• Kıbrıs haritasına baktığınızda fark etmiş olmanız muhtemel olan bir çıkıntı var. İşte onun hikayesi.
    kıbrıs barış harekatı hatırası olan çıkıntıdır.
    Aşağıda gördüğünüz kıbrıs haritasında, rum kesimine doğru girmiş bir çıkıntı var. fark ettiniz mi? daire içerisinde. daha yakından bakın. Rum kesimine harita üzerinde küfreder gibi haritalı bir mesaj

    Burada kktc'nin akıncılar ilçesini görüyorsunuz. burası kıbrıs rum kesimi topraklarına doğru 9-10 km boyunca girmiş bir bölge. ilginç bir hikayesi var buranın.
    1974 kıbrıs barış harekatı sırasında rum birliklerini ezen türk ordusunun önünde pek bir engel kalmamıştı. ama artık nato bizi tehdit ediyor, durmazsak türkiye'ye müdahale edeceklerinden bahsediliyordu. zaten biz de alacağımızı almış, türkleri rum mezaliminden kurtarmıştık ve bunun üzerine kıbrıs'taki türk ilerleyişinin durmasına karar verildi.
    kıbrıs'taki tüm birliklerimize yerlerinde kalmaları, daha fazla ilerlememeleri emredildi.
    lakin bu akıncılar bölgesindeki zırhlı birliklerimizin başındaki albayımız bu emre uymadı. ilerleyişini sürdürdü.

    bir uyarı, iki uyarı... en son uyarı gelip birliklerimiz durduğunda güney kıbrıs'a doğru 10 kilometre girmişti bile. ve burada durdu.

    aslında larnaka'ya kadar durmayı düşünmüyordu. ama onu durdurdular. zira durmadığı takdirde "hain ilan edileceği ve bizzat bizim uçaklarımız tarafından bombalanacağı" söylendiği için durmak zorunda kaldı...

    işte o günden bugüne elimizde yadigar rum tarafına doğru bu 10 kilometrelik çıkıntı kaldı... Albayımızın mizahi bir yönüde yok değil küfreder gibi sağlam mesaj içeren bir haritaya imza atılmasına sebep olmuş
    ☪︎ ЋץҐИ ☪︎
    Süleyman Efe KOCAZEYBEK .
    Kıbrıs haritasına baktığınızda fark etmiş olmanız muhtemel olan bir çıkıntı var. İşte onun hikayesi. kıbrıs barış harekatı hatırası olan çıkıntıdır. Aşağıda gördüğünüz kıbrıs haritasında, rum kesimine doğru girmiş bir çıkıntı var. fark ettiniz mi? daire içerisinde. daha yakından bakın. Rum kesimine harita üzerinde küfreder gibi haritalı bir mesaj 😊 Burada kktc'nin akıncılar ilçesini görüyorsunuz. burası kıbrıs rum kesimi topraklarına doğru 9-10 km boyunca girmiş bir bölge. ilginç bir hikayesi var buranın. 1974 kıbrıs barış harekatı sırasında rum birliklerini ezen türk ordusunun önünde pek bir engel kalmamıştı. ama artık nato bizi tehdit ediyor, durmazsak türkiye'ye müdahale edeceklerinden bahsediliyordu. zaten biz de alacağımızı almış, türkleri rum mezaliminden kurtarmıştık ve bunun üzerine kıbrıs'taki türk ilerleyişinin durmasına karar verildi. kıbrıs'taki tüm birliklerimize yerlerinde kalmaları, daha fazla ilerlememeleri emredildi. lakin bu akıncılar bölgesindeki zırhlı birliklerimizin başındaki albayımız bu emre uymadı. ilerleyişini sürdürdü. bir uyarı, iki uyarı... en son uyarı gelip birliklerimiz durduğunda güney kıbrıs'a doğru 10 kilometre girmişti bile. ve burada durdu. aslında larnaka'ya kadar durmayı düşünmüyordu. ama onu durdurdular. zira durmadığı takdirde "hain ilan edileceği ve bizzat bizim uçaklarımız tarafından bombalanacağı" söylendiği için durmak zorunda kaldı... işte o günden bugüne elimizde yadigar rum tarafına doğru bu 10 kilometrelik çıkıntı kaldı... Albayımızın mizahi bir yönüde yok değil küfreder gibi sağlam mesaj içeren bir haritaya imza atılmasına sebep olmuş 😊 ☪︎ ЋץҐИ ☪︎ Süleyman Efe KOCAZEYBEK 🇹🇷🇦🇿🇺🇿🇹🇲🇰🇬🇰🇿🇭🇺.
    0 Kommentare 0 Anteile
  • Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?..

    Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır.

    Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış.

    Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi.

    Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti...
    Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri:
    Kayseri Güpgüpoğlu Konağında,
    Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında,
    Sivas Ulu Cami karşısında,
    Denizli’de Meserret Sokak’ta,
    Topkapı Sarayı’nda,
    İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda,
    Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde,
    Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır..

    Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş...
    Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?.. Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır. Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi. Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti... Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri: Kayseri Güpgüpoğlu Konağında, Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında, Sivas Ulu Cami karşısında, Denizli’de Meserret Sokak’ta, Topkapı Sarayı’nda, İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda, Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde, Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır.. Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş... Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    0 Kommentare 0 Anteile
  • Bugün, Türkiye'de internetin "Doğum günü."

    Türkiye'de ilk internet bağlantısı 31 yıl önce bugün kuruldu. 12 Nisan 1993'de ilk internet bağlantısı ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı'na ait yönlendiriciler ve PTT'den sağlanan 64 Kbps kapasiteli kiralık hat kullanılarak gerçekleştirildi ve ABD'deki NSFNet ile bağlantı kuruldu.
    Bugün, Türkiye'de internetin "Doğum günü." Türkiye'de ilk internet bağlantısı 31 yıl önce bugün kuruldu. 12 Nisan 1993'de ilk internet bağlantısı ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı'na ait yönlendiriciler ve PTT'den sağlanan 64 Kbps kapasiteli kiralık hat kullanılarak gerçekleştirildi ve ABD'deki NSFNet ile bağlantı kuruldu.
    0 Kommentare 0 Anteile
  • ■ ESKİ KONAKLARDA ÇOCUKLUK, 1890

    [Ahmet Semih Bey 19. yüzyıl sonlarında eski İstanbul konaklarındaki çocukluk dönemini anlatıyor]:

    "Çocukken yemekleri selamlıkta, babamızın sofrasında yedirirlerdi. Sofradan kalkar kalkmaz da: “Haydi çocuklar, hareme!” derlerdi. Büyüklerin arasında bulunmaklığımızın verdiği gururu müteakip duçar olduğumuz bu yüz bulma ile harem dairesine girer girmez gördüğümüz hüsn-ü istikbâl (güzel karşılama) bir çeyrek saat devam edemezdi. Bizi kendi odalarımıza götürür, yataklara sürerlerdi. “Uyku çocuklar için en sıhhî ve mukavvi (kuvvet verici) gıda gibidir!” mealinde de nasihatler verir, ninniler söylerlerdi. Yatırılmak pek hoşumuza gitmezdi ama çaresini bulamazdık.

    Ailemiz ve bize bakanlar asla adamsendecilerden değillerdi. Yakamıza yapışır başımızı boş bırakmazlardı. Her evde çocuğun nasibi böyle olduğu için bize akran misafir çocuklar bulamazdık gerçi fakat büyüklerden ayrılmak gururumuza dokunurdu.

    Bunlardan başka büyüklerin yanlarında bulunmanın yalnız gururu mu yaa! Faydası vardı! Birçok şey öğrenirdik. Öğrenirdik amma sıhhatimizi bu faydalara taksim ederler, vaktinde bizi uyuturlardı. Ve biz ortadan çekildikten sonra istedikleri gibi konuşurlardı. Çünkü çocukların yanında temkinli söyleşmek devrin âdetlerinden biriydi.

    Konakların kalabalığı şöyle bir tarife girebilir: Evvela ev halkı, eve misafir olarak gelip gitmesini bilmeyenler, hakiki dost ile ahbaplar, konu komşu ve ekseriya davetlere gelen davetliler ve bunların arasına kabul edilen gençler.. Bu kalabalıklar çok neşeli olurdu. Neşeli haberlerle güzel sözler ve bazen de sazlar -değil evin- mahallenin havasını tasfiye, gam ve kasâveti def ederdi..

    Böyle günlerde misafirlerin huzurunda yahut sokaktan eve girer girmez duyulmuş fena bir haber varsa onun birdenbire -hele ihtiyarlara- söylenmemesi bize edilen tembihlerin başında gelirdi. Böyle dikkatsizlikler lâ-yecuzdur (câiz değildir) denilirdi.

    Bu kayıtlara rağmen biz gençler ihtiyarların huzurunda asla sıkılmazdık, onları da sıkmazdık. Bu da bize aile topluluklarında dost-ahbap ortasında mütekabil (karşılıklı) hürriyet ve hürmetin gözle görülemeyecek kadar olan inceliklerini tefrik ve temyize temrin olurdu. Bittabi bu dersleri ve örnekleri görenler kabiliyetleri derecesine göre müstefit olurlardı (istifade ederlerdi)."
    ■ ESKİ KONAKLARDA ÇOCUKLUK, 1890 ❤️ [Ahmet Semih Bey 19. yüzyıl sonlarında eski İstanbul konaklarındaki çocukluk dönemini anlatıyor]: "Çocukken yemekleri selamlıkta, babamızın sofrasında yedirirlerdi. Sofradan kalkar kalkmaz da: “Haydi çocuklar, hareme!” derlerdi. Büyüklerin arasında bulunmaklığımızın verdiği gururu müteakip duçar olduğumuz bu yüz bulma ile harem dairesine girer girmez gördüğümüz hüsn-ü istikbâl (güzel karşılama) bir çeyrek saat devam edemezdi. Bizi kendi odalarımıza götürür, yataklara sürerlerdi. “Uyku çocuklar için en sıhhî ve mukavvi (kuvvet verici) gıda gibidir!” mealinde de nasihatler verir, ninniler söylerlerdi. Yatırılmak pek hoşumuza gitmezdi ama çaresini bulamazdık. Ailemiz ve bize bakanlar asla adamsendecilerden değillerdi. Yakamıza yapışır başımızı boş bırakmazlardı. Her evde çocuğun nasibi böyle olduğu için bize akran misafir çocuklar bulamazdık gerçi fakat büyüklerden ayrılmak gururumuza dokunurdu. Bunlardan başka büyüklerin yanlarında bulunmanın yalnız gururu mu yaa! Faydası vardı! Birçok şey öğrenirdik. Öğrenirdik amma sıhhatimizi bu faydalara taksim ederler, vaktinde bizi uyuturlardı. Ve biz ortadan çekildikten sonra istedikleri gibi konuşurlardı. Çünkü çocukların yanında temkinli söyleşmek devrin âdetlerinden biriydi. Konakların kalabalığı şöyle bir tarife girebilir: Evvela ev halkı, eve misafir olarak gelip gitmesini bilmeyenler, hakiki dost ile ahbaplar, konu komşu ve ekseriya davetlere gelen davetliler ve bunların arasına kabul edilen gençler.. Bu kalabalıklar çok neşeli olurdu. Neşeli haberlerle güzel sözler ve bazen de sazlar -değil evin- mahallenin havasını tasfiye, gam ve kasâveti def ederdi.. Böyle günlerde misafirlerin huzurunda yahut sokaktan eve girer girmez duyulmuş fena bir haber varsa onun birdenbire -hele ihtiyarlara- söylenmemesi bize edilen tembihlerin başında gelirdi. Böyle dikkatsizlikler lâ-yecuzdur (câiz değildir) denilirdi. Bu kayıtlara rağmen biz gençler ihtiyarların huzurunda asla sıkılmazdık, onları da sıkmazdık. Bu da bize aile topluluklarında dost-ahbap ortasında mütekabil (karşılıklı) hürriyet ve hürmetin gözle görülemeyecek kadar olan inceliklerini tefrik ve temyize temrin olurdu. Bittabi bu dersleri ve örnekleri görenler kabiliyetleri derecesine göre müstefit olurlardı (istifade ederlerdi)."
    0 Kommentare 0 Anteile
  • Şakirin Camii,
    Üsküdar, Karacaahmet Mezarlığı,
    2009,
    Mimar; Hüsrev Tayla
    İçmimar; Zeynep Fadıllıoğlu (Bu işi ile "cami tasarlayan ilk kadın mimar" ünvanını kazanmıştır.).

    Şakirin (Arapça “müteşekkir demektir) ailesi tarafından inşa ettirilmiştir.

    Caminin kabuk kubbeli dış cephesi, değerli mimarlarımızdan rahmetli Vedat Dalokay tarafından tasarlanan ancak uygulanmayan Ankara Kocatepe Camii projesine biraz benzer (Karşılaştırma için projenin bir resmini son görsel olarak ekledim.)

    İki tane şerefesiz minaresi vardır.

    Dışarıdan oldukça sade görünen caminin kubbesi “balık pulu” denilen tarzda alüminyum kompozit panellerle kaplanmıştır. Modern ışık efektleriyle geceleyin mavi bir görüntüye bürünmekte. Aydınlatma tasarımı İngiliz sanatçı
    Arnold Chan'ın eseridir.

    İç avludaki çeşme işlevi gören küçük havuz, Kozmosu simgeleyen bir kürenin merkezine yerleştirilmiştir. Küçük kürenin neresine baksanız cami ve minare görüntüsünü görürsünüz. Şeffaf bir kubbe olarak düzenlenen küre, Londra'nın ünlü heykeltıraşı William Pye tarafından tasarlanmış.

    İç mekandaki mihrap, minber, sunak, hat ve kaligrafiler, avizeler, vitray ve pencereler, duvardaki panolar , hepsi ayrı ayrı sanatçıların elinden çıkmıştır:

    Koyu gri Kayseri taşlarının hakimiyetindeki dış cephe, mimar ve ressam Kadir Akorak tarafından düzenlenmiş.

    Caminin dış cephesi kabuk kubbe dışında oldukça sadedir. Narteks bile son derece basittir. Ancak asıl sürprizler iç mekandır. Camiye adım attığınızda, turkuaz parlak sarı bir sunak sizi karşılıyor. O kadar güzel bir karşılama ki, onun güzelliğini özümsemek için zaman ayırmanız gerekiyor. Sunak bir muska izlenimi yaratıyor. Mihrabın yanına yerleştirilen minber daha açık sarı renkle işlenmiş ve uzaktan baktığınızda üzerinde hat yazıları varmış gibi görünüyor: 12 kademeli minbere yaklaştığınızda süslü yaprak desenleri ortaya çıkıyor. Kozmosu temsil eden yaprakları
    Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Başkanı Tayfun Erdoğmuş tasarlamış.
    Minberin iki ucu gökyüzüne doğru kavislenerek yükseliyor. Bu görüntüsüyle sonsuzluğu ve ulvî yolculuklara çıkış noktasını stilize etmiş gibi görünüyor.

    Yerdeki halı, deve tüyü özel el dokumasıdır. Üzerinde bordo çizgilerle namaz kılınacak yerler belirtilmiş.

    Caminin içini pleksiglas, metal, ayna ve camla kaplayan avizenin
    pleksiglas ve metallerini
    Vitray ustası Orhan Koçan,
    kristallerini Nahide Büyükkaymakçı yapmış.

    Avize iç içe büyük daireler şeklinde, üç halkadan oluşan ve Tanrı'nın 99 isminin yer alan şekilde tasarlanmış.

    Nur Suresi ünlü hattat Hüseyin Kutlu tarafından yapılmış.

    Ancak ne iç içe geçmiş daireler, ne de avizenin büyüklüğü avizedeki büyüyü oluşturuyor. En etkileyici yönü dairenin köşesinden yavaşça aşağıya doğru akan su izlenimi veren zarif kristal damlalardır.

    Şakirin Camii'nin üç tarafı camla kaplı. Geleneksel cami tasarımlarının ve diğer ibadethanelerin aksine içmekan çok aydınlıktır. Bu parlak tasarım, dış ve iç mekanın aynı görünmesini sağlar. İçeriden dışarıyı rahatlıkla görebilir, ancak pencerelerdeki ızgaraların özgün tasarımı nedeniyle dışarıdan içeriyi görmek oldukça zor.

    Duvarların da başka ilginç bir özelliği var. Duvardaki her kanat, Kuran sayfaları gibi stilize edilmiş. Uzaktan baktığınızda sanki beyaz sayfalara altın varakla yazılmış gibi. Sanki kutsal kitabın içindesiniz ve bu atmosferde kitap, umut ettiğiniz, dilediğiniz, şükrettiğiniz her konuda size yardımcı olmak için geliyor.

    Kubbe, cami mimarisinde hem dış hem de iç açıdan önemlidir. Yarım kabuk kubbenin farkını dışarıdan gördük. Ana kubbenin zemin renginde olduğunu ve Tophane renklerinden ilham aldığını görüyoruz. Pencereyi çerçeveleyen duvarlarda kırmızı hakimdir.

    Semih İrteş tarafından tasarlanan kubbenin merkezi Topkapı Sarayı'nın Tophane desenine dayanıyor. Bu eser, Fatır Sûre'nin çevresine alınmış, daha sonra hattat
    Hüseyin Kutlu tarafından Mülk Sûre'si ile daire içine alınmıştır.

    Satır aralıklarındaki figürler ünlü sanatçı Orhan Koçan'a aittir.

    Köşeler; Tanrı, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin
    panolarıyla süslenmiş.

    Oymacı Semih İrteş; kubbedeki şerit yazısı kuşaklarını birbirine bağlayarak fırıldak şeklini oluşturmuş, bu fırıldak ile dünyanın ve gezegenlerin dönüşünü açıklamaya çalıştıklarını söylemiş. Camide bulunan kaligrafi, altın varak 23 ayar altından yapılmış ve yapımı iki yıl sürmüş.

    Camide Osmanlı ve Selçuklu motifleri birlikte kullanılmış; Balkonda kadınların toplanma mekânında daha spesifik olarak Selçuklu motiflerinin kullanıldığını görüyoruz. Bariyerler dantel gibi, delikli tül gibi; ışık ve gölgenin oynadığı gizemli bir atmosfer yaratıyor.

    Dışarıdaki Türk İslam Sanatları Müzesi bölümünde dört parça Kabe battaniyesi sergileniyor. Bunlar Sotheby's müzayede evinden büyük bir masrafla satın alınmış. Ayrıca Müze'de İznik çanak çömlek koleksiyonları da bulunmakta.

    Şakirin Camii belki de Türkiye'nin en modern camisi olabilir. Son 50-60 yılda farklı kalitede taklit camilerin inşa edildiği bir mimari mabed tarihi varken bugün herkes Şakirin Camii gibi estetik ve modern tasarıma sahip camilerin sayısının artırmasını umuyor. Benzer modern mimari ile özenerek, ayrıntıları düşünülerek yapılan son dönem camilerin sayısının hızla arttığı da görülüyor...

    Cami çok aydınlık ve gün ışığına çok açık olduğu için günün her saatinde farklı bir iç dizayn rengine sahipmiş gibi görünüyor. İnternette çok pek çok fotoğrafı mevcut. Ben sadece örnek olarak bir kaç tane seçtim. Ancak sanırım yapılacak en güzel iş bu camiyi gidip yerinde görmek olacaktır.
    Derleme, tolga ekinli....
    Şakirin Camii, Üsküdar, Karacaahmet Mezarlığı, 2009, Mimar; Hüsrev Tayla İçmimar; Zeynep Fadıllıoğlu (Bu işi ile "cami tasarlayan ilk kadın mimar" ünvanını kazanmıştır.). Şakirin (Arapça “müteşekkir demektir) ailesi tarafından inşa ettirilmiştir. Caminin kabuk kubbeli dış cephesi, değerli mimarlarımızdan rahmetli Vedat Dalokay tarafından tasarlanan ancak uygulanmayan Ankara Kocatepe Camii projesine biraz benzer (Karşılaştırma için projenin bir resmini son görsel olarak ekledim.) İki tane şerefesiz minaresi vardır. Dışarıdan oldukça sade görünen caminin kubbesi “balık pulu” denilen tarzda alüminyum kompozit panellerle kaplanmıştır. Modern ışık efektleriyle geceleyin mavi bir görüntüye bürünmekte. Aydınlatma tasarımı İngiliz sanatçı Arnold Chan'ın eseridir. İç avludaki çeşme işlevi gören küçük havuz, Kozmosu simgeleyen bir kürenin merkezine yerleştirilmiştir. Küçük kürenin neresine baksanız cami ve minare görüntüsünü görürsünüz. Şeffaf bir kubbe olarak düzenlenen küre, Londra'nın ünlü heykeltıraşı William Pye tarafından tasarlanmış. İç mekandaki mihrap, minber, sunak, hat ve kaligrafiler, avizeler, vitray ve pencereler, duvardaki panolar , hepsi ayrı ayrı sanatçıların elinden çıkmıştır: Koyu gri Kayseri taşlarının hakimiyetindeki dış cephe, mimar ve ressam Kadir Akorak tarafından düzenlenmiş. Caminin dış cephesi kabuk kubbe dışında oldukça sadedir. Narteks bile son derece basittir. Ancak asıl sürprizler iç mekandır. Camiye adım attığınızda, turkuaz parlak sarı bir sunak sizi karşılıyor. O kadar güzel bir karşılama ki, onun güzelliğini özümsemek için zaman ayırmanız gerekiyor. Sunak bir muska izlenimi yaratıyor. Mihrabın yanına yerleştirilen minber daha açık sarı renkle işlenmiş ve uzaktan baktığınızda üzerinde hat yazıları varmış gibi görünüyor: 12 kademeli minbere yaklaştığınızda süslü yaprak desenleri ortaya çıkıyor. Kozmosu temsil eden yaprakları Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Başkanı Tayfun Erdoğmuş tasarlamış. Minberin iki ucu gökyüzüne doğru kavislenerek yükseliyor. Bu görüntüsüyle sonsuzluğu ve ulvî yolculuklara çıkış noktasını stilize etmiş gibi görünüyor. Yerdeki halı, deve tüyü özel el dokumasıdır. Üzerinde bordo çizgilerle namaz kılınacak yerler belirtilmiş. Caminin içini pleksiglas, metal, ayna ve camla kaplayan avizenin pleksiglas ve metallerini Vitray ustası Orhan Koçan, kristallerini Nahide Büyükkaymakçı yapmış. Avize iç içe büyük daireler şeklinde, üç halkadan oluşan ve Tanrı'nın 99 isminin yer alan şekilde tasarlanmış. Nur Suresi ünlü hattat Hüseyin Kutlu tarafından yapılmış. Ancak ne iç içe geçmiş daireler, ne de avizenin büyüklüğü avizedeki büyüyü oluşturuyor. En etkileyici yönü dairenin köşesinden yavaşça aşağıya doğru akan su izlenimi veren zarif kristal damlalardır. Şakirin Camii'nin üç tarafı camla kaplı. Geleneksel cami tasarımlarının ve diğer ibadethanelerin aksine içmekan çok aydınlıktır. Bu parlak tasarım, dış ve iç mekanın aynı görünmesini sağlar. İçeriden dışarıyı rahatlıkla görebilir, ancak pencerelerdeki ızgaraların özgün tasarımı nedeniyle dışarıdan içeriyi görmek oldukça zor. Duvarların da başka ilginç bir özelliği var. Duvardaki her kanat, Kuran sayfaları gibi stilize edilmiş. Uzaktan baktığınızda sanki beyaz sayfalara altın varakla yazılmış gibi. Sanki kutsal kitabın içindesiniz ve bu atmosferde kitap, umut ettiğiniz, dilediğiniz, şükrettiğiniz her konuda size yardımcı olmak için geliyor. Kubbe, cami mimarisinde hem dış hem de iç açıdan önemlidir. Yarım kabuk kubbenin farkını dışarıdan gördük. Ana kubbenin zemin renginde olduğunu ve Tophane renklerinden ilham aldığını görüyoruz. Pencereyi çerçeveleyen duvarlarda kırmızı hakimdir. Semih İrteş tarafından tasarlanan kubbenin merkezi Topkapı Sarayı'nın Tophane desenine dayanıyor. Bu eser, Fatır Sûre'nin çevresine alınmış, daha sonra hattat Hüseyin Kutlu tarafından Mülk Sûre'si ile daire içine alınmıştır. Satır aralıklarındaki figürler ünlü sanatçı Orhan Koçan'a aittir. Köşeler; Tanrı, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin panolarıyla süslenmiş. Oymacı Semih İrteş; kubbedeki şerit yazısı kuşaklarını birbirine bağlayarak fırıldak şeklini oluşturmuş, bu fırıldak ile dünyanın ve gezegenlerin dönüşünü açıklamaya çalıştıklarını söylemiş. Camide bulunan kaligrafi, altın varak 23 ayar altından yapılmış ve yapımı iki yıl sürmüş. Camide Osmanlı ve Selçuklu motifleri birlikte kullanılmış; Balkonda kadınların toplanma mekânında daha spesifik olarak Selçuklu motiflerinin kullanıldığını görüyoruz. Bariyerler dantel gibi, delikli tül gibi; ışık ve gölgenin oynadığı gizemli bir atmosfer yaratıyor. Dışarıdaki Türk İslam Sanatları Müzesi bölümünde dört parça Kabe battaniyesi sergileniyor. Bunlar Sotheby's müzayede evinden büyük bir masrafla satın alınmış. Ayrıca Müze'de İznik çanak çömlek koleksiyonları da bulunmakta. Şakirin Camii belki de Türkiye'nin en modern camisi olabilir. Son 50-60 yılda farklı kalitede taklit camilerin inşa edildiği bir mimari mabed tarihi varken bugün herkes Şakirin Camii gibi estetik ve modern tasarıma sahip camilerin sayısının artırmasını umuyor. Benzer modern mimari ile özenerek, ayrıntıları düşünülerek yapılan son dönem camilerin sayısının hızla arttığı da görülüyor... Cami çok aydınlık ve gün ışığına çok açık olduğu için günün her saatinde farklı bir iç dizayn rengine sahipmiş gibi görünüyor. İnternette çok pek çok fotoğrafı mevcut. Ben sadece örnek olarak bir kaç tane seçtim. Ancak sanırım yapılacak en güzel iş bu camiyi gidip yerinde görmek olacaktır. Derleme, tolga ekinli....
    0 Kommentare 0 Anteile
  • ■ OSMANLI DÖNEMİNDE İSTANBUL RAMAZANLARI, 1900

    [Ahmet Ragıp Bey 1900'lerdeki İstanbul Ramazanlarını anlatıyor]:

    "Eski Ramazanlarda bilhassa İstanbul'un göze çarpan beş hususiyeti vardı: Teravih namazı, mahyalar, Hırka-i Saadeti ziyaret. iftar âlemleri, Beyazıt sergisi..

    TERAVİHLER

    Ramazanın manevî ağırlık merkezi, şeref şatafı teravihtir. İftardan sonra evlerde, konaklarda teravih hazırlığı başlar. Herkeste bir neş'e, herkeste bir sevinç.. Şakır şakır abdestler alınır, irili ufaklı cam veya muşamba fenerler hazırlanır, güle oynaya camilerin yolu tutulur. Bu esnada o muazzam camiler kapılarına kadar tıklım tıklım dolmuştur. Vükelâ, vüzera veya halli vakitli konaklarda Ramazan imamları, hoş elhan müezzinler tutulurdu.

    İftardan sonra teravihi burada kılmak isteyenler kalır, lokma ettikten sonra çıkıp gitmek isteyenleri kâhya efendi veya uşaklar kapıda uğurlarlardı. Eski İstanbul'da Ramazanlarda en şa'şaalı, en debdebeli ve en ruhaniyetli teravih namazları selâtin camilerinde kılınırdı. Eyüpsultan, Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Beyazıt, Lâleli, Nuruosmaniye, Sultanahmet, Yenicami, karşı tarafta Üsküdar Yenicamii, iskele başındaki Mihrimah camii minel bab ilel mihrab mü'minlerle dolup taşardı.

    Filhakika Ramazanlarda geceler gündüz, dideler de rûşen olurdu. Gündüzleri daireler, mektepler tatil edilir, cümle âlem Eshab-ı Kehf uykusuna dalardı. İkindiden sonra yavaş yavaş bir kımıldama başlar, dilde zikir, elde tesbih cami cami dolaşılırdı. İftarla beraber gözlerin feri gelir, mideler cilâlanır, teravihin son rek'ati kılındımı, füze gibi kendini sokağa fırlatan fırlatana..

    DİREKLERARASI

    İstanbul'un bir Şehzadebaşı'sı, bir Direklerarası vardı ki, doğrusunu isterseniz Ramazan demek Şehzadebaşı ve Direklerarası demekti. Bu semtin bu nam ile meşhur olması, Kanuni Sultan Süleyman'ın sevgili şehzadesi Sultan Mehmed namına yaptırdığı büyük mabedin orada bulunmasındandır.

    Şehzadebaşı eski üniversitemiz olan Mısırlı Zeynep Hanımefendi'nin konağından başlar, Saraçhane karakolunda biterdi. Bu caddenin ilk kısmına Direklerarası, ikinci kısmına Şehzadebaşı, üçüncü kısmına Saraçhane derler.

    Caddenin en pitoresk tarafını, sıra sıra sütunlarla revaklarla süslenmiş olan Direklerarası kısmı teşkil ederdi. Cadde zaten baştanbaşa tarihtir, bir ucu Viyana'ya kadar dayanır. Tuna boylarına sefer eden heybetli ordularımızın, üç tuğlu, beş tuğlu vezirlerimizin ihtişamlı geçişlerine kaç kereler şahit olmuştur, bu caddenin taşı toprağı.. Tarih sevgisiyle şöyle bir kulak verseniz, mehter seslerinin aksettiğini duyarsınız.. Yeniçeri bölüklerinin oturdukları yerlere oda derler. Bu odalardan bir büyük gurup Sofular'daki Etmeydanı'nda idi. Bunlara Yeni odalar derlerdi. İkinci gurup işte bu lâfını ettiğimiz Direklerarası'nda yerleşmişti. Bunlara da Eski odalar derlerdi. Üçüncü gurup Vezneciler'le Çukurçeşme arasında idi. Acemi eğitimi yapanlara mahsustu buraları.

    ŞEHZADEBAŞI

    Şehzadebaşı bayağı günlerde de oldukça canlı, kibar, ağır başlı bir semtti. Fakat asıl büyük şöhretini Ramazanlarda yapardı. Şehir sanki kâmete kalkar, en uzak semtlerden gelenler soluğu burada alır, camilerin kapıları sanki buraya açılırdı. Gerçi Tophane, Arapcamii, Küçükpazar, Ayasofya, Beyazıt semtlerinin en kenar köşe mahallelerinde bile bir hareket görülürse de, dinamonun büyüğü Şehzadebaşı'nda çalışır, burası bir insan mahşeri ve meşheri haline gelirdi. Bugün İstanbul'un hiç bir cadde ve meydanında buna benzer bir kalabalık göremezsiniz. Bu devre yetişemiyenler Şehzadebaşı'nın Ramazan hayatı hakkında ne yazsak, ne söylesek hiç bir fikir edinemezler. Ara sıra ayağım buraya düştükçe o mahşer, o insan seli buraya nasıl sığardı diye hayretten kendimi alamam.

    Ramazan piyasası ilk akşamın teravihinden sonra başlardı. Galata köprüsünden boşalan arabalar, faytonlar, kupalar, lândonlar, saray ve konak arabaları konvoy teşkil ederek Beyazıt'a çıkarlar, Mürekkepçiler önünden kıvrılarak Vezneciler'e girerlerdi. Unkapanı köprüsünden geçenler Zeyrek'ten Vefa'ya tırmanırlar, Şehzade camiinin yanında Direklerarası'na dökülürlerdi. Muhteşem İslâm mabedinin minareleri arasına kurulan zarif mahyalar bu esnada pırıl pırıl yanmakta, sanki göklerden nurlar saçmakta, dükkânların önüne asılan koca koca fanuslarla cadde boydan boya aydınlanmakta idi.

    CİNS ATLI ARABALAR

    Bu daracık sokaklarda sanatlarında usta, üstelik çok terbiyeli neftî renk elbiseli konak arabacıları dev gibi Macar kadanalarının (cins atlatının) çektikleri vâsıtaları en mâhir bir trafik memuru kadar kimseyi incitmeden sevk ve idare etmesini bilirler, korna olmadığından, "Destur, destur!" nidalarıyla halkı ikaz ederlerdi.

    CADDELERDE İZDİHAM

    Her yaştan, her sınıftan genç ve ihtiyar kadın-erkek yanaşık nizamda, binbir ayak bir ayak haline gelmiş.. Elhasıl velkelâm sökülmez geçilmez bir izdiham!.. Çaylarının nefasetiyle en müşkülpesentleri dahi memnun eden çayhanelerde semaverler fokur fokur kaynar, bu küçücük kulüplerde daha ziyade şehrin irfan sîmaları, edip ve şairleri oturup sohbet ederlerdi.

    Boydan boya med ve cezir halinde olan caddede iki adımda bir saz faslına tesadüf etmek mümkünse de en ağırbaşlısını, yarı resmîsini Darüttalim-i Musiki'nin salonu teşkil ederdi. Çeşit çeşit tiyatrolar, karagözler ve semai kahveleri de her sınıf halka ayrı bir canlılık verirdi. Zevk ve tarab, cümbüş ve safa, çengi çigane bu minval üzere durmadan dinlenmeden sahura kadar devam eder, davul gümbürtüleri ve sahur toplariyle evli evine köylü köyüne dönerdi.."
    ■ OSMANLI DÖNEMİNDE İSTANBUL RAMAZANLARI, 1900 ❤️ [Ahmet Ragıp Bey 1900'lerdeki İstanbul Ramazanlarını anlatıyor]: "Eski Ramazanlarda bilhassa İstanbul'un göze çarpan beş hususiyeti vardı: Teravih namazı, mahyalar, Hırka-i Saadeti ziyaret. iftar âlemleri, Beyazıt sergisi.. TERAVİHLER Ramazanın manevî ağırlık merkezi, şeref şatafı teravihtir. İftardan sonra evlerde, konaklarda teravih hazırlığı başlar. Herkeste bir neş'e, herkeste bir sevinç.. Şakır şakır abdestler alınır, irili ufaklı cam veya muşamba fenerler hazırlanır, güle oynaya camilerin yolu tutulur. Bu esnada o muazzam camiler kapılarına kadar tıklım tıklım dolmuştur. Vükelâ, vüzera veya halli vakitli konaklarda Ramazan imamları, hoş elhan müezzinler tutulurdu. İftardan sonra teravihi burada kılmak isteyenler kalır, lokma ettikten sonra çıkıp gitmek isteyenleri kâhya efendi veya uşaklar kapıda uğurlarlardı. Eski İstanbul'da Ramazanlarda en şa'şaalı, en debdebeli ve en ruhaniyetli teravih namazları selâtin camilerinde kılınırdı. Eyüpsultan, Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Beyazıt, Lâleli, Nuruosmaniye, Sultanahmet, Yenicami, karşı tarafta Üsküdar Yenicamii, iskele başındaki Mihrimah camii minel bab ilel mihrab mü'minlerle dolup taşardı. Filhakika Ramazanlarda geceler gündüz, dideler de rûşen olurdu. Gündüzleri daireler, mektepler tatil edilir, cümle âlem Eshab-ı Kehf uykusuna dalardı. İkindiden sonra yavaş yavaş bir kımıldama başlar, dilde zikir, elde tesbih cami cami dolaşılırdı. İftarla beraber gözlerin feri gelir, mideler cilâlanır, teravihin son rek'ati kılındımı, füze gibi kendini sokağa fırlatan fırlatana.. DİREKLERARASI İstanbul'un bir Şehzadebaşı'sı, bir Direklerarası vardı ki, doğrusunu isterseniz Ramazan demek Şehzadebaşı ve Direklerarası demekti. Bu semtin bu nam ile meşhur olması, Kanuni Sultan Süleyman'ın sevgili şehzadesi Sultan Mehmed namına yaptırdığı büyük mabedin orada bulunmasındandır. Şehzadebaşı eski üniversitemiz olan Mısırlı Zeynep Hanımefendi'nin konağından başlar, Saraçhane karakolunda biterdi. Bu caddenin ilk kısmına Direklerarası, ikinci kısmına Şehzadebaşı, üçüncü kısmına Saraçhane derler. Caddenin en pitoresk tarafını, sıra sıra sütunlarla revaklarla süslenmiş olan Direklerarası kısmı teşkil ederdi. Cadde zaten baştanbaşa tarihtir, bir ucu Viyana'ya kadar dayanır. Tuna boylarına sefer eden heybetli ordularımızın, üç tuğlu, beş tuğlu vezirlerimizin ihtişamlı geçişlerine kaç kereler şahit olmuştur, bu caddenin taşı toprağı.. Tarih sevgisiyle şöyle bir kulak verseniz, mehter seslerinin aksettiğini duyarsınız.. Yeniçeri bölüklerinin oturdukları yerlere oda derler. Bu odalardan bir büyük gurup Sofular'daki Etmeydanı'nda idi. Bunlara Yeni odalar derlerdi. İkinci gurup işte bu lâfını ettiğimiz Direklerarası'nda yerleşmişti. Bunlara da Eski odalar derlerdi. Üçüncü gurup Vezneciler'le Çukurçeşme arasında idi. Acemi eğitimi yapanlara mahsustu buraları. ŞEHZADEBAŞI Şehzadebaşı bayağı günlerde de oldukça canlı, kibar, ağır başlı bir semtti. Fakat asıl büyük şöhretini Ramazanlarda yapardı. Şehir sanki kâmete kalkar, en uzak semtlerden gelenler soluğu burada alır, camilerin kapıları sanki buraya açılırdı. Gerçi Tophane, Arapcamii, Küçükpazar, Ayasofya, Beyazıt semtlerinin en kenar köşe mahallelerinde bile bir hareket görülürse de, dinamonun büyüğü Şehzadebaşı'nda çalışır, burası bir insan mahşeri ve meşheri haline gelirdi. Bugün İstanbul'un hiç bir cadde ve meydanında buna benzer bir kalabalık göremezsiniz. Bu devre yetişemiyenler Şehzadebaşı'nın Ramazan hayatı hakkında ne yazsak, ne söylesek hiç bir fikir edinemezler. Ara sıra ayağım buraya düştükçe o mahşer, o insan seli buraya nasıl sığardı diye hayretten kendimi alamam. Ramazan piyasası ilk akşamın teravihinden sonra başlardı. Galata köprüsünden boşalan arabalar, faytonlar, kupalar, lândonlar, saray ve konak arabaları konvoy teşkil ederek Beyazıt'a çıkarlar, Mürekkepçiler önünden kıvrılarak Vezneciler'e girerlerdi. Unkapanı köprüsünden geçenler Zeyrek'ten Vefa'ya tırmanırlar, Şehzade camiinin yanında Direklerarası'na dökülürlerdi. Muhteşem İslâm mabedinin minareleri arasına kurulan zarif mahyalar bu esnada pırıl pırıl yanmakta, sanki göklerden nurlar saçmakta, dükkânların önüne asılan koca koca fanuslarla cadde boydan boya aydınlanmakta idi. CİNS ATLI ARABALAR Bu daracık sokaklarda sanatlarında usta, üstelik çok terbiyeli neftî renk elbiseli konak arabacıları dev gibi Macar kadanalarının (cins atlatının) çektikleri vâsıtaları en mâhir bir trafik memuru kadar kimseyi incitmeden sevk ve idare etmesini bilirler, korna olmadığından, "Destur, destur!" nidalarıyla halkı ikaz ederlerdi. CADDELERDE İZDİHAM Her yaştan, her sınıftan genç ve ihtiyar kadın-erkek yanaşık nizamda, binbir ayak bir ayak haline gelmiş.. Elhasıl velkelâm sökülmez geçilmez bir izdiham!.. Çaylarının nefasetiyle en müşkülpesentleri dahi memnun eden çayhanelerde semaverler fokur fokur kaynar, bu küçücük kulüplerde daha ziyade şehrin irfan sîmaları, edip ve şairleri oturup sohbet ederlerdi. Boydan boya med ve cezir halinde olan caddede iki adımda bir saz faslına tesadüf etmek mümkünse de en ağırbaşlısını, yarı resmîsini Darüttalim-i Musiki'nin salonu teşkil ederdi. Çeşit çeşit tiyatrolar, karagözler ve semai kahveleri de her sınıf halka ayrı bir canlılık verirdi. Zevk ve tarab, cümbüş ve safa, çengi çigane bu minval üzere durmadan dinlenmeden sahura kadar devam eder, davul gümbürtüleri ve sahur toplariyle evli evine köylü köyüne dönerdi.."
    0 Kommentare 0 Anteile
  • ■ OSMANLI DÖNEMİNDE RAMAZAN'DA ARTAN UCUZLUK, 1890

    [Ahmet Semih Bey, 1890'larda Ramazan geldiğinde çarşı pazarda artan ucuzluk ve bolluğu anlatıyor]:

    "Rüyet-i Hilal vuku bulunca (Ramazan hilali görününce) Şeyhülislam kapısına gelinir, haber verilir ve o da ayın hafifçe görüldüğünü tasdik ederdi. Bundan sonra evvela Halife-i Ruy-i Zemin'e yani Padişah'a arz-ı hal ve aynı zamanda da Ramazan'ı ilan ederlerdi.

    Camiler kandillerini, mahyalarını yakarlardı. Bekçiler de davullarını çalarlardı. Teravih namazı da o gece başlardı. Bu namazdan sonra da camilerden çıkan halk istediğini yapardı. Şehzadebaşı'ndaki çay evleri, açık kalan bütün dükkanlar, orta oyunları, karagözler, meddahlar dolardı. Hamamlar da açık bırakılırdı. Ta sahur vaktine kadar halk sokakta dolaşırdı, güler, eğlenirdi.

    Gündüzleri de ibadet ve taat ile meşgul olurdu. Resmi daireler de erken dağılırdı. Alenen oruç bozmak yasaktı. Oruçsuzlar da buna dikkat ederlerdi ve oruçluların huzurunda yemezlerdi, içmezlerdi. Mübâlâtsızlıklar gösterenleri zâbıta yakalardı. Bâbıâli'de çalışan Hristiyan memurlar bile bu yasağa hürmet ederdi. Canları su istese bile gizli içerlerdi.

    Ceplerinde Mushaf-ı Şerif'le camilere Kur'an-ı Kerim okumak halkın bir çoğunda âdetti. Ve yazma mushaflar hakikaten enfesti. Ramazan'ın herkese şamil bir hususiyeti daha göze çarpardı. O da ortalığı saran bereketti. Fakir zengin herkesin karnı doyar, yüzü gülerdi.

    DÜNYANIN EN UCUZ ETİ

    Ramazan'da gözler parlar, yüzler gülerdi. Kimseler de parasız kalmazdı. Maaşlar üst üste çıkardı. Borç harç tesviye edilir, ferahlık husule gelirdi. Pazarlar, alım satımda yiyecek bahsini hayrete şayan bir şekilde ucuzlatırdı.

    Belediye çavuşları ellerindeki terazilerle esnaftaki terazi takımlarını ölçer, bir taraftan satılan malın taze veya çürüklüğüne bakar, suistimalde bulunanların canlarını yakarlardı. Dükkanlar, fırınlar, manavlar ve seyyar satıcılar kontrolden, kontrol edenlerden kurtulamazdı.

    Hele Fatih'in et pazarı değil İstanbul'un belki de dünyanın en ucuz pazarıydı. Buradaki bir kontrol de Allah korkusuydu. Kasaplar mümkün değil hırsızlık etmezler ve tertemiz mal satarlardı. Müşterileri de çoktu."
    ■ OSMANLI DÖNEMİNDE RAMAZAN'DA ARTAN UCUZLUK, 1890 [Ahmet Semih Bey, 1890'larda Ramazan geldiğinde çarşı pazarda artan ucuzluk ve bolluğu anlatıyor]: "Rüyet-i Hilal vuku bulunca (Ramazan hilali görününce) Şeyhülislam kapısına gelinir, haber verilir ve o da ayın hafifçe görüldüğünü tasdik ederdi. Bundan sonra evvela Halife-i Ruy-i Zemin'e yani Padişah'a arz-ı hal ve aynı zamanda da Ramazan'ı ilan ederlerdi. Camiler kandillerini, mahyalarını yakarlardı. Bekçiler de davullarını çalarlardı. Teravih namazı da o gece başlardı. Bu namazdan sonra da camilerden çıkan halk istediğini yapardı. Şehzadebaşı'ndaki çay evleri, açık kalan bütün dükkanlar, orta oyunları, karagözler, meddahlar dolardı. Hamamlar da açık bırakılırdı. Ta sahur vaktine kadar halk sokakta dolaşırdı, güler, eğlenirdi. Gündüzleri de ibadet ve taat ile meşgul olurdu. Resmi daireler de erken dağılırdı. Alenen oruç bozmak yasaktı. Oruçsuzlar da buna dikkat ederlerdi ve oruçluların huzurunda yemezlerdi, içmezlerdi. Mübâlâtsızlıklar gösterenleri zâbıta yakalardı. Bâbıâli'de çalışan Hristiyan memurlar bile bu yasağa hürmet ederdi. Canları su istese bile gizli içerlerdi. Ceplerinde Mushaf-ı Şerif'le camilere Kur'an-ı Kerim okumak halkın bir çoğunda âdetti. Ve yazma mushaflar hakikaten enfesti. Ramazan'ın herkese şamil bir hususiyeti daha göze çarpardı. O da ortalığı saran bereketti. Fakir zengin herkesin karnı doyar, yüzü gülerdi. DÜNYANIN EN UCUZ ETİ Ramazan'da gözler parlar, yüzler gülerdi. Kimseler de parasız kalmazdı. Maaşlar üst üste çıkardı. Borç harç tesviye edilir, ferahlık husule gelirdi. Pazarlar, alım satımda yiyecek bahsini hayrete şayan bir şekilde ucuzlatırdı. Belediye çavuşları ellerindeki terazilerle esnaftaki terazi takımlarını ölçer, bir taraftan satılan malın taze veya çürüklüğüne bakar, suistimalde bulunanların canlarını yakarlardı. Dükkanlar, fırınlar, manavlar ve seyyar satıcılar kontrolden, kontrol edenlerden kurtulamazdı. Hele Fatih'in et pazarı değil İstanbul'un belki de dünyanın en ucuz pazarıydı. Buradaki bir kontrol de Allah korkusuydu. Kasaplar mümkün değil hırsızlık etmezler ve tertemiz mal satarlardı. Müşterileri de çoktu."
    0 Kommentare 0 Anteile
  • İstanbul her sokağında gizli hazinelerin yattığı büyük bir miras. Mimari anlamda ise her biri kendi hikâyesine sahip yüzlerce yapının külliyatı olma özelliğini taşıyor. Fatih ilçesinin Laleli semtinde yer alan Tayyare Apartmanları, yakın bir zaman öncesine kadar kendisinin sahibi olan THK’daki (Türk Hava Kurumu) yolsuzluk haberleri ile gündeme gelmiş olsa da İstanbul’un en önemli mimari eserlerinden birisi olduğu şüphesiz.

    Türk Lirası üzerinde yer alacak kadar büyük bir öneme sahip ve Birinci Millî Mimarlık Akımının da öncülerinden Mimar Kemaleddin’in(*) en ünlü eserlerinden birisidir Laleli’deki Tayyare Apartmanları. İlk olarak Harikzedegân (Yangınzede) Apartmanları ismiyle hizmete alınmış olan yapılar bugün Tayyare Apartmanları adıyla bilinmektedirler. Söz konusu yapılar, 1918 yılı Mayıs ayında Cibali’deki büyük yangında yok olan 7500 kadar evin yerine ikâme olacak harikzedeganlar adına inşa edilmiştir. Manizâde Hacı Hüseyin Efendi’nın başkanlığında oluşturulan bir kurul tarafından toplanan bağışlarla 1922 yılında tamamlanan Tayyare Apartmanları, altışar katlı dört blok ve toplamda 124 daireden oluşmaktadır.

    Mimar Kemaleddin’in, oryantalizm ve Art Nouveau gibi akımlara rağbet edildiği bir dönemde Osmanlı Barok ve İslam mimari üslubu sentezini benimseyerek tasarladığı projede, bloklar arasında farklı sokakların buluştuğu iç avlular ortaya çıkar. Aynı zamanda Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin hem ilk toplu konut projesi olması hem de ilk betonarme karkas sistemi ile inşa edilmiş yapısı olması, eserin başka bir önemini daha ortaya çıkarır. Tayyare Apartmanları, 1985 yılına kadar apartman olarak kullanılmıştır. Bugün ise Crowne Plaza’ya ev sahipliği yapmaktadır.

    Mimar Kemaleddin Bey, Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti’nin kurucularındandır. 1909 yılında Evkaf Nezareti’nin başında görev almıştır. Önemli eserleri arasında Şark Demiryolları Şirketi adına projelendirdiği ve bugün her biri tarihi eser niteliği taşıyan Filibe, Sofya, Selanik ve Edirne Garları bulunmaktadır. Bebek Camii, Çamlıca Kız Lisesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi, Gazi Osman Paşa Türbesi, Ankara Palas gibi eserlerin de aynı zamanda mimar başıdır. Fakat kendisinin dünyaca üne kavuşması, 1919 yılında Kudüs müftüsünün özel daveti ile Mescid-i Aksa Camii’nin onarımını gerçekleştiren ekibin başında gösterdiği başarıdan dolayı, İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisi’ne (RIBA) şeref üyesi olarak seçilmesiyle gerçekleşmiştir.
    BİLİM&TARİH SAYFASINDAN ALINTI..
    İstanbul her sokağında gizli hazinelerin yattığı büyük bir miras. Mimari anlamda ise her biri kendi hikâyesine sahip yüzlerce yapının külliyatı olma özelliğini taşıyor. Fatih ilçesinin Laleli semtinde yer alan Tayyare Apartmanları, yakın bir zaman öncesine kadar kendisinin sahibi olan THK’daki (Türk Hava Kurumu) yolsuzluk haberleri ile gündeme gelmiş olsa da İstanbul’un en önemli mimari eserlerinden birisi olduğu şüphesiz. Türk Lirası üzerinde yer alacak kadar büyük bir öneme sahip ve Birinci Millî Mimarlık Akımının da öncülerinden Mimar Kemaleddin’in(*) en ünlü eserlerinden birisidir Laleli’deki Tayyare Apartmanları. İlk olarak Harikzedegân (Yangınzede) Apartmanları ismiyle hizmete alınmış olan yapılar bugün Tayyare Apartmanları adıyla bilinmektedirler. Söz konusu yapılar, 1918 yılı Mayıs ayında Cibali’deki büyük yangında yok olan 7500 kadar evin yerine ikâme olacak harikzedeganlar adına inşa edilmiştir. Manizâde Hacı Hüseyin Efendi’nın başkanlığında oluşturulan bir kurul tarafından toplanan bağışlarla 1922 yılında tamamlanan Tayyare Apartmanları, altışar katlı dört blok ve toplamda 124 daireden oluşmaktadır. Mimar Kemaleddin’in, oryantalizm ve Art Nouveau gibi akımlara rağbet edildiği bir dönemde Osmanlı Barok ve İslam mimari üslubu sentezini benimseyerek tasarladığı projede, bloklar arasında farklı sokakların buluştuğu iç avlular ortaya çıkar. Aynı zamanda Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin hem ilk toplu konut projesi olması hem de ilk betonarme karkas sistemi ile inşa edilmiş yapısı olması, eserin başka bir önemini daha ortaya çıkarır. Tayyare Apartmanları, 1985 yılına kadar apartman olarak kullanılmıştır. Bugün ise Crowne Plaza’ya ev sahipliği yapmaktadır. Mimar Kemaleddin Bey, Osmanlı Mimar ve Mühendis Cemiyeti’nin kurucularındandır. 1909 yılında Evkaf Nezareti’nin başında görev almıştır. Önemli eserleri arasında Şark Demiryolları Şirketi adına projelendirdiği ve bugün her biri tarihi eser niteliği taşıyan Filibe, Sofya, Selanik ve Edirne Garları bulunmaktadır. Bebek Camii, Çamlıca Kız Lisesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi, Gazi Osman Paşa Türbesi, Ankara Palas gibi eserlerin de aynı zamanda mimar başıdır. Fakat kendisinin dünyaca üne kavuşması, 1919 yılında Kudüs müftüsünün özel daveti ile Mescid-i Aksa Camii’nin onarımını gerçekleştiren ekibin başında gösterdiği başarıdan dolayı, İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisi’ne (RIBA) şeref üyesi olarak seçilmesiyle gerçekleşmiştir. BİLİM&TARİH SAYFASINDAN ALINTI..
    0 Kommentare 0 Anteile
  • DÜNYANIN EN UZUN TAŞ KÖPRÜSÜ: ERGENE KÖPRÜSÜ

    Türkiye'yi Balkanlar ve Avrupa'ya bağlayan geçiş yolları üzerinde stratejik açıdan önemli bir sınır kasabası olan Uzunköprü, kapladığı alan bakımından Edirne'nin birinci, nüfus bakımından ise ikinci büyük ilçesi konumunda.

    Uzunköprü ilçesine adını veren dünyanın en uzun tarihi taş köprüsü olan Ergene Köprüsü, Sultan II. Murat'ın emriyle 1427-1443 yılları arasında Mimar Muslihiddin Usta tarafından yapılmıştır.

    Yapıldığı yer, Osmanlı Devleti'nin o zamanki başkenti Edirne ile Gelibolu ve Batı Rumeli'yi birbirine bağlayan askeri ve ticari bakımdan oldukça önemli bir nokta.

    Köprü, günümüzde Uzunköprü'nün köylerinden olan Yağmurca ve Eskiköy ile Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Hasırcıarnavut köyündeki taşocaklarından getirilen taşların kesilip Horasan harcıyla birbirine yapıştırılmasıyla inşa edildi.

    1238,55 metre uzunluğunda ve 13.56 metre yüksekliğindeki köprünün kanat ve kemerleri; aslan, fil, kartal, lale ve çeşitli geometrik kabartma motiflerle süslenmiştir.

    Kireçtaşı ve traverten cinsi kesme taş blokları ile inşa edilen köprünün, alüvyon zemin üzerine oturtulan temelleri enerji sönümleyici ahşap ızgara sistemi üzerine inşa edilmiştir.

    Köprünün kemerleri çoğunlukla çift merkezli sivri kemer formundadır, ancak dairesel ve basık dairesel formlarda kemerleri de mevcuttur.

    Bu ihtişamlı köprü, Orta Asya’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada faklı kültürleri bünyesinde toplayan Osmanlının, sanat ve estetik anlayışından motifler de taşımaktadır.

    Köprünün kemerlerinde, genellikle ise kilit taşı üzerinde yer alan bezeme ögelerinde, geometrik motifler, bitki ve hayvan figürleri, merkezi veya Rumi palmetler yer almaktadır.

    Bu anıtsal su yapısı, kullanılan malzemenin seçimi, ayakların yerleştirilmesi, kemer açıklıklarının belirlenmesi, yükseklik eğimlerinin hesaplanmasındaki mühendislik bilgisi sayesinde, uzunluğuna rağmen, zorlu doğa şartları altında 6 asıra yakın bir süre ayakta kalmıştır.
    DÜNYANIN EN UZUN TAŞ KÖPRÜSÜ: ERGENE KÖPRÜSÜ Türkiye'yi Balkanlar ve Avrupa'ya bağlayan geçiş yolları üzerinde stratejik açıdan önemli bir sınır kasabası olan Uzunköprü, kapladığı alan bakımından Edirne'nin birinci, nüfus bakımından ise ikinci büyük ilçesi konumunda. Uzunköprü ilçesine adını veren dünyanın en uzun tarihi taş köprüsü olan Ergene Köprüsü, Sultan II. Murat'ın emriyle 1427-1443 yılları arasında Mimar Muslihiddin Usta tarafından yapılmıştır. Yapıldığı yer, Osmanlı Devleti'nin o zamanki başkenti Edirne ile Gelibolu ve Batı Rumeli'yi birbirine bağlayan askeri ve ticari bakımdan oldukça önemli bir nokta. Köprü, günümüzde Uzunköprü'nün köylerinden olan Yağmurca ve Eskiköy ile Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Hasırcıarnavut köyündeki taşocaklarından getirilen taşların kesilip Horasan harcıyla birbirine yapıştırılmasıyla inşa edildi. 1238,55 metre uzunluğunda ve 13.56 metre yüksekliğindeki köprünün kanat ve kemerleri; aslan, fil, kartal, lale ve çeşitli geometrik kabartma motiflerle süslenmiştir. Kireçtaşı ve traverten cinsi kesme taş blokları ile inşa edilen köprünün, alüvyon zemin üzerine oturtulan temelleri enerji sönümleyici ahşap ızgara sistemi üzerine inşa edilmiştir. Köprünün kemerleri çoğunlukla çift merkezli sivri kemer formundadır, ancak dairesel ve basık dairesel formlarda kemerleri de mevcuttur. Bu ihtişamlı köprü, Orta Asya’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada faklı kültürleri bünyesinde toplayan Osmanlının, sanat ve estetik anlayışından motifler de taşımaktadır. Köprünün kemerlerinde, genellikle ise kilit taşı üzerinde yer alan bezeme ögelerinde, geometrik motifler, bitki ve hayvan figürleri, merkezi veya Rumi palmetler yer almaktadır. Bu anıtsal su yapısı, kullanılan malzemenin seçimi, ayakların yerleştirilmesi, kemer açıklıklarının belirlenmesi, yükseklik eğimlerinin hesaplanmasındaki mühendislik bilgisi sayesinde, uzunluğuna rağmen, zorlu doğa şartları altında 6 asıra yakın bir süre ayakta kalmıştır.
    0 Kommentare 0 Anteile
  • Türk modası etkisiyle inşa edilen cami; Schwetzingen.

    Yapı, 1766 yılında Bavyera Dükü Karl Theador’un isteği üzerine, sanatta Türk modası anlamına gelen ve çok ilgi gören “Turquerie” akımından etkilenerek saray mimarı Nicolas de Pigage tarafından tasarlanıyor. Cami, Baden-Württemberg eyaletindeki Schwetzingen ilçesinde Schwetzingen Sarayı’nın bahçesinin doğu kısmında Türk Bahçesi (Tüsrkisches Garten) adıyla anılan ayrı bir bölümde yer alıyor.

    Caminin iç mekânı, sütunlar ve nişlerle bölünmüş dairesel bir orta alandan ve sekizgen kat planından oluşuyor. Kubbenin oturduğu tambur, küpten dairesel bir planla yükseliyor. Dışta köşelerin içbükey girintisi, içte ise revak nişlerinin üzerinde birleşen kubbenin kaideleri de iyonik sütunlarla dengeleniyor. Mihrap görünümü verilmiş nişler üzerindeki hilal ve sarık süslemeleri yer alıyor.

    Arapça karakterlerde, neredeyse tüm panellerde ünsüzlerin noktalamasında ve Arap dilinin seslendirilmesinde hatalar olduğu dikkat çekiyor. Yazıları uygulayan sanatçının Arapça konusunda yetkin olmadığı ve yazıyı matbû orjinallerden uyarladığı biliniyor. Yapı şu an herkese açık bir müze olarak kullanılıyor.

    İlk Görsel: Wikipedia
    Fotoğraflar ve inceleme yazısı ✍🏻 : Ayşe Ayşin Korkmaz

    Schwetzingen, built under the influence of Turkish fashion. The building was designed by the palace architect Nicolas de Pigage in 1766 at the request of Duke Karl Theador of Bavaria, influenced by the “Turquerie” movement, which means Turkish fashion in art and attracted much attention. The mosque is located in a separate section called the Turkish Garden (Tüsrkisches Garten) in the eastern part of the garden of Schwetzingen Palace in Schwetzingen district in the state of Baden-Württemberg.

    In Arabic characters, it is noticeable that in almost all panels there are errors in the punctuation of consonants and in the vocalisation of the Arabic language. It is known that the artist who applied the script was not competent in Arabic and adapted the script from the printed originals. The building is currently used as a museum open to the public.

    #arkitekt #camii #almanya #schwetzingen #diniyapılar
    Türk modası etkisiyle inşa edilen cami; Schwetzingen. Yapı, 1766 yılında Bavyera Dükü Karl Theador’un isteği üzerine, sanatta Türk modası anlamına gelen ve çok ilgi gören “Turquerie” akımından etkilenerek saray mimarı Nicolas de Pigage tarafından tasarlanıyor. Cami, Baden-Württemberg eyaletindeki Schwetzingen ilçesinde Schwetzingen Sarayı’nın bahçesinin doğu kısmında Türk Bahçesi (Tüsrkisches Garten) adıyla anılan ayrı bir bölümde yer alıyor. Caminin iç mekânı, sütunlar ve nişlerle bölünmüş dairesel bir orta alandan ve sekizgen kat planından oluşuyor. Kubbenin oturduğu tambur, küpten dairesel bir planla yükseliyor. Dışta köşelerin içbükey girintisi, içte ise revak nişlerinin üzerinde birleşen kubbenin kaideleri de iyonik sütunlarla dengeleniyor. Mihrap görünümü verilmiş nişler üzerindeki hilal ve sarık süslemeleri yer alıyor. Arapça karakterlerde, neredeyse tüm panellerde ünsüzlerin noktalamasında ve Arap dilinin seslendirilmesinde hatalar olduğu dikkat çekiyor. Yazıları uygulayan sanatçının Arapça konusunda yetkin olmadığı ve yazıyı matbû orjinallerden uyarladığı biliniyor. Yapı şu an herkese açık bir müze olarak kullanılıyor. İlk Görsel: Wikipedia Fotoğraflar ve inceleme yazısı ✍🏻 : Ayşe Ayşin Korkmaz Schwetzingen, built under the influence of Turkish fashion. The building was designed by the palace architect Nicolas de Pigage in 1766 at the request of Duke Karl Theador of Bavaria, influenced by the “Turquerie” movement, which means Turkish fashion in art and attracted much attention. The mosque is located in a separate section called the Turkish Garden (Tüsrkisches Garten) in the eastern part of the garden of Schwetzingen Palace in Schwetzingen district in the state of Baden-Württemberg. In Arabic characters, it is noticeable that in almost all panels there are errors in the punctuation of consonants and in the vocalisation of the Arabic language. It is known that the artist who applied the script was not competent in Arabic and adapted the script from the printed originals. The building is currently used as a museum open to the public. #arkitekt #camii #almanya #schwetzingen #diniyapılar
    0 Kommentare 0 Anteile
Suchergebnis