinde olan bina kültürel amaçlı kullanılmak üzere restorasyon proğramına alınmış bulunmaktadır. İhsan Şerif Saru, 24 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra İstanbul’a dönmüş ve eski görevleri kendisine iade edilmiş, çeşitli okullarda Tarih öğretmenliğinden sonra 15 Mayıs 1939 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin mekânı cennet olsun İnşallah. Yararlanılan Kaynaklar: 1. Hastane arsasının Emir Mencek Vakfı’ndan satın alınmasına ilişkin bilgi Tarih Araştırmacısı Av.Müslüm Akalın’dan alınmıştır. 2. Kâmran Şerif Saru., “İhsan Şerif Saru Eğitim Hizmetinde Elli Yıl” Milli Eğitim Basımevi, 1970 İstanbul.
    0 Reacties 0 aandelen
  • Türkiye’nin mobilite alanında hizmet veren küresel teknoloji markası Togg, doğuştan elektrikli ilk akıllı cihazının satış fiyatını, model ismini ve teknik özelliklerini açıkladı. Togg, ‘T10X’ adını verdiği, kullanıcıyı merkeze koyan, akıllı yaşam çözümleriyle sürekli internetin içinde olan, uzaktan güncellenebilen akıllı cihazını, iki farklı donanım seviyesi ve iki batarya seçeneğiyle ön siparişe sunuyor. 16-27 Mart tarihleri arasında Trumore dijital platformu ve www.togg.com.tr Togg web sitesi üzerinden ön siparişleri alınacak olan Togg T10X, 953 bin TL’den başlayan fiyat etiketine sahip olacak.
    Fikri ve sınai mülkiyeti yüzde 100 Türkiye’ye ait küresel bir marka ortaya çıkarmak ve mobilite ekosisteminin çekirdeğini oluşturmak amacıyla kurulan Togg, 2022 yılı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda seri üretim bandından indirdiği T10X’i kullanıcılarla buluşturmaya hazırlanıyor. Planları doğrultusunda emin adımlarla ilerleyen Togg, Mart sonundan itibaren kullanıcılarla buluşacak ilk akıllı cihazının fiyatını, model ismini, teknik ve donanım özelliklerini açıkladı.
    523 kilometre menzil seçeneği
    Togg, ‘doğuştan elektrikli’, ‘doğuştan sürdürülebilir’, ‘doğuştan dijital’ ve ‘doğuştan yeşil’ kavramlarının altını çizdiği ilk akıllı cihazı C-SUV’u, ‘T10X’ adıyla kullanıcılarla buluşturacak. Model adındaki T’nin Türkiye’yi ve Togg’u, 10’un cihazın üzerine inşa edildiği C segmenti platformunu, X’in ise SUV gövde tipini ifade ettiği T10X, iki farklı donanım ve iki batarya seçeneğiyle kullanıcılara sunulacak.

    İki donanım seviyesi ve iki batarya seçeneği sunulacak

    160 kW / 218 Beygir güç ve 350 Nm tork üreten T10X RWD (arkadan itiş), iki farklı batarya seçeneğiyle 314 ve 523 kilometrelik menzillere sahip olacak. T10X’in 52,4 kWh kapasiteye sahip batarya seçeneği 16,7 kWh/100 km (WLTP) enerji tüketimi değeri sunarken, 88,5 kWh kapasiteye sahip batarya seçeneğinin tüketim değeri ise 16,9 kWh/100 km (WLTP).

    T10X’in fiyatları şöyle oluştu:
    V1 RWD Standart Menzil
    953 bin TL
    V2 RWD Standart Menzil
    1 milyon 55 bin TL
    V2 RWD Uzun Menzil
    1 milyon 215 bin TL
    Türkiye’nin mobilite alanında hizmet veren küresel teknoloji markası Togg, doğuştan elektrikli ilk akıllı cihazının satış fiyatını, model ismini ve teknik özelliklerini açıkladı. Togg, ‘T10X’ adını verdiği, kullanıcıyı merkeze koyan, akıllı yaşam çözümleriyle sürekli internetin içinde olan, uzaktan güncellenebilen akıllı cihazını, iki farklı donanım seviyesi ve iki batarya seçeneğiyle ön siparişe sunuyor. 16-27 Mart tarihleri arasında Trumore dijital platformu ve www.togg.com.tr Togg web sitesi üzerinden ön siparişleri alınacak olan Togg T10X, 953 bin TL’den başlayan fiyat etiketine sahip olacak. Fikri ve sınai mülkiyeti yüzde 100 Türkiye’ye ait küresel bir marka ortaya çıkarmak ve mobilite ekosisteminin çekirdeğini oluşturmak amacıyla kurulan Togg, 2022 yılı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda seri üretim bandından indirdiği T10X’i kullanıcılarla buluşturmaya hazırlanıyor. Planları doğrultusunda emin adımlarla ilerleyen Togg, Mart sonundan itibaren kullanıcılarla buluşacak ilk akıllı cihazının fiyatını, model ismini, teknik ve donanım özelliklerini açıkladı. 523 kilometre menzil seçeneği Togg, ‘doğuştan elektrikli’, ‘doğuştan sürdürülebilir’, ‘doğuştan dijital’ ve ‘doğuştan yeşil’ kavramlarının altını çizdiği ilk akıllı cihazı C-SUV’u, ‘T10X’ adıyla kullanıcılarla buluşturacak. Model adındaki T’nin Türkiye’yi ve Togg’u, 10’un cihazın üzerine inşa edildiği C segmenti platformunu, X’in ise SUV gövde tipini ifade ettiği T10X, iki farklı donanım ve iki batarya seçeneğiyle kullanıcılara sunulacak. İki donanım seviyesi ve iki batarya seçeneği sunulacak 160 kW / 218 Beygir güç ve 350 Nm tork üreten T10X RWD (arkadan itiş), iki farklı batarya seçeneğiyle 314 ve 523 kilometrelik menzillere sahip olacak. T10X’in 52,4 kWh kapasiteye sahip batarya seçeneği 16,7 kWh/100 km (WLTP) enerji tüketimi değeri sunarken, 88,5 kWh kapasiteye sahip batarya seçeneğinin tüketim değeri ise 16,9 kWh/100 km (WLTP). T10X’in fiyatları şöyle oluştu: V1 RWD Standart Menzil 953 bin TL V2 RWD Standart Menzil 1 milyon 55 bin TL V2 RWD Uzun Menzil 1 milyon 215 bin TL
    0 Reacties 0 aandelen
  • “Haç sembolü Müslümana yakışmaz.”
    (Kırımlı Aziz Bey, Kızılay’ın haç yerine hilali kullanması gerektiğini anlatmak için)

    Türkiye'de tıp dilinin Türkçeleşmesinin bayraktarlığını yapmış ve #TürkKızılayı'nın kuruluşuna katkıda bulunmuş Dr.#KırımlıAzizBey’i 144.ölüm yıl dönümünde saygı, rahmet ve minnetle anıyorum.

    "1840 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Babası Kırımlı İdris Efendi'dir.

    Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de kolağası rütbesi ile mezun oldu. Öğrenciliği sırasında okulda Fransızca ders vermek üzere özel bir sınıf oluşturulmuştu. 1857’de başlayan ve iki yıl süren uygulama devam ederken bu özel sınıfta yer alan Kırımlı Aziz, sınıf dağıtılınca arkadaşları ile “Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmani” adlı gizli bir örgüt kurarak bilim dilinin Türkçe olması için mücadele etti; Fransızca Tıp Sözlüğü çevirisi ve Türkçe tıp kitabı yazmak için çalıştı.

    Aziz Efendi ve arkadaşlarının çabaları sonucu 1867’de ülkenin ilk sivil tıp okulu “Mektebi Tıbbıye-i Mülkiye”’ kuruldu. O sırada binbaşı rütbesinde olan Aziz Efendi, okulun ilk reisi (dekanı) oldu; ilk sene derslerin çoğunu o üstlendi ve derslerini Türkçe verdi.

    “Kimya-yı Tıbbî” (Tıbbî Kimya) adlı iki ciltlik bir kitap yazdı. Eserin 1868’de yayınlanan birinci cildinde kimyanın temel kavramlarını, deney aletlerini, ametallar kimyasını; 1871'de yayımlanan ikinci cildinde metallar kimyasını işledi. Bu eser, Derviş Paşa'nın 20 yıl önce yayımlanan “Usûl-ı Kimya” (Kimyaya Giriş) adlı kitabından sonra ülkede çıkarılan ilk kimya ders kitabı idi.

    Kırımlı Aziz Bey, kimya sembollerinin, Latin harfleri yerine Osmanlı harfleriyle gösterilmesini önermiş ve kitabında bütün denklemleri bu harflerle yazmıştır. “Emraz-i Umumiye” (1870) adlı bir de Genel Patoloji kitabı vardır.

    Kırımlı Aziz Bey, Türk Kızılayı'nın temelini oluşturan “Mecruhin ve Marday-ı Askeriye İmdat ve Muavenet Cemiyeti” (Asker, Hasta ve Yaralılara İmdat ve Yardım Derneği)’nin kuruluşunda da öncü rol oynamıştır.

    Cemiyetin kurulduğu 11 Haziran 1868 tarihi, Türk Kızılayı’nın kuruluş günü kabul edilir. 1874 yılında faaliyetlerini tatil eden cemiyetin 1876'da yeniden kurulması için yürütülen çalışmalarda da Aziz Bey aktif rol aldı.

    Uluslararası Kızılhaç Örgütü'ne bağlı derneğin sembol olarak Kızılhaç yerine Kızılay'ı kullanmasını önerdi ve Kızılay amblemini çizdi. Dernek tüzüğünün hükümet tarafından onaylanıp resmen kurulması haç yerine hilal sembolünün kullanılması ile mümkün oldu.

    Aziz Bey, 1878 yılında hayatını kaybetti. Kaybolan mezarı yerine 2012'de Eyüp’te Defterdar Camii avlusunda Kızılay tarafından sembolik bir anıt mezar yapılmıştır."

    Örnek ve öncü hekim ve bilim insanlarımızdandır. Ruhu şad mekanı cennet olsun.

    "Dr. Aziz, kimya tarihimizde kimyasal sembolleri Arap alfabesinin harfleri ile gösteren akımı başlatan kişi olarak tanınır. Diğer taraftan, Kimya-yı tıbbi (2 cilt, 1868, 1871) adlı eserinin başına 70 sayfalık Orta Çağ İslâm, Avrupa ve Osmanlı dönemi kimya tarihi ile ilgili bir metin eklemiş olmasından dolayı ilk Türk kimya tarihçisi olarak bilinir. Bu çalışmalarından dolayı bir anorganik kimya kitabı yayımlamış olduğu için, onu doktor-kimyager olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Tıp tarihçileri ise, daha ziyade onun Türkiye’de tıp öğretimini Türkçeleştirme çalışmalarını vurgulamışlardır.”
    (Prof. Dr. #SefaSaygılı)

    https://tr.m.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1r%C4%B1ml%C4%B1_Aziz_Bey

    https://www.dunyabizim.com/m/portre/tip-dilini-turkcelestiren-kizilayin-kurucu-dehasi-dr-kirimli-aziz-bey-h42186.html

    http://kizilaytarih.org/yayinlar/7-turk-kizilayinin-kurucularindan-kirimli-draziz-bey-profdrsef.pdf

    https://youtu.be/6mb_MSBsctc
    “Haç sembolü Müslümana yakışmaz.” (Kırımlı Aziz Bey, Kızılay’ın haç yerine hilali kullanması gerektiğini anlatmak için) Türkiye'de tıp dilinin Türkçeleşmesinin bayraktarlığını yapmış ve #TürkKızılayı'nın kuruluşuna katkıda bulunmuş Dr.#KırımlıAzizBey’i 144.ölüm yıl dönümünde saygı, rahmet ve minnetle anıyorum. "1840 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. Babası Kırımlı İdris Efendi'dir. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de kolağası rütbesi ile mezun oldu. Öğrenciliği sırasında okulda Fransızca ders vermek üzere özel bir sınıf oluşturulmuştu. 1857’de başlayan ve iki yıl süren uygulama devam ederken bu özel sınıfta yer alan Kırımlı Aziz, sınıf dağıtılınca arkadaşları ile “Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmani” adlı gizli bir örgüt kurarak bilim dilinin Türkçe olması için mücadele etti; Fransızca Tıp Sözlüğü çevirisi ve Türkçe tıp kitabı yazmak için çalıştı. Aziz Efendi ve arkadaşlarının çabaları sonucu 1867’de ülkenin ilk sivil tıp okulu “Mektebi Tıbbıye-i Mülkiye”’ kuruldu. O sırada binbaşı rütbesinde olan Aziz Efendi, okulun ilk reisi (dekanı) oldu; ilk sene derslerin çoğunu o üstlendi ve derslerini Türkçe verdi. “Kimya-yı Tıbbî” (Tıbbî Kimya) adlı iki ciltlik bir kitap yazdı. Eserin 1868’de yayınlanan birinci cildinde kimyanın temel kavramlarını, deney aletlerini, ametallar kimyasını; 1871'de yayımlanan ikinci cildinde metallar kimyasını işledi. Bu eser, Derviş Paşa'nın 20 yıl önce yayımlanan “Usûl-ı Kimya” (Kimyaya Giriş) adlı kitabından sonra ülkede çıkarılan ilk kimya ders kitabı idi. Kırımlı Aziz Bey, kimya sembollerinin, Latin harfleri yerine Osmanlı harfleriyle gösterilmesini önermiş ve kitabında bütün denklemleri bu harflerle yazmıştır. “Emraz-i Umumiye” (1870) adlı bir de Genel Patoloji kitabı vardır. Kırımlı Aziz Bey, Türk Kızılayı'nın temelini oluşturan “Mecruhin ve Marday-ı Askeriye İmdat ve Muavenet Cemiyeti” (Asker, Hasta ve Yaralılara İmdat ve Yardım Derneği)’nin kuruluşunda da öncü rol oynamıştır. Cemiyetin kurulduğu 11 Haziran 1868 tarihi, Türk Kızılayı’nın kuruluş günü kabul edilir. 1874 yılında faaliyetlerini tatil eden cemiyetin 1876'da yeniden kurulması için yürütülen çalışmalarda da Aziz Bey aktif rol aldı. Uluslararası Kızılhaç Örgütü'ne bağlı derneğin sembol olarak Kızılhaç yerine Kızılay'ı kullanmasını önerdi ve Kızılay amblemini çizdi. Dernek tüzüğünün hükümet tarafından onaylanıp resmen kurulması haç yerine hilal sembolünün kullanılması ile mümkün oldu. Aziz Bey, 1878 yılında hayatını kaybetti. Kaybolan mezarı yerine 2012'de Eyüp’te Defterdar Camii avlusunda Kızılay tarafından sembolik bir anıt mezar yapılmıştır." Örnek ve öncü hekim ve bilim insanlarımızdandır. Ruhu şad mekanı cennet olsun. "Dr. Aziz, kimya tarihimizde kimyasal sembolleri Arap alfabesinin harfleri ile gösteren akımı başlatan kişi olarak tanınır. Diğer taraftan, Kimya-yı tıbbi (2 cilt, 1868, 1871) adlı eserinin başına 70 sayfalık Orta Çağ İslâm, Avrupa ve Osmanlı dönemi kimya tarihi ile ilgili bir metin eklemiş olmasından dolayı ilk Türk kimya tarihçisi olarak bilinir. Bu çalışmalarından dolayı bir anorganik kimya kitabı yayımlamış olduğu için, onu doktor-kimyager olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Tıp tarihçileri ise, daha ziyade onun Türkiye’de tıp öğretimini Türkçeleştirme çalışmalarını vurgulamışlardır.” (Prof. Dr. #SefaSaygılı) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1r%C4%B1ml%C4%B1_Aziz_Bey https://www.dunyabizim.com/m/portre/tip-dilini-turkcelestiren-kizilayin-kurucu-dehasi-dr-kirimli-aziz-bey-h42186.html http://kizilaytarih.org/yayinlar/7-turk-kizilayinin-kurucularindan-kirimli-draziz-bey-profdrsef.pdf https://youtu.be/6mb_MSBsctc
    0 Reacties 0 aandelen
  • . OSMANLILARDA VAKIF GELENEĞİ
    Asl-ı vakıf ve Müessesat-ı hayriyye

    "Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe ulaşamazsınız" (Al-i İmran Suresi 92. Ayet meali).

    Kur’an-ı Kerim’de Allah yolunda harcama yapmayı, fakir, muhtaç ve kimsesizlere infak ve tasaddukta bulunmayı, iyilik yapmada ve takvada yarışmayı, hayır ve yararlı işlere yönelmeyi öğütleyen birçok Ayet Müslüman toplumlarda vakıf anlayışının temelini oluşturmuştur.

    VAKFIN ANA HATLARI
    (Asl-ı Vakıf ve Müessesat-ı Hayriye )

    Vakıf iki ana unsurdan oluşur. Bunlardan ilk unsur Asl-ı Vakıftır (Asıl Vakıf). Diğer unsur ise Müessesatı Hayriyedir (Hayır Kurumları). Müessesatı Hayriye’yi finanse eden kaynaklara Asl-ı Vakıf denmektedir.

    Asl-ı Vakıf: Arazi, bina, değirmen, taş kızak, tarla, Küçük ve büyükbaş hayvan, çarşı, han, hamam olabileceği gibi ayrıca nakit para da olabilir.

    Müessesat-ı Hayriye: Eğitim kurumları, bayındırlık kurumları, dini kurumlar gibi vakıf hangi amaç için kurulmuşsa o amaçı gerçekleştirmeye yönelik faaliyet gösteren kurumlardı.

    Asl-ı Vakıf taşınabilir ve taşınmaz olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Ancak çoğunluğu taşınmazlardan oluşmaktadır. Asl-ı Vakıf için yatırımlar yapılmakta ve bunun için iş alanları oluşturulmaktaydı. Bunlar hanlar, dükkanlar, çarşılar, hamamlar ve tarım arazileridir. Vakıflar arasında en geniş yeri tarım arazileri tutmaktadır.

    Osmanlı Devlet'inde Vakıflar birer sosyal kuruluş gibi faaliyet göstermekteydi ve ticari, iktisadi, içtimai, siyasi, eğitim ve kültür açısından toplumsal hayatta görevleri vardı. Vakıf'lar gelir elde edip mülk sahibi olmakta ve üretim yapıp istihdam sağlamaktaydı. Bunlardan kazanç elde edip kendi hayır faaliyet alanlarında kullanmaktaydılar. Dolayısıyla vakıfların toplum açısından önemli sosyal işlevleri bulunmaktaydı. Ayrıca Toplum tabakalarının bir araya gelip kaynaşmasını da sağlardı.

    Osmanlılar’da vakıf, bir malın Allah’ın malı olmak üzere ferdi mülkiyetten çıkartılarak insanların faydasına sunmaktır. Buradaki iki önemli husustan biri öncelikle vakfedilen şeyin mal olması. Diğer bir unsur ise vakfedilen mal insanların faydasına olmasıdır. Ferdi mülkiyetten çıkarılıp Allah’ın mülkü olarak kabul edilmesiyle vakfedilmiş olunur.
    . OSMANLILARDA VAKIF GELENEĞİ Asl-ı vakıf ve Müessesat-ı hayriyye "Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe ulaşamazsınız" (Al-i İmran Suresi 92. Ayet meali). Kur’an-ı Kerim’de Allah yolunda harcama yapmayı, fakir, muhtaç ve kimsesizlere infak ve tasaddukta bulunmayı, iyilik yapmada ve takvada yarışmayı, hayır ve yararlı işlere yönelmeyi öğütleyen birçok Ayet Müslüman toplumlarda vakıf anlayışının temelini oluşturmuştur. VAKFIN ANA HATLARI (Asl-ı Vakıf ve Müessesat-ı Hayriye ) Vakıf iki ana unsurdan oluşur. Bunlardan ilk unsur Asl-ı Vakıftır (Asıl Vakıf). Diğer unsur ise Müessesatı Hayriyedir (Hayır Kurumları). Müessesatı Hayriye’yi finanse eden kaynaklara Asl-ı Vakıf denmektedir. Asl-ı Vakıf: Arazi, bina, değirmen, taş kızak, tarla, Küçük ve büyükbaş hayvan, çarşı, han, hamam olabileceği gibi ayrıca nakit para da olabilir. Müessesat-ı Hayriye: Eğitim kurumları, bayındırlık kurumları, dini kurumlar gibi vakıf hangi amaç için kurulmuşsa o amaçı gerçekleştirmeye yönelik faaliyet gösteren kurumlardı. Asl-ı Vakıf taşınabilir ve taşınmaz olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Ancak çoğunluğu taşınmazlardan oluşmaktadır. Asl-ı Vakıf için yatırımlar yapılmakta ve bunun için iş alanları oluşturulmaktaydı. Bunlar hanlar, dükkanlar, çarşılar, hamamlar ve tarım arazileridir. Vakıflar arasında en geniş yeri tarım arazileri tutmaktadır. Osmanlı Devlet'inde Vakıflar birer sosyal kuruluş gibi faaliyet göstermekteydi ve ticari, iktisadi, içtimai, siyasi, eğitim ve kültür açısından toplumsal hayatta görevleri vardı. Vakıf'lar gelir elde edip mülk sahibi olmakta ve üretim yapıp istihdam sağlamaktaydı. Bunlardan kazanç elde edip kendi hayır faaliyet alanlarında kullanmaktaydılar. Dolayısıyla vakıfların toplum açısından önemli sosyal işlevleri bulunmaktaydı. Ayrıca Toplum tabakalarının bir araya gelip kaynaşmasını da sağlardı. Osmanlılar’da vakıf, bir malın Allah’ın malı olmak üzere ferdi mülkiyetten çıkartılarak insanların faydasına sunmaktır. Buradaki iki önemli husustan biri öncelikle vakfedilen şeyin mal olması. Diğer bir unsur ise vakfedilen mal insanların faydasına olmasıdır. Ferdi mülkiyetten çıkarılıp Allah’ın mülkü olarak kabul edilmesiyle vakfedilmiş olunur.
    0 Reacties 0 aandelen
  • . OSMANLI KÜLTÜR MEDENİYETİ ve
    AVRUPADAKİ FEODAL YAPI

    Avrupadaki Feodalitenin temel özelliği siyasi yönden bölünmüş olmaları ve sosyal eşitsizliktir. Senyörler, topraklarında yaşayan insanların üzerinde mutlak haklara sahiptirler. Feodalite Batı Avrupaya has bir kavramdır ve Merkezi otoritenin zayıflaması üzerine işlevsellik kazanmış bir yapılanmadır.

    Avrupa'da bölgesel (Mahalli) Feodal beyler Kralı sadece birinci senyör sayar ve Kral bir Feodal beyi Azl etmeye (Görevden almaya) yetkili değildi. Avrupalı bir Feodal bey kendi bölgesinin yegane idarecisi olmakla beraber o bölgedeki arazilerin tamamına sahipti. Hatta bizzat insanların mutlak sahibiydi. Feodal Beyler İdaresi altındakileri yargılayabiliyor, onlara merkezden bağımsız yeni vergiler koyabiliyor, sahib olduğu tüm ayrıcalıklar ölümünden sonra evladına intikal edebiliyordu.

    DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMANİYYE'DE
    DURUM NASILDI?

    Osmanlılar ise daha kuruluştan itibaren Hükümdarın mutlak otoritesine dayanan Merkeziyetçi bir Devlet sistemi oluşturdular. Bu anlayışın ürünü olan Tımar sisteminde (Belli bir hizmet karşılığı belirli miktarda Devlet görevlileri ve Sipahilerin geçim için aldığı Vergi) Tımar sahibi sadece hizmeti karşılığında hak ettiği ücreti o bölgenin vergilerinden tasarruf eden bir Devlet memuru idi.

    Devlet mülkiyet hususundaki hakkını daima muhafaza ediyordu. Toprağın mülkiyeti Merkezi Devletin, ekip biçme ve işletme hakkı Milletindi. Bu şekilde üretim tabana yayılıyordu. Tımar (Dirlik - Gelir sahibi) ile, geliri sağlayan ürünü yetiştiren Reaya (Çiftçi) arasındaki ilişki kanunlar tarafından belirtilmiş ve korunmakta idi.

    Tımar sahibi halktan kanunların belirlediği rakamın üzerinde bir vergi isteyemezdi. Yetkilerinide yasaların belirlediği çerçevede kullanabilirdi.

    Babalar Tımar gelirlerini çocuklarına miras bırakamazlardı. Tımar sahibi mükellef tutulduğu hizmetleri yapmaması veya Reaya'ya (Çiftçiye) kötü davranması durumunda Azl edilebilir (Görevinden alınabilirdi)
    Bu hususlar mahalli kadılar ve merkezden görevlendirilen memurlar tarafından denetlenirdi.

    Devlet bir Tımar sahibinin mahalli bölgesel güç odakları ile kuracağı ilişkiler sayesinde o bölgede güçlenip kök salmasını önlemek için aynı Tımar'ın uzun süre tek kişinin elinde kalmasına müsade etmemiştir. Özellikle büyük Tımar'lar tek bir bölgeden değil küçük parçalar halinde farklı bölgelerden verilirdi.

    TIMAR SİSTEMİ

    Bir kısım asker (Tımarlı sipahiler ) ve memurlara belirli bir vazife ve hizmet karşılığında Devlet'e ait topraklardan Devlet tarafından belirlenmiş miktarlarda kendi nam ve hesaplarına vergi toplamasına izin verilmesi kaydıyla Devlet Hazinesine yük olmadan dirliklerinin (geçimlerinin) sağlanmasıdır.

    - Yıllık geliri 3000 akçeden 20.000 akçeye kadar olanlar TIMAR
    - Yıllık geliri 20.000 akçeden 100.000 akçeye kadar olanlar ZEAMET
    - Yıllık geliri 100.000 akçe ve üzeri olanlar HAS geliri olarak adlandırılır.

    Tımar Sistemi ve uygulaması başka hiçbir Ülkede olmayan, Osmanlılar'ın uyguladığı mükemmel bir sistemdir. Has gelirini ancak sınırlı sayıdaki buyük devlet adamları alırdı. Bunlara Beylerbeyileri, Vezirler, Kaptan-ı Deryalar, Kazaskerler örnek verilebilir.
    . OSMANLI KÜLTÜR MEDENİYETİ ve AVRUPADAKİ FEODAL YAPI Avrupadaki Feodalitenin temel özelliği siyasi yönden bölünmüş olmaları ve sosyal eşitsizliktir. Senyörler, topraklarında yaşayan insanların üzerinde mutlak haklara sahiptirler. Feodalite Batı Avrupaya has bir kavramdır ve Merkezi otoritenin zayıflaması üzerine işlevsellik kazanmış bir yapılanmadır. Avrupa'da bölgesel (Mahalli) Feodal beyler Kralı sadece birinci senyör sayar ve Kral bir Feodal beyi Azl etmeye (Görevden almaya) yetkili değildi. Avrupalı bir Feodal bey kendi bölgesinin yegane idarecisi olmakla beraber o bölgedeki arazilerin tamamına sahipti. Hatta bizzat insanların mutlak sahibiydi. Feodal Beyler İdaresi altındakileri yargılayabiliyor, onlara merkezden bağımsız yeni vergiler koyabiliyor, sahib olduğu tüm ayrıcalıklar ölümünden sonra evladına intikal edebiliyordu. DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMANİYYE'DE DURUM NASILDI? Osmanlılar ise daha kuruluştan itibaren Hükümdarın mutlak otoritesine dayanan Merkeziyetçi bir Devlet sistemi oluşturdular. Bu anlayışın ürünü olan Tımar sisteminde (Belli bir hizmet karşılığı belirli miktarda Devlet görevlileri ve Sipahilerin geçim için aldığı Vergi) Tımar sahibi sadece hizmeti karşılığında hak ettiği ücreti o bölgenin vergilerinden tasarruf eden bir Devlet memuru idi. Devlet mülkiyet hususundaki hakkını daima muhafaza ediyordu. Toprağın mülkiyeti Merkezi Devletin, ekip biçme ve işletme hakkı Milletindi. Bu şekilde üretim tabana yayılıyordu. Tımar (Dirlik - Gelir sahibi) ile, geliri sağlayan ürünü yetiştiren Reaya (Çiftçi) arasındaki ilişki kanunlar tarafından belirtilmiş ve korunmakta idi. Tımar sahibi halktan kanunların belirlediği rakamın üzerinde bir vergi isteyemezdi. Yetkilerinide yasaların belirlediği çerçevede kullanabilirdi. Babalar Tımar gelirlerini çocuklarına miras bırakamazlardı. Tımar sahibi mükellef tutulduğu hizmetleri yapmaması veya Reaya'ya (Çiftçiye) kötü davranması durumunda Azl edilebilir (Görevinden alınabilirdi) Bu hususlar mahalli kadılar ve merkezden görevlendirilen memurlar tarafından denetlenirdi. Devlet bir Tımar sahibinin mahalli bölgesel güç odakları ile kuracağı ilişkiler sayesinde o bölgede güçlenip kök salmasını önlemek için aynı Tımar'ın uzun süre tek kişinin elinde kalmasına müsade etmemiştir. Özellikle büyük Tımar'lar tek bir bölgeden değil küçük parçalar halinde farklı bölgelerden verilirdi. TIMAR SİSTEMİ Bir kısım asker (Tımarlı sipahiler ) ve memurlara belirli bir vazife ve hizmet karşılığında Devlet'e ait topraklardan Devlet tarafından belirlenmiş miktarlarda kendi nam ve hesaplarına vergi toplamasına izin verilmesi kaydıyla Devlet Hazinesine yük olmadan dirliklerinin (geçimlerinin) sağlanmasıdır. - Yıllık geliri 3000 akçeden 20.000 akçeye kadar olanlar TIMAR - Yıllık geliri 20.000 akçeden 100.000 akçeye kadar olanlar ZEAMET - Yıllık geliri 100.000 akçe ve üzeri olanlar HAS geliri olarak adlandırılır. Tımar Sistemi ve uygulaması başka hiçbir Ülkede olmayan, Osmanlılar'ın uyguladığı mükemmel bir sistemdir. Has gelirini ancak sınırlı sayıdaki buyük devlet adamları alırdı. Bunlara Beylerbeyileri, Vezirler, Kaptan-ı Deryalar, Kazaskerler örnek verilebilir.
    0 Reacties 0 aandelen
  • #TarihteBugün Mekteb-i Mülkiye, Osmanlı Devletinde sivil yönetici sınıfını yetiştirme amacıyla kuruldu. (1859)

    Sultan Abdülmecid döneminde kurulan okul, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak eğitime devam etmektedir.

    #DerinTarih #Okul #Mülkiye
    #TarihteBugün Mekteb-i Mülkiye, Osmanlı Devletinde sivil yönetici sınıfını yetiştirme amacıyla kuruldu. (1859) Sultan Abdülmecid döneminde kurulan okul, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak eğitime devam etmektedir. #DerinTarih #Okul #Mülkiye
    0 Reacties 0 aandelen
  • Mona Roza şiiri Türk edebiyatının en sevilen şiirleri arasında yer almakla birlikte büyük medeniyet şairi ve mütefekkir Sezai Karakoç'un ilk şiirleri arasında yer alır. Gizemli bir aşkın şiiri olan Mona Roza'nın hikayesi hep merak edilir..
    İşte Mona Roza şiiri hikayesi..

    Mona Rosa “Tek Gül” anlamına gelir.
    Mona Roza hikayesi şöyledir; Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanır…
    Mona Roza ,Sezai Karakoç için Muazzez Akkaya’dır.
    Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılmaya cesaret edemiyordur… Bir gün cesaretini toplar ve tüm heyecanıyla aşkını, kalbinden geçenleri Muazzez Hanım’ a döker… Fakat reddedilince bu aşkı içselleştirir ve bu reddediliş sonrası kalbine büyük bir hüzün çöker… Zaman geçer ve okullar
    tatil olur…
    Muazzez Hanım, Geyve’deki yazlığına taşınmıştır… Aşkının peşinden sürüklenen Sezai Karakoç da tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaya başlar… Her gün karşılıksız sevgi duyduğu, reddedildiği sevgilisini seyretmeye başlar… Kalbinin ateşini söndüremez ve ona şiirler yazmaya başlar. En önemli şiiri ise ismini Mona Rosa verdiği şiirdir. Yazdığı şiirde her kıtasının baş harfleri, “MUAZZEZ AKKAYAM” olacaktır…

    Gel zaman git zaman.. Okul biter ve mezuniyet töreni yapılır… Mezuniyet töreninde, tüm okulun karşısında Sezai Karakoç, Mona Roza şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır.

    Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder. Ve Sezai Karakoç şiiri ard arda okumaya başlar. Sahneden tam ineceği sırada Muazzez Hanım, koşarak yanına gelir ve ona halen teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç “Senin aşkın artık benimkine yetişemez.” der ve hayır cevabını verir

    Gururunu aşka tercih etmeyi seçmiştir Sezai Karakoç… Belki de sevdasına ulaştığında hislerinin yok olacağından korkmuştur… Mona Roza, sessiz bir sevdadır. Sessizlik ve acı, aşkın iki büyük arkadaşıdır… Zaten aşk denen şey bir nevi ulaşamamak değil midir?

    Yıllar geçtiğinde bir röpörtajında, şiiri ithaf ettiği kadının intihar edip etmediği konusunda şunları söylemiştir Sezai Karakoç: “Birisi benim yüzümden intihar etse ben yaşayabilir miydim?” Aslında bu cümlenin karşılığı “O yaşamasaydı ben yaşayabilir miydim” değil midir?… Röportajlarında asla aşkının ismini anmayacak ancak, “Şiiri herkes çok beğendi. Lakin, kimse 30 sene boyunca şiirde akrostiş olduğunu fark etmedi.” diyecektir.

    Muzzaz Akkaya,memur Hamid Akkaya ile Fitnat Hanım’ın kızıdır. 1930’da Geyve’de doğdu. Muazzez (Akkaya) Giray, Mülkiye’yi bitirdikten sonra Hazine avukatlığı yapmış, Maliye Bakanlığı’na çalışırken aynı kurumdan Orhan Giray’la aşk evliliği yaparak evlenmiş ve 3 çocuğu olmuştu. Nisan 1955’te Karayolları Genel Müdürlüğü, Ağustos 1955’te tekrar Maliye Bakanlığı, Mart 1957’de Devlet Su İşleri Gn.Müdürlüğünde çalıştı.
    Bu arada Ankara Hukuk Fakültesi’nde fark sınavı verip sertifika aldığından, Ocak 1960’da Maliye Bakanlığı Hazine Avukat stajyerliğine, sonra Avukatlığına getirildi. Eylül 1964’de Eşi Orhan Giray’ın Tel-Aviv Mali Müşavirliğine nakli üzerine memuriyetten ayrılıp Tel-Aviv’e gitti.1967’de yine eşiyle birlikte Yurda dönüp avukatlığa başladı. Adına Mona Rossa şiiri yazılan Muazzez Akkaya, 82 yaşında iken “Garanti Bankası”nın bir reklam filminde de rol almıştı.

    New York’ta doktorluk yapan Muazzez Akkaya’nın kızı Ayşe annesinden şöyle bahseder.
    "Annem Mülkiye’de okumuş. Öğrenciliğinde çok güzel bir kadınmış. Grace Kelly tipinde. Pingpong şampiyonu olmuş okulda. Bugün anneme Sezai Karakoç’un aşkını ve şiirini sordum. Annemin bu aşktan ve şiirden haberi olmamış.
    Ama şunu anımsıyor: Paltosunun cebinde şairi meçhul aşk şiirleri bulurmuş! Babamla evlenirken babama bu şiirlerden söz etmiş, babam da şiir yazmaya kalkışmış annem için ama tabii ki çocukça şiirler olmuş bunlar. Annem Hazine avukatlığından emekli oldu. Maliye Bakanlığı’nda çalışırken babamla tanışıp aşk evliliği yapmışlar. 48 sene harika bir evlilikleri oldu.”

    İşte Mona Roza şiiri…
    Ve şiirdeki akrostiş….

    Mona Rosa Şiiri

    Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
    Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.
    Kanadı kırık kuş merhamet ister.
    Ah senin yüzünden kana batacak.
    Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
    Ulur aya karşı kirli çakallar,
    Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa.
    Mona Rosa bugün bende bir hal var.
    Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
    Ulur aya karşı kirli çakallar.

    Açma pencereni perdeleri çek,
    Mona Rosa seni görmemeliyim.
    Bir bakışın ölmem için yetecek.
    Anla Mona Rosa ben öteliyim.
    Açma pencereni perdeleri çek.
    Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi,
    Bende çıkar güneş aydınlığına.
    Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi.
    Seni hatırlatır her zaman bana.
    Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.

    Zambaklar en ıssız yerlerde açar
    Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
    Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
    Işıksız ruhumu sallar da durur.
    Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
    Ellerin, ellerin ve parmakların
    Bir nar çiçeğini eziyor gibi.

    Ellerinden belli olur bir kadın,
    Denizin dibinde geziyor gibi.
    Ellerin, ellerin ve parmakların.
    Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
    Saat onikidir söndü lambalar
    Uyu da turnalar girsin rüyana,
    Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar.
    Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.
    Akşamları gelir incir kuşları,
    Konarlar bahçemin incirlerine.

    Kiminin rengi ak kiminin sarı.
    Ah beni vursalar bir kuş yerine.
    Akşamları gelir incir kuşları.
    Ki ben Mona Rosa bulurum seni
    İncir kuşlarının bakışlarında.
    Hayatla doldurur bu boş yelkeni.
    O masum bakışların su kenarında.
    Ki ben Mona Rosa bulurum seni.
    Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
    Henüz dinlemedin benden türküler.
    Benim aşkım uymaz öyle her saza.
    En güzel şarkıyı bir kurşun söyler.

    Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

    Artık inan bana muhacir kızı,
    Dinle ve kabul et itirafımı.
    Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı
    Alev alev sardı her tarafımı.
    Artık inan bana muhacir kızı.
    Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
    Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
    Bir gün gözlerimin ta içine bak
    Anlarsın ölüler niçin yaşarmış.
    Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

    Altın bilezikler o kokulu ten
    Cevap versin bu kuş tüyüne.
    Bir tüy ki can verir gülümsesen,
    Bir tüy ki kapalı geceye güne.
    Altın bilezikler o kokulu ten.
    Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.
    Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak.
    Kanadı kırık kuş merhamet ister,
    Ah senin yüzünden kana batacak.
    Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.

    Derlemedir.

    Şiirlerde bulunan her mısranın ilk harfi yukarıdan aşağıya doğru okununca bir isim çıkıyor ise buna akrostiş şiir denir.

    88 yaşında yaşamını yitiren Türk edebiyatının önemli şairlerinden olan Sezai Karakoç'un "Mona Roza" şiirini yazdığı Muazzez Akkaya, ilk kez konuştu. Akkaya, "Hay Allah üzüldüm. Evlenmemiş olmasına üzüldüm açıkçası keşke o kadar bağlı olmasaydı. Yani ben sebep olmadım İnşallah. Kader, kısmet mi diyelim bilmiyorum, nur içinde yatsın. Ben onun mutlu olmasını isterdim" dedi.

    Sezai Karakoç
    Anısına Saygıyla
    Mona Roza şiiri Türk edebiyatının en sevilen şiirleri arasında yer almakla birlikte büyük medeniyet şairi ve mütefekkir Sezai Karakoç'un ilk şiirleri arasında yer alır. Gizemli bir aşkın şiiri olan Mona Roza'nın hikayesi hep merak edilir.. İşte Mona Roza şiiri hikayesi.. Mona Rosa “Tek Gül” anlamına gelir. Mona Roza hikayesi şöyledir; Sezai Karakoç üniversitedeyken bir okul arkadaşına sevdalanır… Mona Roza ,Sezai Karakoç için Muazzez Akkaya’dır. Fakat kendisini yakışıklı bulmadığı için ona bir türlü açılmaya cesaret edemiyordur… Bir gün cesaretini toplar ve tüm heyecanıyla aşkını, kalbinden geçenleri Muazzez Hanım’ a döker… Fakat reddedilince bu aşkı içselleştirir ve bu reddediliş sonrası kalbine büyük bir hüzün çöker… Zaman geçer ve okullar tatil olur… Muazzez Hanım, Geyve’deki yazlığına taşınmıştır… Aşkının peşinden sürüklenen Sezai Karakoç da tam karşısındaki yazlığın bahçesinde bahçıvan olarak çalışmaya başlar… Her gün karşılıksız sevgi duyduğu, reddedildiği sevgilisini seyretmeye başlar… Kalbinin ateşini söndüremez ve ona şiirler yazmaya başlar. En önemli şiiri ise ismini Mona Rosa verdiği şiirdir. Yazdığı şiirde her kıtasının baş harfleri, “MUAZZEZ AKKAYAM” olacaktır… Gel zaman git zaman.. Okul biter ve mezuniyet töreni yapılır… Mezuniyet töreninde, tüm okulun karşısında Sezai Karakoç, Mona Roza şiirini okur. Muazzez Akkaya ise tam karşısındadır. Şiiri bittikten sonra bir alkış tufanı kopar. Herkes bir daha okuması için ısrar eder. Ve Sezai Karakoç şiiri ard arda okumaya başlar. Sahneden tam ineceği sırada Muazzez Hanım, koşarak yanına gelir ve ona halen teklifinin geçerli olup olmadığını sorar. Sezai Karakoç “Senin aşkın artık benimkine yetişemez.” der ve hayır cevabını verir Gururunu aşka tercih etmeyi seçmiştir Sezai Karakoç… Belki de sevdasına ulaştığında hislerinin yok olacağından korkmuştur… Mona Roza, sessiz bir sevdadır. Sessizlik ve acı, aşkın iki büyük arkadaşıdır… Zaten aşk denen şey bir nevi ulaşamamak değil midir? Yıllar geçtiğinde bir röpörtajında, şiiri ithaf ettiği kadının intihar edip etmediği konusunda şunları söylemiştir Sezai Karakoç: “Birisi benim yüzümden intihar etse ben yaşayabilir miydim?” Aslında bu cümlenin karşılığı “O yaşamasaydı ben yaşayabilir miydim” değil midir?… Röportajlarında asla aşkının ismini anmayacak ancak, “Şiiri herkes çok beğendi. Lakin, kimse 30 sene boyunca şiirde akrostiş olduğunu fark etmedi.” diyecektir. Muzzaz Akkaya,memur Hamid Akkaya ile Fitnat Hanım’ın kızıdır. 1930’da Geyve’de doğdu. Muazzez (Akkaya) Giray, Mülkiye’yi bitirdikten sonra Hazine avukatlığı yapmış, Maliye Bakanlığı’na çalışırken aynı kurumdan Orhan Giray’la aşk evliliği yaparak evlenmiş ve 3 çocuğu olmuştu. Nisan 1955’te Karayolları Genel Müdürlüğü, Ağustos 1955’te tekrar Maliye Bakanlığı, Mart 1957’de Devlet Su İşleri Gn.Müdürlüğünde çalıştı. Bu arada Ankara Hukuk Fakültesi’nde fark sınavı verip sertifika aldığından, Ocak 1960’da Maliye Bakanlığı Hazine Avukat stajyerliğine, sonra Avukatlığına getirildi. Eylül 1964’de Eşi Orhan Giray’ın Tel-Aviv Mali Müşavirliğine nakli üzerine memuriyetten ayrılıp Tel-Aviv’e gitti.1967’de yine eşiyle birlikte Yurda dönüp avukatlığa başladı. Adına Mona Rossa şiiri yazılan Muazzez Akkaya, 82 yaşında iken “Garanti Bankası”nın bir reklam filminde de rol almıştı. New York’ta doktorluk yapan Muazzez Akkaya’nın kızı Ayşe annesinden şöyle bahseder. "Annem Mülkiye’de okumuş. Öğrenciliğinde çok güzel bir kadınmış. Grace Kelly tipinde. Pingpong şampiyonu olmuş okulda. Bugün anneme Sezai Karakoç’un aşkını ve şiirini sordum. Annemin bu aşktan ve şiirden haberi olmamış. Ama şunu anımsıyor: Paltosunun cebinde şairi meçhul aşk şiirleri bulurmuş! Babamla evlenirken babama bu şiirlerden söz etmiş, babam da şiir yazmaya kalkışmış annem için ama tabii ki çocukça şiirler olmuş bunlar. Annem Hazine avukatlığından emekli oldu. Maliye Bakanlığı’nda çalışırken babamla tanışıp aşk evliliği yapmışlar. 48 sene harika bir evlilikleri oldu.” İşte Mona Roza şiiri… Ve şiirdeki akrostiş…. Mona Rosa Şiiri Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak. Kanadı kırık kuş merhamet ister. Ah senin yüzünden kana batacak. Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. Ulur aya karşı kirli çakallar, Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa. Mona Rosa bugün bende bir hal var. Yağmur iğri iğri düşer toprağa, Ulur aya karşı kirli çakallar. Açma pencereni perdeleri çek, Mona Rosa seni görmemeliyim. Bir bakışın ölmem için yetecek. Anla Mona Rosa ben öteliyim. Açma pencereni perdeleri çek. Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi, Bende çıkar güneş aydınlığına. Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi. Seni hatırlatır her zaman bana. Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi. Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ve vardır her vahşi çiçekte gurur. Bir mumun ardında bekleyen rüzgar, Işıksız ruhumu sallar da durur. Zambaklar en ıssız yerlerde açar. Ellerin, ellerin ve parmakların Bir nar çiçeğini eziyor gibi. Ellerinden belli olur bir kadın, Denizin dibinde geziyor gibi. Ellerin, ellerin ve parmakların. Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. Saat onikidir söndü lambalar Uyu da turnalar girsin rüyana, Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar. Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. Akşamları gelir incir kuşları, Konarlar bahçemin incirlerine. Kiminin rengi ak kiminin sarı. Ah beni vursalar bir kuş yerine. Akşamları gelir incir kuşları. Ki ben Mona Rosa bulurum seni İncir kuşlarının bakışlarında. Hayatla doldurur bu boş yelkeni. O masum bakışların su kenarında. Ki ben Mona Rosa bulurum seni. Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. Henüz dinlemedin benden türküler. Benim aşkım uymaz öyle her saza. En güzel şarkıyı bir kurşun söyler. Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. Artık inan bana muhacir kızı, Dinle ve kabul et itirafımı. Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı Alev alev sardı her tarafımı. Artık inan bana muhacir kızı. Yağmurlardan sonra büyürmüş başak, Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. Bir gün gözlerimin ta içine bak Anlarsın ölüler niçin yaşarmış. Yağmurlardan sonra büyürmüş başak. Altın bilezikler o kokulu ten Cevap versin bu kuş tüyüne. Bir tüy ki can verir gülümsesen, Bir tüy ki kapalı geceye güne. Altın bilezikler o kokulu ten. Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak. Kanadı kırık kuş merhamet ister, Ah senin yüzünden kana batacak. Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. Derlemedir. Şiirlerde bulunan her mısranın ilk harfi yukarıdan aşağıya doğru okununca bir isim çıkıyor ise buna akrostiş şiir denir. 88 yaşında yaşamını yitiren Türk edebiyatının önemli şairlerinden olan Sezai Karakoç'un "Mona Roza" şiirini yazdığı Muazzez Akkaya, ilk kez konuştu. Akkaya, "Hay Allah üzüldüm. Evlenmemiş olmasına üzüldüm açıkçası keşke o kadar bağlı olmasaydı. Yani ben sebep olmadım İnşallah. Kader, kısmet mi diyelim bilmiyorum, nur içinde yatsın. Ben onun mutlu olmasını isterdim" dedi. Sezai Karakoç Anısına Saygıyla
    0 Reacties 0 aandelen