• Her Gelenin Girip Çıktığı Yer: Dingo’nun Ahırı

    Bugün biri bir yere giren çıkan belli değilse, “Burası da Dingo’nun ahırı mı?” deriz ya...
    Peki bu deyim nereden çıkmış biliyor musunuz?

    Zaman, İstanbul’da atlı tramvayların cadde boyunca takır takır ilerlediği yıllar...
    Tramvaylar iki atla çekiliyor ama mesele Şişhane Yokuşu’na gelince iş değişiyor. Malum, yokuş sert, yük ağır. O yüzden Azapkapı’dan yokuş yukarı çıkacak her tramvaya ekstra atlar ekleniyor. Bu “takviye atlar” yokuşu çıkıp tramvay görevini tamamladıktan sonra ne oluyor?

    İşte devreye Dingo giriyor.

    Dingo, Azapkapı-Taksim hattında, Pera civarında bir yerde bir ahır işletiyor. Aslen Rum olan Dingo’nun ahırı, görevini tamamlayan yorgun atların dinlendiği yer. Gün boyu, tramvaydan çıkan atlar geliyor, dinleniyor, sonra yenileri gidiyor. Bir gelen bir giden… Atlar, görevliler, meraklılar, tembeller, işçiler derken ahır, adeta küçük bir terminal gibi. Hatta öyle bir hal alıyor ki, kim giriyor kim çıkıyor belli olmuyor.

    İşte bu yüzden halk arasında bu ahıra bakıp şöyle denilmeye başlanıyor:
    “Burası da Dingo’nun ahırı gibi olmuş!”

    Zamanla bu söz, düzensizlik, keşmekeş ve kontrolsüz girip çıkmaların olduğu her yer için kullanılmaya başlanıyor.

    Bugün bir odaya herkes kafasına göre girip,cikıyorsa ya da bir yer tam bir curcunaysa...
    Aklımıza hep o meşhur cümle geliyor:
    “Burası da Dingo’nun ahırı mı?”

    Tarihin sokaklarından gelen bu deyim, dilimize yerleşip kalmış.
    Üstelik içindeki o eski İstanbul havasıyla…
    Her Gelenin Girip Çıktığı Yer: Dingo’nun Ahırı Bugün biri bir yere giren çıkan belli değilse, “Burası da Dingo’nun ahırı mı?” deriz ya... Peki bu deyim nereden çıkmış biliyor musunuz? Zaman, İstanbul’da atlı tramvayların cadde boyunca takır takır ilerlediği yıllar... Tramvaylar iki atla çekiliyor ama mesele Şişhane Yokuşu’na gelince iş değişiyor. Malum, yokuş sert, yük ağır. O yüzden Azapkapı’dan yokuş yukarı çıkacak her tramvaya ekstra atlar ekleniyor. Bu “takviye atlar” yokuşu çıkıp tramvay görevini tamamladıktan sonra ne oluyor? İşte devreye Dingo giriyor. Dingo, Azapkapı-Taksim hattında, Pera civarında bir yerde bir ahır işletiyor. Aslen Rum olan Dingo’nun ahırı, görevini tamamlayan yorgun atların dinlendiği yer. Gün boyu, tramvaydan çıkan atlar geliyor, dinleniyor, sonra yenileri gidiyor. Bir gelen bir giden… Atlar, görevliler, meraklılar, tembeller, işçiler derken ahır, adeta küçük bir terminal gibi. Hatta öyle bir hal alıyor ki, kim giriyor kim çıkıyor belli olmuyor. İşte bu yüzden halk arasında bu ahıra bakıp şöyle denilmeye başlanıyor: “Burası da Dingo’nun ahırı gibi olmuş!” Zamanla bu söz, düzensizlik, keşmekeş ve kontrolsüz girip çıkmaların olduğu her yer için kullanılmaya başlanıyor. Bugün bir odaya herkes kafasına göre girip,cikıyorsa ya da bir yer tam bir curcunaysa... Aklımıza hep o meşhur cümle geliyor: “Burası da Dingo’nun ahırı mı?” Tarihin sokaklarından gelen bu deyim, dilimize yerleşip kalmış. Üstelik içindeki o eski İstanbul havasıyla…
    0 Комментарии 0 Поделились
  • Şehzade Cihangir (1531-1553) ve Camisi (1559)

    Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın beşinci oğlu.

    Hastalığı sebebiyle sancağa çıkarılmamış, az sayıda sefere katılmış, ruhen, duygusal bir karakter; fiziksel olarak da zayıf doğuştan kambur bir can idi. Hattat ve Zarîfî mahlasını kullanan bir şairdi.

    Sultan Süleyman onu bir sırdaş gibi yanında bulundurmuş, fiziksel engeline rağmen, cesaret ve ferasetini anlamış ve değer vermiştir. Ona "cihanı sırtında taşıyan" anlamına gelen Cihangir ismini vermiştir.

    Cihangir, çok sevdiği abisi Şehzade Mustafa'nın infazı sonrası bunalıma girerek akli dengesini kaybetmiş ve aynı yıl Halep seferi esnasında vefat etmiştir. (Şehzade Mustafa'nın boğdurulduğu esnada, onun da babasının yanında, çadırda olduğu, olayı en yakından yaşayan kişilerden biri olduğu, Bu travmanın, onun ruhunda büyük bir hasar bıraktığı, idam sonrası melankolik dengesiz ruhi bunalımlara gark olduğu çeşitli kaynaklardan yazılmıştır.)

    Şehzade Cihangir'in çok genç yaşta ölmesi üzerine Süleyman, Saraydan çok güzel görünen ve İstanbul'a hakim bu tepenin üzerinde, 1559-1560'ta, Mimar Sinan'a Cihangir Camiini inşa ettirdi.

    Caminin yapıldığı, Kuzeyde Taksim Meydanından, güneyde dik yokuş ve merdivenlerle Salıpazarı ve Fındıklı'ya inilen tepe yamaçlarına dek uzanan semtin adı da Cihangir olarak kalmıştır.

    İlk yapılan Cihangir Camii, kare planlı, tek kubbeli ve tek minareli küçük bir mabeddir. Montagu B.Dunn'a ait 1855 tarihli bir çizimini ilk görsele ekledim. Cami, tarihi içinde beş yangın geçirmiş ve her seferinde yenilenmiştir.

    1890'da II. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılan bugünkü cami de tek kubbeli ve kare planlıdır. Üç bölümlü son cemaat yerinin iki köşesinde iki minaresi vardır. Mimar Sinan’ın Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nde başlattığı bir mimari tasarım ve strüktür, 19. yüzyılın sonlarında bu yapıda da uygulanmıştır. Sadabat, Dolmabahçe, Ortaköy camiilerine de benzer mimari görünümdedir. Bu tasarımda kubbe dört köşeye oturtulmuş olduğundan duvarlar taşıyıcı özelliklerini kısmen kaybetmiş, böylece çok sayıda pencere açılabilmiş ve özellikle üst kısımlarda yelpaze biçimi yayılan pencere düzeni gerçekleştirilebilmiştir. Bugünkü yapının mimarının kim olduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Son yıllarda mimar için Sarkis Balyan adı söylenmekteyse de 1878 yılında devlet başmimarı unvanını alan Sarkis’in ve mensubu olduğu mimar ailesinin eserlerini içeren listelerde Cihangir Camii adına rastlanmaması bu bilginin ihtiyatla karşılanmasını gerektirir.

    Cihangir Camii gerek planlanması gerekse süslemeleriyle gayet ölçülü bir eserdir. İçerideki kalem işleri büyük ölçüde devrinin özelliklerini korumaktadır. Caminin sade, gösterişten uzak süslemeleri ve tasarım sadeliğine karşın, 19. yy. daki batılılaşma etkileri cephe süslemelerinde dönemin bir karakteristiği olarak barok, rokoko, neoklasik, ampir süslemeler ile kendini göstermiştir.

    Mimarinin yanısıra, Caminin manzarası da muhteşemdir.
    Şehzade Cihangir (1531-1553) ve Camisi (1559) Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın beşinci oğlu. Hastalığı sebebiyle sancağa çıkarılmamış, az sayıda sefere katılmış, ruhen, duygusal bir karakter; fiziksel olarak da zayıf doğuştan kambur bir can idi. Hattat ve Zarîfî mahlasını kullanan bir şairdi. Sultan Süleyman onu bir sırdaş gibi yanında bulundurmuş, fiziksel engeline rağmen, cesaret ve ferasetini anlamış ve değer vermiştir. Ona "cihanı sırtında taşıyan" anlamına gelen Cihangir ismini vermiştir. Cihangir, çok sevdiği abisi Şehzade Mustafa'nın infazı sonrası bunalıma girerek akli dengesini kaybetmiş ve aynı yıl Halep seferi esnasında vefat etmiştir. (Şehzade Mustafa'nın boğdurulduğu esnada, onun da babasının yanında, çadırda olduğu, olayı en yakından yaşayan kişilerden biri olduğu, Bu travmanın, onun ruhunda büyük bir hasar bıraktığı, idam sonrası melankolik dengesiz ruhi bunalımlara gark olduğu çeşitli kaynaklardan yazılmıştır.) Şehzade Cihangir'in çok genç yaşta ölmesi üzerine Süleyman, Saraydan çok güzel görünen ve İstanbul'a hakim bu tepenin üzerinde, 1559-1560'ta, Mimar Sinan'a Cihangir Camiini inşa ettirdi. Caminin yapıldığı, Kuzeyde Taksim Meydanından, güneyde dik yokuş ve merdivenlerle Salıpazarı ve Fındıklı'ya inilen tepe yamaçlarına dek uzanan semtin adı da Cihangir olarak kalmıştır. İlk yapılan Cihangir Camii, kare planlı, tek kubbeli ve tek minareli küçük bir mabeddir. Montagu B.Dunn'a ait 1855 tarihli bir çizimini ilk görsele ekledim. Cami, tarihi içinde beş yangın geçirmiş ve her seferinde yenilenmiştir. 1890'da II. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılan bugünkü cami de tek kubbeli ve kare planlıdır. Üç bölümlü son cemaat yerinin iki köşesinde iki minaresi vardır. Mimar Sinan’ın Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nde başlattığı bir mimari tasarım ve strüktür, 19. yüzyılın sonlarında bu yapıda da uygulanmıştır. Sadabat, Dolmabahçe, Ortaköy camiilerine de benzer mimari görünümdedir. Bu tasarımda kubbe dört köşeye oturtulmuş olduğundan duvarlar taşıyıcı özelliklerini kısmen kaybetmiş, böylece çok sayıda pencere açılabilmiş ve özellikle üst kısımlarda yelpaze biçimi yayılan pencere düzeni gerçekleştirilebilmiştir. Bugünkü yapının mimarının kim olduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Son yıllarda mimar için Sarkis Balyan adı söylenmekteyse de 1878 yılında devlet başmimarı unvanını alan Sarkis’in ve mensubu olduğu mimar ailesinin eserlerini içeren listelerde Cihangir Camii adına rastlanmaması bu bilginin ihtiyatla karşılanmasını gerektirir. Cihangir Camii gerek planlanması gerekse süslemeleriyle gayet ölçülü bir eserdir. İçerideki kalem işleri büyük ölçüde devrinin özelliklerini korumaktadır. Caminin sade, gösterişten uzak süslemeleri ve tasarım sadeliğine karşın, 19. yy. daki batılılaşma etkileri cephe süslemelerinde dönemin bir karakteristiği olarak barok, rokoko, neoklasik, ampir süslemeler ile kendini göstermiştir. Mimarinin yanısıra, Caminin manzarası da muhteşemdir.
    0 Комментарии 0 Поделились
  • ■ ESKİ İSTANBUL BAYRAMLARI, 1890

    [Ahmet Semih Bey, 1890'lardaki eski İstanbul bayramlarını anlatıyor]:

    "Bayramlarda arefe günü ikindiden itibaren her namaz vaktinde 21 pare top atışı yapılır, bu durum Ramazan bayramında 3. gün ikindiye kadar, Kurban bayramında 4. gün ikindiye kadar sürerdi. Fener alayları ve gece donanmaları ise İstanbul halkı için vazgeçilmez bir bayram eğlencesiydi.

    Her devirde olduğu gibi bayramlarda asıl mesud olan çocuklardı. Mahalle aralarındaki küçük meydanlarda kurulan minik lunaparklar çocuk cıvıltılarıyla şenlenir, mahalleye bir neş'e ve bayram havası katardı.

    Çocukların sevinci büyüklere bir üçüncü bayram olurdu. Omuzlarında çocuklarını taşıyan babalar, göğüslerine yavrularını basan anneler, torunlarının ellerine yapışan dedeler, kadınnineler, bacılarla dadılar ve lalalar çocuklarla meşgul olarak aynı zamanda onların kelimedeki her mânâ içinde terbiyeleriyle de uğraşırlardı. Onlara iyiyi, fenayı, çirkini, güzeli öğretmekle, göstermekle muvaffak oluncaya kadar yorulmazlardı. Mahalle aralarındaki meydancıklarda kurulan tahterevalliler, salıncaklar, atlıkarıncalar çocuklar alemine ölçüsüz neşe ve inbisat (kalbi sevinç) saçardı.

    Eski bayramlar, daha doğrusu bayramlarda eski hareket ve faaliyetler bambaşka bir eda taşırdı. Zevkli idi de. Evleri boş bırakırcasına bayram namazı için camiye koşanların, namazı müteakip evlere dönenlerle ailenin ve ev halkının bayramlaşmasının, yine ailenin büyüklerini ve akrabayı hanelerine kadar gidip ziyaret eylemenin, komşulara gidip gelmenin, büyüklere kadar koşarak el etek öpmenin.. elbette bir zevki vardı. Çünkü bu faaliyetlerin hepsi evvela dinî, sonra da içtimaî ve tesanüdíl bir itiyadın ve ülfetin tezahürleriydi. Zinde veya mariz (hasta), herkesin yüzü gülerdi. Zengin-fakir herkeste neşe vardı. Fakir maaşını evine barkına istediğini alırdı. Zengin fakire yardım ederdi; zekât verirdi. Oruç tutamamışsa bir insanı doyuracak kadar bir parayı bir fakire verirdi; sadaka-yı fitr verirdi. Konağındakileri giydirirdi, kuşatırdı; müstahdemlere kadar mahallenin fakirlerini sevindirirdi. Onların bakkal veya kasaba borcunu öderdi.

    Velhasıl bayram bereketli ve keyifli olurdu. Hele çocuklara iyd-i ekber (büyük bayram) olurdu. Günlerce koşar, güler, oynar, serbest serbest eğlenirlerdi. Hatta sokaklardaki meydanlarda kurulan atlıkarıncalarla ve daha bir sürü eğlencelerle şâdan edilirdi. Bu sayede de fevkalade hareket yüzünden para kazanılırdı. Şunu da söylemeli ki, her şey ucuzdu..

    Saraylar, konaklar, evler dolar, boşalır, bir mahalleden öbür mahalleye seğirtilirdi (koşturulurdu). Hele mevsim yaz ise bu seyr ü sefer daha ivicaclı (dolambaçlı), hatta yorucu olurdu. Fakat bayramlaşmak neşesi yorgunluğu hemen hemen hissettirmezdi. Bayram günleri bu haberini verdiğim minval üzere geçerdi. Yalnız kadınlar bayram günlerinden sonra dahi hane-be-hane (ev ev) dolaşmaktan fariğ olmazlar (vaz geçmezler), ziyaret üstü ziyarette bulunurlardı. Çok da memnun gözükürlerdi.

    Bayramlarda herkes håline göre iç çamaşırı dâhil yeni elbise alırdı. Tertemiz giyinirdi. Fesini kaplatırdı, fotinini boyatırdı. Yeni ayakkabı alırdı. Bunlardan evvel de hamama gider, temizlenirdi. Ve bayram oldu mu namazdan sonra da bir dakika durmaz bayram tebriği ve ziyaret seferine çıkardı.

    Şehrin bayram eğlencelerinden bir de tiyatroları, ortaoyunları, meddahları, karagözleri, mevsimine göre değişen mahallerde saz küme fasılları; bağlarda, çayırlarda güreşleri, davullarla zurnaları, Taksim ve Tepebaşı bahçelerinde fevkalade numaralar arz eden orkestralar ve saire idi.

    Şu da vardı: Bayramdan evvel birçoğu anasının, babasının veya ailesinden ölmüş olanların kabirlerine kadar gider, ziyaret eder, Fatiha okur, dua ederdi. Ve bunların birçoğu yetişmiş evladı varsa, beraberce bu ziyaretleri görür, ölmüşleri unutturmamanın mümaresesini yaptırırdı. Evet.. Maziyi ve aileyi unutturmamaya çalışmak da ayrıca bir bayram olurdu.."
    ■ ESKİ İSTANBUL BAYRAMLARI, 1890 ❤️ [Ahmet Semih Bey, 1890'lardaki eski İstanbul bayramlarını anlatıyor]: "Bayramlarda arefe günü ikindiden itibaren her namaz vaktinde 21 pare top atışı yapılır, bu durum Ramazan bayramında 3. gün ikindiye kadar, Kurban bayramında 4. gün ikindiye kadar sürerdi. Fener alayları ve gece donanmaları ise İstanbul halkı için vazgeçilmez bir bayram eğlencesiydi. Her devirde olduğu gibi bayramlarda asıl mesud olan çocuklardı. Mahalle aralarındaki küçük meydanlarda kurulan minik lunaparklar çocuk cıvıltılarıyla şenlenir, mahalleye bir neş'e ve bayram havası katardı. Çocukların sevinci büyüklere bir üçüncü bayram olurdu. Omuzlarında çocuklarını taşıyan babalar, göğüslerine yavrularını basan anneler, torunlarının ellerine yapışan dedeler, kadınnineler, bacılarla dadılar ve lalalar çocuklarla meşgul olarak aynı zamanda onların kelimedeki her mânâ içinde terbiyeleriyle de uğraşırlardı. Onlara iyiyi, fenayı, çirkini, güzeli öğretmekle, göstermekle muvaffak oluncaya kadar yorulmazlardı. Mahalle aralarındaki meydancıklarda kurulan tahterevalliler, salıncaklar, atlıkarıncalar çocuklar alemine ölçüsüz neşe ve inbisat (kalbi sevinç) saçardı. Eski bayramlar, daha doğrusu bayramlarda eski hareket ve faaliyetler bambaşka bir eda taşırdı. Zevkli idi de. Evleri boş bırakırcasına bayram namazı için camiye koşanların, namazı müteakip evlere dönenlerle ailenin ve ev halkının bayramlaşmasının, yine ailenin büyüklerini ve akrabayı hanelerine kadar gidip ziyaret eylemenin, komşulara gidip gelmenin, büyüklere kadar koşarak el etek öpmenin.. elbette bir zevki vardı. Çünkü bu faaliyetlerin hepsi evvela dinî, sonra da içtimaî ve tesanüdíl bir itiyadın ve ülfetin tezahürleriydi. Zinde veya mariz (hasta), herkesin yüzü gülerdi. Zengin-fakir herkeste neşe vardı. Fakir maaşını evine barkına istediğini alırdı. Zengin fakire yardım ederdi; zekât verirdi. Oruç tutamamışsa bir insanı doyuracak kadar bir parayı bir fakire verirdi; sadaka-yı fitr verirdi. Konağındakileri giydirirdi, kuşatırdı; müstahdemlere kadar mahallenin fakirlerini sevindirirdi. Onların bakkal veya kasaba borcunu öderdi. Velhasıl bayram bereketli ve keyifli olurdu. Hele çocuklara iyd-i ekber (büyük bayram) olurdu. Günlerce koşar, güler, oynar, serbest serbest eğlenirlerdi. Hatta sokaklardaki meydanlarda kurulan atlıkarıncalarla ve daha bir sürü eğlencelerle şâdan edilirdi. Bu sayede de fevkalade hareket yüzünden para kazanılırdı. Şunu da söylemeli ki, her şey ucuzdu.. Saraylar, konaklar, evler dolar, boşalır, bir mahalleden öbür mahalleye seğirtilirdi (koşturulurdu). Hele mevsim yaz ise bu seyr ü sefer daha ivicaclı (dolambaçlı), hatta yorucu olurdu. Fakat bayramlaşmak neşesi yorgunluğu hemen hemen hissettirmezdi. Bayram günleri bu haberini verdiğim minval üzere geçerdi. Yalnız kadınlar bayram günlerinden sonra dahi hane-be-hane (ev ev) dolaşmaktan fariğ olmazlar (vaz geçmezler), ziyaret üstü ziyarette bulunurlardı. Çok da memnun gözükürlerdi. Bayramlarda herkes håline göre iç çamaşırı dâhil yeni elbise alırdı. Tertemiz giyinirdi. Fesini kaplatırdı, fotinini boyatırdı. Yeni ayakkabı alırdı. Bunlardan evvel de hamama gider, temizlenirdi. Ve bayram oldu mu namazdan sonra da bir dakika durmaz bayram tebriği ve ziyaret seferine çıkardı. Şehrin bayram eğlencelerinden bir de tiyatroları, ortaoyunları, meddahları, karagözleri, mevsimine göre değişen mahallerde saz küme fasılları; bağlarda, çayırlarda güreşleri, davullarla zurnaları, Taksim ve Tepebaşı bahçelerinde fevkalade numaralar arz eden orkestralar ve saire idi. Şu da vardı: Bayramdan evvel birçoğu anasının, babasının veya ailesinden ölmüş olanların kabirlerine kadar gider, ziyaret eder, Fatiha okur, dua ederdi. Ve bunların birçoğu yetişmiş evladı varsa, beraberce bu ziyaretleri görür, ölmüşleri unutturmamanın mümaresesini yaptırırdı. Evet.. Maziyi ve aileyi unutturmamaya çalışmak da ayrıca bir bayram olurdu.."
    0 Комментарии 0 Поделились
  • ■ ESKİ KONAKLARDA ÇOCUKLUK, 1890

    [Ahmet Semih Bey 19. yüzyıl sonlarında eski İstanbul konaklarındaki çocukluk dönemini anlatıyor]:

    "Çocukken yemekleri selamlıkta, babamızın sofrasında yedirirlerdi. Sofradan kalkar kalkmaz da: “Haydi çocuklar, hareme!” derlerdi. Büyüklerin arasında bulunmaklığımızın verdiği gururu müteakip duçar olduğumuz bu yüz bulma ile harem dairesine girer girmez gördüğümüz hüsn-ü istikbâl (güzel karşılama) bir çeyrek saat devam edemezdi. Bizi kendi odalarımıza götürür, yataklara sürerlerdi. “Uyku çocuklar için en sıhhî ve mukavvi (kuvvet verici) gıda gibidir!” mealinde de nasihatler verir, ninniler söylerlerdi. Yatırılmak pek hoşumuza gitmezdi ama çaresini bulamazdık.

    Ailemiz ve bize bakanlar asla adamsendecilerden değillerdi. Yakamıza yapışır başımızı boş bırakmazlardı. Her evde çocuğun nasibi böyle olduğu için bize akran misafir çocuklar bulamazdık gerçi fakat büyüklerden ayrılmak gururumuza dokunurdu.

    Bunlardan başka büyüklerin yanlarında bulunmanın yalnız gururu mu yaa! Faydası vardı! Birçok şey öğrenirdik. Öğrenirdik amma sıhhatimizi bu faydalara taksim ederler, vaktinde bizi uyuturlardı. Ve biz ortadan çekildikten sonra istedikleri gibi konuşurlardı. Çünkü çocukların yanında temkinli söyleşmek devrin âdetlerinden biriydi.

    Konakların kalabalığı şöyle bir tarife girebilir: Evvela ev halkı, eve misafir olarak gelip gitmesini bilmeyenler, hakiki dost ile ahbaplar, konu komşu ve ekseriya davetlere gelen davetliler ve bunların arasına kabul edilen gençler.. Bu kalabalıklar çok neşeli olurdu. Neşeli haberlerle güzel sözler ve bazen de sazlar -değil evin- mahallenin havasını tasfiye, gam ve kasâveti def ederdi..

    Böyle günlerde misafirlerin huzurunda yahut sokaktan eve girer girmez duyulmuş fena bir haber varsa onun birdenbire -hele ihtiyarlara- söylenmemesi bize edilen tembihlerin başında gelirdi. Böyle dikkatsizlikler lâ-yecuzdur (câiz değildir) denilirdi.

    Bu kayıtlara rağmen biz gençler ihtiyarların huzurunda asla sıkılmazdık, onları da sıkmazdık. Bu da bize aile topluluklarında dost-ahbap ortasında mütekabil (karşılıklı) hürriyet ve hürmetin gözle görülemeyecek kadar olan inceliklerini tefrik ve temyize temrin olurdu. Bittabi bu dersleri ve örnekleri görenler kabiliyetleri derecesine göre müstefit olurlardı (istifade ederlerdi)."
    ■ ESKİ KONAKLARDA ÇOCUKLUK, 1890 ❤️ [Ahmet Semih Bey 19. yüzyıl sonlarında eski İstanbul konaklarındaki çocukluk dönemini anlatıyor]: "Çocukken yemekleri selamlıkta, babamızın sofrasında yedirirlerdi. Sofradan kalkar kalkmaz da: “Haydi çocuklar, hareme!” derlerdi. Büyüklerin arasında bulunmaklığımızın verdiği gururu müteakip duçar olduğumuz bu yüz bulma ile harem dairesine girer girmez gördüğümüz hüsn-ü istikbâl (güzel karşılama) bir çeyrek saat devam edemezdi. Bizi kendi odalarımıza götürür, yataklara sürerlerdi. “Uyku çocuklar için en sıhhî ve mukavvi (kuvvet verici) gıda gibidir!” mealinde de nasihatler verir, ninniler söylerlerdi. Yatırılmak pek hoşumuza gitmezdi ama çaresini bulamazdık. Ailemiz ve bize bakanlar asla adamsendecilerden değillerdi. Yakamıza yapışır başımızı boş bırakmazlardı. Her evde çocuğun nasibi böyle olduğu için bize akran misafir çocuklar bulamazdık gerçi fakat büyüklerden ayrılmak gururumuza dokunurdu. Bunlardan başka büyüklerin yanlarında bulunmanın yalnız gururu mu yaa! Faydası vardı! Birçok şey öğrenirdik. Öğrenirdik amma sıhhatimizi bu faydalara taksim ederler, vaktinde bizi uyuturlardı. Ve biz ortadan çekildikten sonra istedikleri gibi konuşurlardı. Çünkü çocukların yanında temkinli söyleşmek devrin âdetlerinden biriydi. Konakların kalabalığı şöyle bir tarife girebilir: Evvela ev halkı, eve misafir olarak gelip gitmesini bilmeyenler, hakiki dost ile ahbaplar, konu komşu ve ekseriya davetlere gelen davetliler ve bunların arasına kabul edilen gençler.. Bu kalabalıklar çok neşeli olurdu. Neşeli haberlerle güzel sözler ve bazen de sazlar -değil evin- mahallenin havasını tasfiye, gam ve kasâveti def ederdi.. Böyle günlerde misafirlerin huzurunda yahut sokaktan eve girer girmez duyulmuş fena bir haber varsa onun birdenbire -hele ihtiyarlara- söylenmemesi bize edilen tembihlerin başında gelirdi. Böyle dikkatsizlikler lâ-yecuzdur (câiz değildir) denilirdi. Bu kayıtlara rağmen biz gençler ihtiyarların huzurunda asla sıkılmazdık, onları da sıkmazdık. Bu da bize aile topluluklarında dost-ahbap ortasında mütekabil (karşılıklı) hürriyet ve hürmetin gözle görülemeyecek kadar olan inceliklerini tefrik ve temyize temrin olurdu. Bittabi bu dersleri ve örnekleri görenler kabiliyetleri derecesine göre müstefit olurlardı (istifade ederlerdi)."
    0 Комментарии 0 Поделились
  • Galatasaray/Besiktas. Taksim Stadium. Entre 1920 -1930.

    Source : NOSTALGIA FUTBOLERA
    Galatasaray/Besiktas. Taksim Stadium. Entre 1920 -1930. Source : NOSTALGIA FUTBOLERA
    0 Комментарии 0 Поделились
  • Başka bir evin girişi;
    "Rızk içün çekme gamı nahnü kasemnayı gözet,
    Kula minnet ne hacet Cenab-ı Kibriya'yı gözet."
    Anlamı:"
    Rızık için gam çekme gizli taksim edeni gözet,
    Kula minnet etme Cenabı Allahı gözet."
    Başka bir evin girişi; "Rızk içün çekme gamı nahnü kasemnayı gözet, Kula minnet ne hacet Cenab-ı Kibriya'yı gözet." Anlamı:" Rızık için gam çekme gizli taksim edeni gözet, Kula minnet etme Cenabı Allahı gözet."
    0 Комментарии 0 Поделились
  • Taksim kışlası - 1906
    Taksim kışlası - 1906
    0 Комментарии 0 Поделились
  • İstanbul Taksim
    İstanbul Taksim
    0 Комментарии 0 Поделились
  • İstanbul'un ilk stadı....
    Taksim Topçu Kışlası'nın avlusuna yapılan Taksim Stadyumu...
    1921-1940 yılları arasında maçlara ev sahipliği yaptı. Türk Milli Futbol Takımı, ilk maçını bu stadyumda Romanya'ya karşı 1923'te oynadı, 1940'ta Taksim Meydanı'nın düzenlenmesiyle yerini Taksim Parkı'na bıraktı.
    İstanbul'un ilk stadı.... Taksim Topçu Kışlası'nın avlusuna yapılan Taksim Stadyumu... 1921-1940 yılları arasında maçlara ev sahipliği yaptı. Türk Milli Futbol Takımı, ilk maçını bu stadyumda Romanya'ya karşı 1923'te oynadı, 1940'ta Taksim Meydanı'nın düzenlenmesiyle yerini Taksim Parkı'na bıraktı.
    0 Комментарии 0 Поделились
  • Taksim ve Ayasofya Camilerinde gecenin huzuru ve şükrü

    Elhamdülillah, Allah'a çok şükür binlerce...

    Taksim Camii'in yapılmasına ve Ayasofya Camii'in 86 yıl sonra tekrar açılmasına vesile olan Sayın Cumhurbaşkanımıza halkımız minnettardır.

    "Şükür nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır."
    Taksim ve Ayasofya Camilerinde gecenin huzuru ve şükrü Elhamdülillah, Allah'a çok şükür binlerce... Taksim Camii'in yapılmasına ve Ayasofya Camii'in 86 yıl sonra tekrar açılmasına vesile olan Sayın Cumhurbaşkanımıza halkımız minnettardır. "Şükür nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır."
    0 Комментарии 0 Поделились
Расширенные страницы