• 1 NİSAN ŞAKASININ ARKA YÜZÜ

    15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu İspanya daki Endülüs müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.

    En sonunda 31 Mart gecesi kalenin önüne giderek bir elinde Kur an bir elinde İncil; Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.
    Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir.

    Bunun üzerine Müslümanlar Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz... dediklerinde Haçlı ordusu komutanı Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur diye cevap verir ve BÜTÜN MÜSLÜMANLAR ORADA ŞEHİT EDİLİR.

    İşte o gün bugündür 1 Nisan Hristiyanlar arasında Hile Günü olarak kutlanmaktadır.
    Maalesef halkımız arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce Müslümanın katliam günü olan 1 Nisan , bir şaka günü olarak kutlanmaktadır.
    Nereden geldiğini bilelim. (İspanya asırlar boyu müslümanların hakimiyetinde kalmıştır)
    1 NİSAN ŞAKASININ ARKA YÜZÜ 15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu İspanya daki Endülüs müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir. En sonunda 31 Mart gecesi kalenin önüne giderek bir elinde Kur an bir elinde İncil; Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler. Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz... dediklerinde Haçlı ordusu komutanı Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur diye cevap verir ve BÜTÜN MÜSLÜMANLAR ORADA ŞEHİT EDİLİR. İşte o gün bugündür 1 Nisan Hristiyanlar arasında Hile Günü olarak kutlanmaktadır. Maalesef halkımız arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce Müslümanın katliam günü olan 1 Nisan , bir şaka günü olarak kutlanmaktadır. Nereden geldiğini bilelim. (İspanya asırlar boyu müslümanların hakimiyetinde kalmıştır)
    0 Comments 0 Shares
  • Endülüs'ün "Abdul Rahman El-Nasser" döneminde bütçesi beş bin bin altın dinar (= 15 milyar altın dinar) idi ve bugün bu miktar yaklaşık üç trilyon ABD dolarına eşittir .. !!

    Dünya ülkelerinin toplam bütçeleri 12 milyon dinar yani 1250 katı altın iken..!!

    Kaynak :
    - Tanıtım Kitabı - Abdul Rahman bin Khaldon (T 808 AH/1406 M)
    Endülüs'ün "Abdul Rahman El-Nasser" döneminde bütçesi beş bin bin altın dinar (= 15 milyar altın dinar) idi ve bugün bu miktar yaklaşık üç trilyon ABD dolarına eşittir .. !! Dünya ülkelerinin toplam bütçeleri 12 milyon dinar yani 1250 katı altın iken..!! Kaynak : - Tanıtım Kitabı - Abdul Rahman bin Khaldon (T 808 AH/1406 M)
    0 Comments 0 Shares
  • SelamNews İstanbul Türkiye

    2021'den en sevdiğim buluntulardan biri .... Dünyanın en eski üniversite ♥ kurucusu Fatima Al-Fihri ile tanışın

    Fatima, fas'ın Fez kentinde 859 yılında El-Kasaviyyin Üniversitesi'ni kurdu ve bu üniversite sürekli faaliyet gösteren en eski üniversite olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda dereceye layık görüldü!

    Fatima'nın hayatı hakkında pek bir şey bilinmiyor ama Tunus'ta 800 civarında doğduğunu biliyoruz. Babası öldüğünde, mirasını El Kasaviyyin'i bulmak için kullandı. Kız kardeşi Maryam, mirasını Fez'de bir cami bulmak için kullandı: El-Endülüs.

    Sürekli baskının kurbanı olan Müslüman kadınlar için çok fazla ...

    #historymatters

    One of my favourite finds from 2021 .... Meet Fatima Al-Fihri, founder of the world's oldest university ♥

    Fatima founded the University of Al-Qarawiyyin in the Moroccan city of Fez in the year 859, which is considered to be the oldest university in continuous operation. It was also the first university to award degrees!

    Not much is known about Fatima's life but we do know she was born around 800 in Tunisia. When her father died, she used her inheritance to found Al-Qarawiyyin. Her sister, Maryam, used her inheritance to found a mosque in Fez: the Al-Andalus.

    So much for Muslim women being the victims of constant oppression ...


    #üniversite #university #AlAndalus #ElEndülüs
    #Islamic #Muslim #Muslims #İstanbul #Turkey #Fas #Morocco #World #Salaam #Selam #SelamNews
    #historymatters
    ☪️ SelamNews 🌍 İstanbul Türkiye 🌐 🇹🇷 2021'den en sevdiğim buluntulardan biri .... Dünyanın en eski üniversite ♥ kurucusu Fatima Al-Fihri ile tanışın Fatima, fas'ın Fez kentinde 859 yılında El-Kasaviyyin Üniversitesi'ni kurdu ve bu üniversite sürekli faaliyet gösteren en eski üniversite olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda dereceye layık görüldü! Fatima'nın hayatı hakkında pek bir şey bilinmiyor ama Tunus'ta 800 civarında doğduğunu biliyoruz. Babası öldüğünde, mirasını El Kasaviyyin'i bulmak için kullandı. Kız kardeşi Maryam, mirasını Fez'de bir cami bulmak için kullandı: El-Endülüs. Sürekli baskının kurbanı olan Müslüman kadınlar için çok fazla ... #historymatters One of my favourite finds from 2021 .... Meet Fatima Al-Fihri, founder of the world's oldest university ♥ Fatima founded the University of Al-Qarawiyyin in the Moroccan city of Fez in the year 859, which is considered to be the oldest university in continuous operation. It was also the first university to award degrees! Not much is known about Fatima's life but we do know she was born around 800 in Tunisia. When her father died, she used her inheritance to found Al-Qarawiyyin. Her sister, Maryam, used her inheritance to found a mosque in Fez: the Al-Andalus. So much for Muslim women being the victims of constant oppression ... 🤲🤲 🌙 #üniversite #university #AlAndalus #ElEndülüs #Islamic #Muslim #Muslims #İstanbul #Turkey #Fas #Morocco #World #Salaam #Selam #SelamNews #historymatters
    0 Comments 0 Shares
  • ️Kurtuba Camii/Katedrali, İspanya’nın Cordoba kentinde bir yapı. İspanyolcada ,(mescit)Mezquita adıyla bilinir. 600’lerde kilise olarak inşa edilmiş, 786-1146’da eklemelerle cami olarak kullanılmış, tekrar kilise olarak günümüze gelmiştir.
    ️Endülüs Emevileri başkenti Kurtuba’da 600 cami vardır. Bu camilerin en ihtişamlısı Kurtuba Camii’dir. Vadil-Kebir nehri kenarındaki caminin temelini 786’da I. Abdurrahman atmıştır.
    ️Cordoba merkez, Roma, Arap ve Hıristiyan tarihinin zengin anıtlarına sahiptir.
    Minare kenarları 8,48 m’dir. Kubbe sisteminde üst üste binen kemerlerde kırmızı beyaz mermer kullanılmıştır. Cami içinde 1293 sütun vardır Bu cami bugün Cordoba Katedrali’dir.
    I. Abdurrahman tarafından 785’de inşasına başlanan caminin büyüklüğü 75 m. eninde 100 m. boyundaydı. Diğer hükümdarların eklemeleriyle , 833’de mabet 175 m. uzunlukta, 134 m. genişlikte muazzam bir yapıya dönüştü. ️Caminin çevresinde 12,20 m. yükseklikte duvar vardır.
    En güzel oymalı mermer mihraba sahiptir. Duvarlardaki kufî yazılar lacivert zemine altınla yazılmıştır. Mimber fildişi ve değerli taşlardan altın çivilerle yapılmıştır.
    850 adet granit ve çeşitli taşlardan sütunlarıyla ; dünyada en fazla sütuna sahip mabettir.
    Kemerleri iki katlı tek cami burasıdır.
    ️Kurtuba Camii, 1236’da katedrale çevrilmiştir. 1523’te çeşitli ilaveler yapılmıştır.
    1984’de UNESCO DÜNYA MİRASI ilan edildi.



    #europe #españa #cordoba #travel #adventure #wanderlust #vacation #travelgram #holidays #architecturephotography #andalusia #andalucia #mezquita #monumentoshistoricos #cultura #visitespaña #mezquitadecordoba #travellover
    🕌⛪️Kurtuba Camii/Katedrali, İspanya’nın Cordoba kentinde bir yapı. İspanyolcada ,(mescit)Mezquita adıyla bilinir. 600’lerde kilise olarak inşa edilmiş, 786-1146’da eklemelerle cami olarak kullanılmış, tekrar kilise olarak günümüze gelmiştir. 🕌⛪️Endülüs Emevileri başkenti Kurtuba’da 600 cami vardır. Bu camilerin en ihtişamlısı Kurtuba Camii’dir. Vadil-Kebir nehri kenarındaki caminin temelini 786’da I. Abdurrahman atmıştır. 🕌⛪️Cordoba merkez, Roma, Arap ve Hıristiyan tarihinin zengin anıtlarına sahiptir. Minare kenarları 8,48 m’dir. Kubbe sisteminde üst üste binen kemerlerde kırmızı beyaz mermer kullanılmıştır. Cami içinde 1293 sütun vardır Bu cami bugün Cordoba Katedrali’dir. I. Abdurrahman tarafından 785’de inşasına başlanan caminin büyüklüğü 75 m. eninde 100 m. boyundaydı. Diğer hükümdarların eklemeleriyle , 833’de mabet 175 m. uzunlukta, 134 m. genişlikte muazzam bir yapıya dönüştü. 🕌⛪️Caminin çevresinde 12,20 m. yükseklikte duvar vardır. En güzel oymalı mermer mihraba sahiptir. Duvarlardaki kufî yazılar lacivert zemine altınla yazılmıştır. Mimber fildişi ve değerli taşlardan altın çivilerle yapılmıştır. 850 adet granit ve çeşitli taşlardan sütunlarıyla ; dünyada en fazla sütuna sahip mabettir. Kemerleri iki katlı tek cami burasıdır. 🕌⛪️Kurtuba Camii, 1236’da katedrale çevrilmiştir. 1523’te çeşitli ilaveler yapılmıştır. 1984’de UNESCO DÜNYA MİRASI ilan edildi. • • • #europe #españa #cordoba #travel #adventure #wanderlust #vacation #travelgram #holidays #architecturephotography #andalusia #andalucia #mezquita #monumentoshistoricos #cultura #visitespaña #mezquitadecordoba #travellover
    0 Comments 0 Shares
  • Elhambra Sarayı'nın tarihçesi oldukça zengin ve karmaşıktır. İşte Alhambra Sarayı'nın ana tarihçesi:

    1. 9. yüzyıl - İslam Erozya Dönemi: Alhambra'nın tarihi, 9. yüzyılda başlar. Bu dönemde Endülüs Emevi Emirliği kuruldu ve Granada, İslam İber Yarımadası'nın bir parçası haline geldi.

    2. 13. yüzyıl - Nasrid Hanedanı: Alhambra'nın temelleri, Nasrid Hanedanı döneminde atıldı. İlk Nasrid emiri olan Muhammed I (1238-1273), Alhambra'nın yapımına başladı ve sarayın erken dönemini inşa etti. Bu dönemde Alhambra'nın önemli kısımları inşa edildi.

    3. 14. yüzyıl - Genişleme: Muhammed III (1302-1309) ve Muhammed V (1354-1391) gibi diğer Nasrid emirleri, Alhambra'yı daha da genişlettiler ve süslediler. Saray, bu dönemdeki en büyük zirveye ulaştı.

    4. 15. yüzyıl - Katolik Krallıklar'ın Fethi: 1492 yılında, Katolik Krallıklar (Ferdinand ve Isabella), Granada'yı fethederek Endülüs Emirliği'ni sona erdirdi. Alhambra, Katolik Krallıkların yönetimi altına girdi.

    5. 16. yüzyıl - Restorasyon ve Değişiklikler: Alhambra, Katolik Krallıklar ve sonrasındaki İspanyol hükümetleri tarafından farklı dönemlerde restore edildi ve değiştirildi. Bazı Katolik kiliseleri ve diğer binalar, Alhambra'nın bazı bölümlerini değiştirdi.

    6. 19. yüzyıl - Romantik Dönem ve Restorasyon: 19. yüzyılın başlarında Alhambra, Romantik hareketin etkisi altında kaldı ve çok sayıda yazar, sanatçı ve gezgin tarafından keşfedildi. Bu dönemde Alhambra'nın restorasyon çalışmaları başladı ve korunmaya yönelik çaba arttı.

    7. 20. yüzyıl - UNESCO Dünya Mirası Listesi: Alhambra, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dahil edildi ve uluslararası tanınırlık kazandı.

    Alhambra, İslam İspanyası'nın son parçası olarak büyüleyici bir tarih ve kültürel mirasın temsilcisidir. Bugün, dünya genelinden ziyaretçilerin ilgisini çeken ve İspanya'nın en önemli turistik cazibe merkezlerinden biri olan Alhambra Sarayı, İslam sanatı ve İspanyol tarihinin muhteşem bir sentezi olarak kabul edilmektedir.
    Elhambra Sarayı'nın tarihçesi oldukça zengin ve karmaşıktır. İşte Alhambra Sarayı'nın ana tarihçesi: 1. 9. yüzyıl - İslam Erozya Dönemi: Alhambra'nın tarihi, 9. yüzyılda başlar. Bu dönemde Endülüs Emevi Emirliği kuruldu ve Granada, İslam İber Yarımadası'nın bir parçası haline geldi. 2. 13. yüzyıl - Nasrid Hanedanı: Alhambra'nın temelleri, Nasrid Hanedanı döneminde atıldı. İlk Nasrid emiri olan Muhammed I (1238-1273), Alhambra'nın yapımına başladı ve sarayın erken dönemini inşa etti. Bu dönemde Alhambra'nın önemli kısımları inşa edildi. 3. 14. yüzyıl - Genişleme: Muhammed III (1302-1309) ve Muhammed V (1354-1391) gibi diğer Nasrid emirleri, Alhambra'yı daha da genişlettiler ve süslediler. Saray, bu dönemdeki en büyük zirveye ulaştı. 4. 15. yüzyıl - Katolik Krallıklar'ın Fethi: 1492 yılında, Katolik Krallıklar (Ferdinand ve Isabella), Granada'yı fethederek Endülüs Emirliği'ni sona erdirdi. Alhambra, Katolik Krallıkların yönetimi altına girdi. 5. 16. yüzyıl - Restorasyon ve Değişiklikler: Alhambra, Katolik Krallıklar ve sonrasındaki İspanyol hükümetleri tarafından farklı dönemlerde restore edildi ve değiştirildi. Bazı Katolik kiliseleri ve diğer binalar, Alhambra'nın bazı bölümlerini değiştirdi. 6. 19. yüzyıl - Romantik Dönem ve Restorasyon: 19. yüzyılın başlarında Alhambra, Romantik hareketin etkisi altında kaldı ve çok sayıda yazar, sanatçı ve gezgin tarafından keşfedildi. Bu dönemde Alhambra'nın restorasyon çalışmaları başladı ve korunmaya yönelik çaba arttı. 7. 20. yüzyıl - UNESCO Dünya Mirası Listesi: Alhambra, 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dahil edildi ve uluslararası tanınırlık kazandı. Alhambra, İslam İspanyası'nın son parçası olarak büyüleyici bir tarih ve kültürel mirasın temsilcisidir. Bugün, dünya genelinden ziyaretçilerin ilgisini çeken ve İspanya'nın en önemli turistik cazibe merkezlerinden biri olan Alhambra Sarayı, İslam sanatı ve İspanyol tarihinin muhteşem bir sentezi olarak kabul edilmektedir.
    0 Comments 0 Shares
  • İpek Yolu New York’tan Geçer Mi?

    Doğrusu gümrük işlemlerimi yapıncaya kadar bu kadar heyecan verici bir yolculuk olacağını düşünmemiştim. Bir öğleden sonra tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktasına yani, Çin‘in bugünkü adıyla Xi’an (Şian) şehrinin kapısına geldim. Elimize tutuşturulan pasaporta soğuk damgayı vurduktan sonra, Xian’dan itibaren yaklaşık 2 saat sürecek ve Bağdat’ta sona erecek tarihi ipek yolu yolculuğuma başlıyorum.

    Şi’an ile Bağdat arasında uzanan efsanevi yolda, karlı dağlar, buz gibi stepler, kavrulmuş çöl kumları, coşkun nehirler, sarp vadiler, masalsı şehirler geçiyorsunuz. Açlık, susuzluk, güneş çarpması, kum fırtınası ve hırsızlar yolda sizi bekleyen tehlikelerden birkaçı. Yalnız başına çıkılacak yol değil. Bu sebeple bir katara katılmak en iyisi. Uzun ve meşakkatli seyahatlerde hem güvenlik hem de ihtiyaçlar için oluşturulan bu katarlar için nerdeyse bütün kültürler Farsça kökenli “kervan” adını kullanıyor. İngilizcenin ünlendirdiği “caravan” da buradan geliyor.

    Tahminim siz hala nasıl olacak da binlerce kilometreyi 2 saatte katedeceğimi düşünüyorsunuzdur. Aslında hala New York’tayım. Favori müzelerimden biri olan Amerikan Doğal Tarih Müzesi’nin, Ağustos ayına kadar açık kalacak muhteşem ‘İpek Yolu (Silk Road)’ sergisindeyim. Müzede özel bir alanda hazırlanmış sergide İpek Yolu güzergahının 4 önemli şehri arasında gerçekte 200 metre ancak hayal dünyasında aylarca süren heyecan verici bir yolculuğa çıkıyorsunuz. İpek Yolunun önemini yüzeysel bir tarih bilgisi olarak biliyordum ama sanırım ilk defa bu düzeyde fark ettim. Daha önemli bir işiniz yoksa, sizi 1000 yıl öncesinin Xian’ından Bağdat’a uzanacak bu yolculuğun kervanına katılmaya davet ediyorum.

    Uçsuz bucaksız Gobi Çölünün güneylerinde bir yer başlangıç noktamız. Asya’nın en büyük çölü olan Gobi, Orhun Anıtlarına da ev sahipliği yapar. Moğolca “gobi” çöl demekmiş. Daha 900’lü yıllarda nüfusu 1 milyonu geçen Şi’an’a hoşgeldiniz. “Xi’an” Çince’de “batıdaki barış diyarı” gibi bir anlama geliyor. İpek Yolu çağında ise bu şehrin adı Chang’an‘dı. Yani “ebedi barışın yeri”. 10’ncu yüzyılda dünyada dört metropol vardı; Roma, Kahire, Aden ve Şi’an. Fakat hiçbiri Şi’an kadar büyük Şi’an kadar kozmopolit değildi… Tang Hanedanlığının başkentiydi. Şehrin en geniş sokağı Heng sokağıydı. Bugünkü ölçülere vurursak 120 şeritli otoyol genişliğindeydi bu cadde. Geniş caddeler, antik ahşap şehirlerin en büyük düşmanı olan yangına karşı bir önlemdi.

    İmparatorluk binaları, tapınaklar, pazarlar yan yana dizili. Nüfusun büyük bölümü Çinli değil, “uzaklar”dan gelmiş insanlar. Yabancı tüccarlar, elçiler, bilginler, müzisyenler, dünyanın o tarihteki en kozmopolit şehrinin sokaklarını yeni inançlar, yeni fikirler, yeni müzikler, yeni mallarla dolduruyordu. Peki bu insanlar bu şehre nereden geliyordu? Elbette, İpek Yolundan…

    İpek Yolu, özellikle de en parlak dönemi olan 700’lü yıllardan 13’ncü yüzyıla kadar dünyaya şekil vermiş muazzam bir kültür ve ticaret ağı. Sadece develerin ve tüccarların değil, yeni fikirlerin, icatların, dinlerin de seyahat ettiği bir yoldu. Biz de aşağı yukarı bu döneme karşılık gelen bir dönemde kat edeceğiz İepk Yolunu.

    Yolculuğumuz ne kadar sürecek?

    Şi’an, Turfan, Semerkant ve son durak Bağdat. Bir baştan bir başa tam 7 bin 400 kilometre.

    Tahmini yolculuk süremiz ne kadar?

    En az 6 ay.

    Peki hava durumu..?

    Gündüzleri artı 50 dereceyi bulduğu da olacak, geceleri eksi 40 dereceye düştüğü de… Güzergahın büyük bölümünde en büyük düşman güneş. Bu nedenle de bir kervan geleneği olarak çoğunlukla gündüz uyuyup gece yol gideceğiz.

    Nerelerde konaklayacağız?

    Bölgeye göre değişir. Budist tapınaklarında, askeri kalelerde ya da İpek Yolu ile hayatımıza girmiş muhteşem dinlenme tesislerinde, yani kervansaraylarda…

    Alışverişimizi ne ile yapacağız?

    Çoğunlukla bir top ipek. En değerli ve geçerli para bu. Güzergahımızın adı zaten bu nedenle İpek Yolu. Bakır ve gümüş para da çoğu yerde geçiyor. Çin içinde bazı yerlerde kağıt para da geçerli. Tüccarlar bu özel basılmış kağıtları da kabul ediyor.

    Yolda, ilim peşindeki bilginler, mal peşindeki tüccarlar, macera peşinde seyyahlar, düşman peşinde askerler, Leyla peşinde Mecnunlar, kutsal menziller peşindeki hacılar zaman zaman kervanımıza katılacak. Onlar hedeflerine ulaştıkları duraklarda kervandan ayrılacak. Bizim için istikamet Bağdat.

    Biliyorum yolcu yolunda gerek ama yola çıkmadan önce heybemize birkaç bilgi daha yükleyelim.

    Efsaneye göre Şi Ling ya da Leizu adında bir Çin prensesi sarayının bahçesindeki dut ağacının gölgesinde çayını yudumlarken aniden yumurtaya benzeyen beyaz bir topak düşer. Biz buna “koza” diyoruz. Anglosaksonlar “cocoon” diyor. Koza aslında, Sanskritçe, sarıp sarmalama, içine almak demek olan “kuś” kelimesinden geliyor. Biz Farsçadaki “goza” söylenişinden almışız.

    Prenses, bu kozayı sıcak suyun içinden çıkarmaya çalışırken ip ip ayrıştığnı görür. Hasar görmemiş bir kozadan çıkan ipek ipi, 914 metre uzayabilir. Prenses henüz bunu bilmiyordu tabii ki… Ama kafasında bu ipleri dokumada kullanma fikri doğdu ve ipeğin tarihi başladı. Anglosaksonlar eski Yunancadaki “seric” kelimesinden gelmesi olası “silk” sözcüğünü kullanıyor. Biz ise, ip sözcüğünden gelmesi olası “ipek” kelimesini…

    Efsaneye geri döneyim… Neden dut ağacı? İpek böceğinin kebabıdır dut yaprağı. Müze, yolumuzun bu kısmında güzergahımıza canlı ipek böceklerini koymuş. O nefis ipekleri bu tırtılların yaptığına inanmak çok zor. Ama işte görünüşe aldanmayacaksın. Bu nedenle bu böcekler çok değerli. Yaklaşık yarım kilo ipek elde etmek için en az 2500 ipek böceğine ihtiyaç var. Emeklilik yok, sigorta yok, tazminat yok. Tek istedikleri dut yaprağı.

    O muhteşem güzellikleri üreten bu hayvancıkların aslında kör olduğunu öğrenmek ise sarsıcı. Kelebeğe dönüştüklerinde bile uçamıyorlar ve kendi örecekleri hapishanelerinde yani kozalarında yaşayıp ölüyorlar. Dişi bir koza kelebeği 500 yumurta bıraktıktan sonra ölüyor. 10 – 12 gün sonra tırtıllar yumurtadan çıkıyor. Dut yaprağıyla beslenen bu minik canlılar bir ayda 10 bin kat büyüyorlar. Sonra olgun tırtıl kendi etrafında kozasını örmeye başlıyor. Kozanın içinde tırtıl pupaya dönüşüyor ve kozadan çıkıyor. Çıkınca uçmaz bir kelebeğe dönüşüyor ve yumurtalarını bıraktıktan sonra ömrünü tamamlıyor. Döngü yeniden başlıyor.

    Çin, keşfettiği işte bu muhteşem döngüyü yüzlerce yıl bir sır olarak kendine saklamayı başardı. Bu sırrı yabancılara verenler öldürüldü. Çin bu ipek sayesinde bir dönemin lüks ve ticaret merkezine dönüştü, zenginliğine zenginlik kattı. İpeğin ilk bulunuşundan İpek Yolunda ticaretin başlamasına kadar yaklaşık 1000 yıl ipek piyasası Çin’in elinde kaldı. Bu dönemin uzunca bir döneminde ise ipek hanedanlık mensupları için dokundu. Ama iki kişinin bildiği sır değildir. Bu sır da nihayet dünyaya yayıldı. İpek bugün sadece dokumada değil, paraşüt yapımından yarış bisikleti tekerleği üretimine kadar birçok alanda kullanılıyor. Bazı cerrahlar bile artık ameliyatları ipek iple dikiyor. Ama tabii ki ipeği efsane haline getiren dokuma ve tekstildeki kullanımı oldu. Yazın serin, kışın sıcak tutan bu yumuşak kumaş adeta sihirli bir masal elbisesi gibi görülüyordu.

    Şian’dan çıktım yola yüküm ipektir…

    İşte Eski Dünyanın her köşesinden insanları Çin’e Xi’an’a çeken bu ipekti. Şi’an’dan çıkan kervanların en önemli yükü de ipekti. Elbette bu yolda, kıymetli taşlardan baharata, sebze meyveye kadar her türlü mal taşınıyordu ama ipeğin bu devasa ticaret yolundaki en muteber tedavül aracı olması nedeniyle bu yol, bugün İpek Yolu olarak anılıyor. İpek taşımak, metal paradan daha kolaydı. Hatta Çin hanedanlıklarından bazıları çalışanların maaşını ipek olarak ödüyordu.

    Çin’in özellikle de batı kesimleri kozmopolit bir coğrafyaya dönüştü. O tarihte Çin, inançlar açısından dünyanın en çoğulcu coğrafyasıydı. Mani dini müntesiplerinden Zerdüştilere, Taoistlerden, Konfüçyus takipçilerine, Nasturi Hıristiyanlardan Yahudilere kadar birçok dinden insanlar… Fakat İpek Yolunda çoğunluğu her zaman Budistler ve Müslümanlar oluşturdu.

    Çölün saygın efendileri, develer

    Şi’an’dan yola çıktıktan 2 bin 500 kilometre sonra İpek Yolu’nun ikinci önemli noktasına Turfan‘a ulaşacağız. Ama önce Şincan ile Pamir Dağları arasındaki Taklamakan Çölünün zor koşullarını aşmamız lazım.

    Çölde en güvenilir yoldaş devedir. Develer, sadece İpek Yolunun değil, insan uygarlığının destanı yazılmamış gizli kahramanlarıdır. Bir deve 140 kilograma kadar yük çekebiliyor. Ne at çeker bunu, ne eşek, ne de insan gücü… Yüklü bir deve hiç su içmeden 15 gün gün yol gidebiliyor. Ama yaygın yanılgının aksine develerin hörgücü su deposu değil, yağ deposu. Enerjisini oradan alıyor. Uzun kirpikleri gözlerini kum fırtınalarından ve güneşten koruyor. Ağzını kapatır gibi istediği zaman kapatabildiği burun delikleri de kum ve toz fırtınalarından etkilenmemesini sağlıyor. Kalın ve sert dudaklarıyla çölllerdeki en dikenli bitkileri bile yiyebiliyor. Yünlü derisi onu Orta Asya’nın eksi 30 derecelere kadar düşen soğuğundan koruyor. Keçeli geniş ayakları, çöl kumunda batmadan yürümesini, kayalık enegebeli yollarda dengesini kaybetmemesine yardım ediyor. İki hörgüçlü develer genelde İpek Yolunun doğusunda çalışıyordu. Çünkü soğuğa dayanaklıydılar. Tek hörgüçlü Arap develer ise batı yollarındaki kervanların tercihiydi.

    Turfan’da meyve sebze pazarı

    Taklamakan Çölüne yeterli erzakla girmek lazım. Çünkü bir sonraki erzak noktasına ulaşmak en az 10 gün. İşte karşıdan Turfan vahası gözüküyor. Doğu Türkistan’ın kuzey batı ucundayız. Bir yanımız Taklamakan Çölü bir yanımız Yanan Dağlar. Bu kırmızı tepeler güneşte aldıkları renkten dolayı böyle adlandırılıyor. Şehrin girişinde daha pasaportuma soğuk damgayı vurarken, ortama verilen pazar efektleri için müze küratörlerine bir selam daha yolluyorum. Müzenin sergiye kurduğu enfes ses düzeninde deve böğürtüleri, at kişnemeleri, koyun melemeleri, mallarını satan tüccarların bağırışları eşliğinde Turfan’ın ünlü pazarlarından birine giriyoruz.

    Turfan bir vaha. Çölün ortasında bu kadar sebze ve meyveyi nerden buluyorlar, hangi suyla yetiştiriyorlar? Burada bir başka Orta Asya efsanesi, “kehriz” sulama sistemi ile tanışıyoruz. Türkiye’nin Van gibi kentlerinde de yakın zaman öncesine kadar bu yer altı su sistemi aktifti. Bugün bile Asyanın birçok yerinde hala kullanılan kehriz sistemi ile dağlardan gelen yer altı suları, yer altında inşa edilen bir kuyular şebekesi ile hem içme suyu temininde hem de tarımda kullanılabilir hale geliyor. Birleşmiş Milletler, Azerbaycan’ın antik kehriz sistemini, dünyanın kuraklık yaşanan yerlerinde susuzluk problemini çözmede kullanmayı gündemine almış durumda…

    Bu kehrizler çorak arazileri bile cennete çeviriyordu. Bugün bile Turfan’da hala 1000 civarında kehriz sistemi aktif durumda. Turfan’a yılda 300 milyon metreküp su taşıyor bu kehrizler. Yani, 100 bin olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çok su. Günümüz dünyasında en çok kehriz İran’da var. Tam 50 bin ayrı kehriz ağına sahip İran.

    Turfan ne kadar vaha olsa da çöl sıcakları var. Bu nedenle de alışveriş pazarları gündüzleri kapalı. Akşam saatlerinde açılıyor. Kervanlar, burada ipek, kumaş ve mücevheratın yanına başka malllar yükleyecek.

    En başta deri ve kürk. Orta Asyalı avcılar kuzey steplerinde avladıkları tilki ve tavşanların kürklerini, beyaz as kürklerini satıyor. İpek Yolu ağına kürk büyük ölçüde Turfan’dan dahil oluyor. İran yönünden gelen kervanlar geyik ve ceylan derileri getiriyor. Bunlar özellikle bot yapımında çok makbul aranan deriler. Leopar derisi çok değerli. Çinli tüccarların peşinde olduğu daha özel bir mal daha var; vahşi hayvan kuyrukları. Çinli askerler, soylular bu kuyrukları şeref ve onur sembolü olarak takıyor. Leopar kuyruğu ise sembolik ve madddi değeri en yüksek olanı.

    Bu pazarlarda değerli taşlar da alınıp satılıyor. Yeşil akik taşı, sarı kehribar taşı, mor yakut taşı, cam göbeği yeşili beril(akuamarin), altın, yeşim taşı (jade), lacivert lapis taşı, kırmızı yakut, zümrüt, mavi safir taşı, inci, rengarenk spineller, sabuntaşı, topaz, turkuvaz, fildişi ve envai taş pazarlarda el değiştiriyordu. Lacivert lapis taşı şifa olarak da kullanılıyordu ki Afganistan ve güneydoğu Tacikistan bugün bile bu taşın dünyadaki en büyük kaynağı.

    Bunların yanı sıra yiyecek alıp satıyordu kervanlar Turfan pazarında. Meyve ve sebzeler dağlardan getirilen buz ve karla dolu özel sepetlerle uzak diyarlara gönderiliyordu. İran ve Ortadoğu’dan çerezler, Anadolu’dan incir, vahalardan meyveler, Orta Asya’dan sebzeler geliyordu. Herkes kendi coğrafyasından olanı satıyor, olmayanı alıyordu. Tuz, baharat, şeker, hardal Hindistan ve İran’dan Çin’e doğru gidiyordu. Çinden gelen şifalar, parfümler, koruyucular ve kozmetik Batıya gidiyordu. Ve elbette ki afrodizyak. Alanı da satanı da bugünkü kadar çoktu. Yeter ki bir yiyecek hakkında “kuvvet verir” dedikodusu yayılmaya görsün…

    Ve kokular…Ah güzelim kokular… Müzeye bir selam daha yolluyorum. Küplere konmuş İpek Yolu kokularını, küplerin kapaklarını açıp teker teker kokluyorum. Günümüzde önyargı kurbanı olan gül yağı. Küpün ağzını aralamamla çarpılmam bir oluyor. Benimle aynı kervanda olan herkesin de favorisi gül yağı oluyor. Dönüp dönüp kokluyor herkes… Misk küpü, çölde ıssız yıldızlı bir gecenin arzu aşılayan kokusu. Tütsüler, yasemin yağı, saussurea kökü, yalancı tesbih ağacı kökü ve daha nicesi…

    Tabii ki ilaçlar şifalar… Aspirin yok, vermidon yok. Ama Seylan tarçını var. Başağrısına iyi gelir derler. Isırgan otu, acı tere otu, epsom tuzu (magnezyum sülfat), zencefil kökü, alçı taşı, safran, insan saçı, sülfür, zerdeçal, ışgın (rebez), yosun, gergedan boynuzu, muskat… Hani cimrilerin başkasına bunu bile koklatmadığı berbat kokulu arsenik yani zırnık ve daha nice şifalı madde… Ama özellikle ikisini heybemize katalım. Biri ‘ginseng’. Enerji veren, güç kuvvet veren, stresi azaltan bu Çin bitkisi bugün pile popülaritesinden pek birşey yitirmemiş. İpek Yolu ehlinin en çok rağbet ettiği diğer şifa ise, geviş getiren hayvanların midesinde oluşan bezoar taşıydı.

    Bu İpek Yolu insanları bizim gibi sabit menüye koşullandırılmış tüketim insanları değildi. Aroma listeleri bile çeşitliliğiyle başdöndürür. Aselbent sakızı, kartal ağacı, Mekke pelesenk ağacı, mürrisafi sakızı (laden reçinesi), kafur ruhu, balzamik onika, sandalağacı ve daha sayması zor onlarca çeşit aroma da tezgahlarda el değiştiriyordu.

    Ve elbette tekstil. İpeğin yanı sıra en revaçta olan yündü. Bugünkü gibi sadece koyun yünü değil, deve ve yak yünü de bolca bulunurdu. Turfan’da kervanların yükleri arasına keten ve kenevir kumaşlar da dahil oluyordu.

    Turfan’ın bu müthiş pazarından yüklerimizi alıp, bir sonraki ana durağa Semerkant‘a doğru yola çıkıyoruz. Daha Bağdat’a kadar gidecek 4 bin 900 kilometre yol var. Semerkant yolunda Pamir Dağlarını, Fergana Vadisini geçeceğiz. Yolda Hindikuş Dağları da var Himalayalar da… Amuderya (Ceyhun) nehri de var, Siri Derya (Seyhun) nehri de…

    İpek Yolu’nun en iyi ipek sırmalarını mı arıyorsunuz? Samur paltoya mı ihtiyacınız var? Bir paket misk belki de… Ya da bir rulo krem rengi kaliteli kağıt? Sizin durağınız burası, Semerkant’a hoşgeldiniz. Özbekler ama daha çok da bugünkü Taciklerin ataları olan Soğd halkı, hiç kimsenin olmadığı kadar İpek Yolunun efendisiydi. Kervansaraylar, deve sürücüleri, klavuzlar hep Soğd’lardandı. Ve Semerkant onların ülkesinin tam kalbinde yer alıyordu. İpek Yolu vesilesiyle Soğd ahalisi, doğuya Çin’in içlerine kadar girdi. Birçok Çin şehrine yerleştiler.

    Semerkant öylesine muazzam bir ticaret ve kervan kavşağıydı ki yüzlerce kilometreden itibaren çevresi adeta kervansaray deryasıydı. Ünlü seyyah İbn-i Havkal, “Semerkant etrafında yolcuların her ihtiyacını giderebildiği kervansaraylardan bulunmayan tek bir kasaba, köy, vadi ya da çöl yoktu. Sadece Semerkant çevresinde 2000 kervansaray olduğunu duydum” diye anlatıyor o günleri. Kervansaraylar büyüleyici müesseseler… Hafızamı yokluyorum ama aklıma tek bir kervansaray filmi veya romanı bile gelmiyor, hayıflanıyorum…

    Semerkant’ın öyküsü kağıdın materyal olmaktan çıkıp uygarlık destanına dönüşmesinin öyküsüdür. MÖ 50 yılında Çinliler ilk kağıdı icat ettiler. Ancak kağıdın yazı için kullanılması MS 100 yılında oldu. MS 300 yılında ise kağıt yapma sanatı Semerkant’a ulaştı. Dünyanın ilk kağıt fabrikası ise 795 yılında Bağdat’ta kuruldu.

    Bugün kağıtsız yaşayabileceğimizi iddia edebiliyoruz ama İpek Yolunda taşınan onca mal içinde hiçbiri kağıt kadar kudretli değildi. Efsaneye göre 751 yılında Talas Savaşında Müslümanlar Çinlileri yenince kağıdın sırrını da ele geçirdi. Çinli kağıt ustaları Semerkant’a götürüldü ve Semerkant dünyanın en iyi kağıtlarının üretildiği merkez oldu. Kağıt günümüzde ağaç hamurundan elde ediliyor fakat o dönemlerde pamuk ve keten hamurundan da yapılıyordu. Kağıdın İslam Dünyasına girmesiyle bilim ve edebiyatın yaygınlaşmasında patlama meydana geldi. Bilgi akışı, o zaman ölçülerine göre inanılmaz bir hıza ulaştı. Bağdat’ta yaşayan bir bilginin, Endülüs’te basılan kitap eline birkaç ay sonra ulaştı diye “zamanımızda ilim geriledi” diye sitem ettiğini öğreniyoruz.

    Müslümanlar, süslü kağıtlar yaptılar. Kağıda iyi yazmak için onu pirinç nişastası ile kaplıyor, sonra yumuşak bir taşla zımparalıyor, sonra çeşitli renklerde boyuyorlardı. İpek Yolunun altın çağında Semerkant, eğitim kurumlarıyla, bilginleriyle, sanatçılarıyla, ustalarıyla, tüccarlarıyla dünyanın kültür başkentlerinden biri olmuştu.

    İpek Yolu kervanlarının Semerkant’tan sonraki ana hedefi Bağdat. Ne ki önce Karakum Çölü bilahare Zağros Dağları gibi iki çetin engeli de geçmek lazım. Barışın ülkesi Bağdat. İpek Yolunun altın çağı başlarken, 762 yılında Abbasi Halifesi Mansur tarafından Dicle Nehrinin kenarına kuruldu. Abbasiler başkenti Şam’dan bu yeni şehre taşıdılar. Kısa sürede Müslüman dünyasının kalbi haline geldi. Adı bir rivayete göre Farsça “bağ – dad (panayır bahçesi)”dan geliyor. Bir rivayete göre ise, yine Farsça “Be huda da (Allah verdi)” ifadesinden.

    İpek yolunun 3 sembol ürünü var. İpek ve kağıdı andık. İkisi de çoğunlukla doğudan batıya geliyordu. Üçüncüsü yani ”cam” ise Bağdat’tan doğuya doğru yola çıkıyordu. Camın tarihi Ortadoğuda başladı. Kum, kireç ve soda külünün karışımı 1370 derece sıcaklığa ulaştığında cama dönüşüyordu. Cam, İpek Yolu aracılığıyla Çin’e ulaştığında Çinliler uzun süre cama, “en pahalı mücevher” muamelesi yapmış. Tabi Çinliler, camın doğal bir madeni ürün değil de “üretilen” bir mamul olduğunu farkedinceye kadar tüccarlar iyi para kazanmış.

    Hindistan’dan yola çıkan sayı sistemleri, Bağdat’ta modern matematiğin bugünkü sayı sistemine dönüştü. Sıfır, matematiğe dahil oldu. Harun Reşid’in Bağdat’ta kurduğu “Dar-ul Hikme“, başta Antik Yunan klasikleri olmak üzere muazzam bir tercüme faaliyetine girişti. Tam bir icatlar çağı başladı. Müslüman bilginler, su servis edeninden zamanı gösterenine kadar sayısız makine icat ediyordu. El Ceziri 800’lü yıllarda su saatini icat etti. Bunun yanı sıra 50 ayrı makinenin de mucididir. İbn-i Heysem’den, özellikle tıpta çığırlar açan İbn-i Sina’ya, Ömer Hayyam’dan, El Kindi’ye, Abdurrahman El Sufi’den Harizmi’ye, burda sayması zor nice bilgin ve edebiyatçı İpek Yolunun çocuğudur.

    New York müzesindeki sergide Bağdat şehri bölümüne girdiğimde karşıma çıkan bilimsel şölen, bugünkü Bağdat’ı düşününce dokunaklı geliyor. Sergide en hayran kaldığım şeylerden biri olan ve bir Bağdat icadı olan ‘usturlab’ın(astrolobe) başına oturuyorum. Penceremsi bir derinliğin içine Bağdat’tan görünen uzayın derinliklerini temsil eden yıldızlar var. Yıldızlar karanlığın içinde ışıl ışıl yanıyor. Aleti kullanarak gördüğüm yıldızların uzaklığını ya da zamanı ölçmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Ta Şian’dan geliyorum, yol yorgunluğu olsa gerek. Bağdat’tan görünen uzayı biraz seyrettikten sonra kalkıp sağa dönünce duvarı boydan boya kaplayacak şekilde İngilizcesi yazılmış bir Hadis görüyorum; “İlim için yola çıkana, Allah da cennetin yolunu gösterir“.

    M.S. 8’nci yüzyıldaki bu yolculuktan istemeye istemeye günümüze dönüyorum. Kervanla ziyaret ettiğim yerlerin bugününü merak ediyorum. Bugün Çin’in uzay programına da ev sahipliği yapan Şian, 8 milyonluk bir şehir. Nüfusu günümüzde 250 bin civarında olan Turfan, ücra ve bir Doğu Türkistan şehri. Nüfusun yarısını hala Uygur Türkleri oluşturuyor. 600 bin nüfuslu Semerkant, dünyadan o kadar izole bir şehir ki ne siz sorun ne ben anlatayım.

    Ya Bağdat?

    1258 yılında Moğolların yerle bir ettiği bu uygarlık beşiği, 750 yıl sonra önce bir diktatörün, sonra petrol ve silah endüstrisinin ve günümüzde kapkara bir barbarlığın tehdidi altında üst üste yıkımlar yaşıyor.

    Müze içinde yaklaşık yaklaşık 200 metreyi bulan İpek Yolunda dolandığım iki saat boyunca seslerini dinlediğim, tüccarlar, bilginler, aşıklar, hacılar, müzisyenler, hatta keçiler, koyunlar, develer artık yok. Anılmayı hakedecek hayatlar yaşamışlar ve göçüp gitmişler… Sergiyi hazırlayanlar bu gerçeği de Ömer Hayyam‘ın bir dörtlüğünün İngilizcesini çıkış kapısına yazarak bizi uğurluyor;

    Bu dünya bir kervansaray
    Bir giriş bir de çıkış kapısı olan…
    Her gün bir yeni kervan gelir bu saraya,
    Bir diğeri giderken…

    CEMAL TUNÇDEMİR
    İpek Yolu New York’tan Geçer Mi? Doğrusu gümrük işlemlerimi yapıncaya kadar bu kadar heyecan verici bir yolculuk olacağını düşünmemiştim. Bir öğleden sonra tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktasına yani, Çin‘in bugünkü adıyla Xi’an (Şian) şehrinin kapısına geldim. Elimize tutuşturulan pasaporta soğuk damgayı vurduktan sonra, Xian’dan itibaren yaklaşık 2 saat sürecek ve Bağdat’ta sona erecek tarihi ipek yolu yolculuğuma başlıyorum. Şi’an ile Bağdat arasında uzanan efsanevi yolda, karlı dağlar, buz gibi stepler, kavrulmuş çöl kumları, coşkun nehirler, sarp vadiler, masalsı şehirler geçiyorsunuz. Açlık, susuzluk, güneş çarpması, kum fırtınası ve hırsızlar yolda sizi bekleyen tehlikelerden birkaçı. Yalnız başına çıkılacak yol değil. Bu sebeple bir katara katılmak en iyisi. Uzun ve meşakkatli seyahatlerde hem güvenlik hem de ihtiyaçlar için oluşturulan bu katarlar için nerdeyse bütün kültürler Farsça kökenli “kervan” adını kullanıyor. İngilizcenin ünlendirdiği “caravan” da buradan geliyor. Tahminim siz hala nasıl olacak da binlerce kilometreyi 2 saatte katedeceğimi düşünüyorsunuzdur. Aslında hala New York’tayım. Favori müzelerimden biri olan Amerikan Doğal Tarih Müzesi’nin, Ağustos ayına kadar açık kalacak muhteşem ‘İpek Yolu (Silk Road)’ sergisindeyim. Müzede özel bir alanda hazırlanmış sergide İpek Yolu güzergahının 4 önemli şehri arasında gerçekte 200 metre ancak hayal dünyasında aylarca süren heyecan verici bir yolculuğa çıkıyorsunuz. İpek Yolunun önemini yüzeysel bir tarih bilgisi olarak biliyordum ama sanırım ilk defa bu düzeyde fark ettim. Daha önemli bir işiniz yoksa, sizi 1000 yıl öncesinin Xian’ından Bağdat’a uzanacak bu yolculuğun kervanına katılmaya davet ediyorum. Uçsuz bucaksız Gobi Çölünün güneylerinde bir yer başlangıç noktamız. Asya’nın en büyük çölü olan Gobi, Orhun Anıtlarına da ev sahipliği yapar. Moğolca “gobi” çöl demekmiş. Daha 900’lü yıllarda nüfusu 1 milyonu geçen Şi’an’a hoşgeldiniz. “Xi’an” Çince’de “batıdaki barış diyarı” gibi bir anlama geliyor. İpek Yolu çağında ise bu şehrin adı Chang’an‘dı. Yani “ebedi barışın yeri”. 10’ncu yüzyılda dünyada dört metropol vardı; Roma, Kahire, Aden ve Şi’an. Fakat hiçbiri Şi’an kadar büyük Şi’an kadar kozmopolit değildi… Tang Hanedanlığının başkentiydi. Şehrin en geniş sokağı Heng sokağıydı. Bugünkü ölçülere vurursak 120 şeritli otoyol genişliğindeydi bu cadde. Geniş caddeler, antik ahşap şehirlerin en büyük düşmanı olan yangına karşı bir önlemdi. İmparatorluk binaları, tapınaklar, pazarlar yan yana dizili. Nüfusun büyük bölümü Çinli değil, “uzaklar”dan gelmiş insanlar. Yabancı tüccarlar, elçiler, bilginler, müzisyenler, dünyanın o tarihteki en kozmopolit şehrinin sokaklarını yeni inançlar, yeni fikirler, yeni müzikler, yeni mallarla dolduruyordu. Peki bu insanlar bu şehre nereden geliyordu? Elbette, İpek Yolundan… İpek Yolu, özellikle de en parlak dönemi olan 700’lü yıllardan 13’ncü yüzyıla kadar dünyaya şekil vermiş muazzam bir kültür ve ticaret ağı. Sadece develerin ve tüccarların değil, yeni fikirlerin, icatların, dinlerin de seyahat ettiği bir yoldu. Biz de aşağı yukarı bu döneme karşılık gelen bir dönemde kat edeceğiz İepk Yolunu. Yolculuğumuz ne kadar sürecek? Şi’an, Turfan, Semerkant ve son durak Bağdat. Bir baştan bir başa tam 7 bin 400 kilometre. Tahmini yolculuk süremiz ne kadar? En az 6 ay. Peki hava durumu..? Gündüzleri artı 50 dereceyi bulduğu da olacak, geceleri eksi 40 dereceye düştüğü de… Güzergahın büyük bölümünde en büyük düşman güneş. Bu nedenle de bir kervan geleneği olarak çoğunlukla gündüz uyuyup gece yol gideceğiz. Nerelerde konaklayacağız? Bölgeye göre değişir. Budist tapınaklarında, askeri kalelerde ya da İpek Yolu ile hayatımıza girmiş muhteşem dinlenme tesislerinde, yani kervansaraylarda… Alışverişimizi ne ile yapacağız? Çoğunlukla bir top ipek. En değerli ve geçerli para bu. Güzergahımızın adı zaten bu nedenle İpek Yolu. Bakır ve gümüş para da çoğu yerde geçiyor. Çin içinde bazı yerlerde kağıt para da geçerli. Tüccarlar bu özel basılmış kağıtları da kabul ediyor. Yolda, ilim peşindeki bilginler, mal peşindeki tüccarlar, macera peşinde seyyahlar, düşman peşinde askerler, Leyla peşinde Mecnunlar, kutsal menziller peşindeki hacılar zaman zaman kervanımıza katılacak. Onlar hedeflerine ulaştıkları duraklarda kervandan ayrılacak. Bizim için istikamet Bağdat. Biliyorum yolcu yolunda gerek ama yola çıkmadan önce heybemize birkaç bilgi daha yükleyelim. Efsaneye göre Şi Ling ya da Leizu adında bir Çin prensesi sarayının bahçesindeki dut ağacının gölgesinde çayını yudumlarken aniden yumurtaya benzeyen beyaz bir topak düşer. Biz buna “koza” diyoruz. Anglosaksonlar “cocoon” diyor. Koza aslında, Sanskritçe, sarıp sarmalama, içine almak demek olan “kuś” kelimesinden geliyor. Biz Farsçadaki “goza” söylenişinden almışız. Prenses, bu kozayı sıcak suyun içinden çıkarmaya çalışırken ip ip ayrıştığnı görür. Hasar görmemiş bir kozadan çıkan ipek ipi, 914 metre uzayabilir. Prenses henüz bunu bilmiyordu tabii ki… Ama kafasında bu ipleri dokumada kullanma fikri doğdu ve ipeğin tarihi başladı. Anglosaksonlar eski Yunancadaki “seric” kelimesinden gelmesi olası “silk” sözcüğünü kullanıyor. Biz ise, ip sözcüğünden gelmesi olası “ipek” kelimesini… Efsaneye geri döneyim… Neden dut ağacı? İpek böceğinin kebabıdır dut yaprağı. Müze, yolumuzun bu kısmında güzergahımıza canlı ipek böceklerini koymuş. O nefis ipekleri bu tırtılların yaptığına inanmak çok zor. Ama işte görünüşe aldanmayacaksın. Bu nedenle bu böcekler çok değerli. Yaklaşık yarım kilo ipek elde etmek için en az 2500 ipek böceğine ihtiyaç var. Emeklilik yok, sigorta yok, tazminat yok. Tek istedikleri dut yaprağı. O muhteşem güzellikleri üreten bu hayvancıkların aslında kör olduğunu öğrenmek ise sarsıcı. Kelebeğe dönüştüklerinde bile uçamıyorlar ve kendi örecekleri hapishanelerinde yani kozalarında yaşayıp ölüyorlar. Dişi bir koza kelebeği 500 yumurta bıraktıktan sonra ölüyor. 10 – 12 gün sonra tırtıllar yumurtadan çıkıyor. Dut yaprağıyla beslenen bu minik canlılar bir ayda 10 bin kat büyüyorlar. Sonra olgun tırtıl kendi etrafında kozasını örmeye başlıyor. Kozanın içinde tırtıl pupaya dönüşüyor ve kozadan çıkıyor. Çıkınca uçmaz bir kelebeğe dönüşüyor ve yumurtalarını bıraktıktan sonra ömrünü tamamlıyor. Döngü yeniden başlıyor. Çin, keşfettiği işte bu muhteşem döngüyü yüzlerce yıl bir sır olarak kendine saklamayı başardı. Bu sırrı yabancılara verenler öldürüldü. Çin bu ipek sayesinde bir dönemin lüks ve ticaret merkezine dönüştü, zenginliğine zenginlik kattı. İpeğin ilk bulunuşundan İpek Yolunda ticaretin başlamasına kadar yaklaşık 1000 yıl ipek piyasası Çin’in elinde kaldı. Bu dönemin uzunca bir döneminde ise ipek hanedanlık mensupları için dokundu. Ama iki kişinin bildiği sır değildir. Bu sır da nihayet dünyaya yayıldı. İpek bugün sadece dokumada değil, paraşüt yapımından yarış bisikleti tekerleği üretimine kadar birçok alanda kullanılıyor. Bazı cerrahlar bile artık ameliyatları ipek iple dikiyor. Ama tabii ki ipeği efsane haline getiren dokuma ve tekstildeki kullanımı oldu. Yazın serin, kışın sıcak tutan bu yumuşak kumaş adeta sihirli bir masal elbisesi gibi görülüyordu. Şian’dan çıktım yola yüküm ipektir… İşte Eski Dünyanın her köşesinden insanları Çin’e Xi’an’a çeken bu ipekti. Şi’an’dan çıkan kervanların en önemli yükü de ipekti. Elbette bu yolda, kıymetli taşlardan baharata, sebze meyveye kadar her türlü mal taşınıyordu ama ipeğin bu devasa ticaret yolundaki en muteber tedavül aracı olması nedeniyle bu yol, bugün İpek Yolu olarak anılıyor. İpek taşımak, metal paradan daha kolaydı. Hatta Çin hanedanlıklarından bazıları çalışanların maaşını ipek olarak ödüyordu. Çin’in özellikle de batı kesimleri kozmopolit bir coğrafyaya dönüştü. O tarihte Çin, inançlar açısından dünyanın en çoğulcu coğrafyasıydı. Mani dini müntesiplerinden Zerdüştilere, Taoistlerden, Konfüçyus takipçilerine, Nasturi Hıristiyanlardan Yahudilere kadar birçok dinden insanlar… Fakat İpek Yolunda çoğunluğu her zaman Budistler ve Müslümanlar oluşturdu. Çölün saygın efendileri, develer Şi’an’dan yola çıktıktan 2 bin 500 kilometre sonra İpek Yolu’nun ikinci önemli noktasına Turfan‘a ulaşacağız. Ama önce Şincan ile Pamir Dağları arasındaki Taklamakan Çölünün zor koşullarını aşmamız lazım. Çölde en güvenilir yoldaş devedir. Develer, sadece İpek Yolunun değil, insan uygarlığının destanı yazılmamış gizli kahramanlarıdır. Bir deve 140 kilograma kadar yük çekebiliyor. Ne at çeker bunu, ne eşek, ne de insan gücü… Yüklü bir deve hiç su içmeden 15 gün gün yol gidebiliyor. Ama yaygın yanılgının aksine develerin hörgücü su deposu değil, yağ deposu. Enerjisini oradan alıyor. Uzun kirpikleri gözlerini kum fırtınalarından ve güneşten koruyor. Ağzını kapatır gibi istediği zaman kapatabildiği burun delikleri de kum ve toz fırtınalarından etkilenmemesini sağlıyor. Kalın ve sert dudaklarıyla çölllerdeki en dikenli bitkileri bile yiyebiliyor. Yünlü derisi onu Orta Asya’nın eksi 30 derecelere kadar düşen soğuğundan koruyor. Keçeli geniş ayakları, çöl kumunda batmadan yürümesini, kayalık enegebeli yollarda dengesini kaybetmemesine yardım ediyor. İki hörgüçlü develer genelde İpek Yolunun doğusunda çalışıyordu. Çünkü soğuğa dayanaklıydılar. Tek hörgüçlü Arap develer ise batı yollarındaki kervanların tercihiydi. Turfan’da meyve sebze pazarı Taklamakan Çölüne yeterli erzakla girmek lazım. Çünkü bir sonraki erzak noktasına ulaşmak en az 10 gün. İşte karşıdan Turfan vahası gözüküyor. Doğu Türkistan’ın kuzey batı ucundayız. Bir yanımız Taklamakan Çölü bir yanımız Yanan Dağlar. Bu kırmızı tepeler güneşte aldıkları renkten dolayı böyle adlandırılıyor. Şehrin girişinde daha pasaportuma soğuk damgayı vurarken, ortama verilen pazar efektleri için müze küratörlerine bir selam daha yolluyorum. Müzenin sergiye kurduğu enfes ses düzeninde deve böğürtüleri, at kişnemeleri, koyun melemeleri, mallarını satan tüccarların bağırışları eşliğinde Turfan’ın ünlü pazarlarından birine giriyoruz. Turfan bir vaha. Çölün ortasında bu kadar sebze ve meyveyi nerden buluyorlar, hangi suyla yetiştiriyorlar? Burada bir başka Orta Asya efsanesi, “kehriz” sulama sistemi ile tanışıyoruz. Türkiye’nin Van gibi kentlerinde de yakın zaman öncesine kadar bu yer altı su sistemi aktifti. Bugün bile Asyanın birçok yerinde hala kullanılan kehriz sistemi ile dağlardan gelen yer altı suları, yer altında inşa edilen bir kuyular şebekesi ile hem içme suyu temininde hem de tarımda kullanılabilir hale geliyor. Birleşmiş Milletler, Azerbaycan’ın antik kehriz sistemini, dünyanın kuraklık yaşanan yerlerinde susuzluk problemini çözmede kullanmayı gündemine almış durumda… Bu kehrizler çorak arazileri bile cennete çeviriyordu. Bugün bile Turfan’da hala 1000 civarında kehriz sistemi aktif durumda. Turfan’a yılda 300 milyon metreküp su taşıyor bu kehrizler. Yani, 100 bin olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çok su. Günümüz dünyasında en çok kehriz İran’da var. Tam 50 bin ayrı kehriz ağına sahip İran. Turfan ne kadar vaha olsa da çöl sıcakları var. Bu nedenle de alışveriş pazarları gündüzleri kapalı. Akşam saatlerinde açılıyor. Kervanlar, burada ipek, kumaş ve mücevheratın yanına başka malllar yükleyecek. En başta deri ve kürk. Orta Asyalı avcılar kuzey steplerinde avladıkları tilki ve tavşanların kürklerini, beyaz as kürklerini satıyor. İpek Yolu ağına kürk büyük ölçüde Turfan’dan dahil oluyor. İran yönünden gelen kervanlar geyik ve ceylan derileri getiriyor. Bunlar özellikle bot yapımında çok makbul aranan deriler. Leopar derisi çok değerli. Çinli tüccarların peşinde olduğu daha özel bir mal daha var; vahşi hayvan kuyrukları. Çinli askerler, soylular bu kuyrukları şeref ve onur sembolü olarak takıyor. Leopar kuyruğu ise sembolik ve madddi değeri en yüksek olanı. Bu pazarlarda değerli taşlar da alınıp satılıyor. Yeşil akik taşı, sarı kehribar taşı, mor yakut taşı, cam göbeği yeşili beril(akuamarin), altın, yeşim taşı (jade), lacivert lapis taşı, kırmızı yakut, zümrüt, mavi safir taşı, inci, rengarenk spineller, sabuntaşı, topaz, turkuvaz, fildişi ve envai taş pazarlarda el değiştiriyordu. Lacivert lapis taşı şifa olarak da kullanılıyordu ki Afganistan ve güneydoğu Tacikistan bugün bile bu taşın dünyadaki en büyük kaynağı. Bunların yanı sıra yiyecek alıp satıyordu kervanlar Turfan pazarında. Meyve ve sebzeler dağlardan getirilen buz ve karla dolu özel sepetlerle uzak diyarlara gönderiliyordu. İran ve Ortadoğu’dan çerezler, Anadolu’dan incir, vahalardan meyveler, Orta Asya’dan sebzeler geliyordu. Herkes kendi coğrafyasından olanı satıyor, olmayanı alıyordu. Tuz, baharat, şeker, hardal Hindistan ve İran’dan Çin’e doğru gidiyordu. Çinden gelen şifalar, parfümler, koruyucular ve kozmetik Batıya gidiyordu. Ve elbette ki afrodizyak. Alanı da satanı da bugünkü kadar çoktu. Yeter ki bir yiyecek hakkında “kuvvet verir” dedikodusu yayılmaya görsün… Ve kokular…Ah güzelim kokular… Müzeye bir selam daha yolluyorum. Küplere konmuş İpek Yolu kokularını, küplerin kapaklarını açıp teker teker kokluyorum. Günümüzde önyargı kurbanı olan gül yağı. Küpün ağzını aralamamla çarpılmam bir oluyor. Benimle aynı kervanda olan herkesin de favorisi gül yağı oluyor. Dönüp dönüp kokluyor herkes… Misk küpü, çölde ıssız yıldızlı bir gecenin arzu aşılayan kokusu. Tütsüler, yasemin yağı, saussurea kökü, yalancı tesbih ağacı kökü ve daha nicesi… Tabii ki ilaçlar şifalar… Aspirin yok, vermidon yok. Ama Seylan tarçını var. Başağrısına iyi gelir derler. Isırgan otu, acı tere otu, epsom tuzu (magnezyum sülfat), zencefil kökü, alçı taşı, safran, insan saçı, sülfür, zerdeçal, ışgın (rebez), yosun, gergedan boynuzu, muskat… Hani cimrilerin başkasına bunu bile koklatmadığı berbat kokulu arsenik yani zırnık ve daha nice şifalı madde… Ama özellikle ikisini heybemize katalım. Biri ‘ginseng’. Enerji veren, güç kuvvet veren, stresi azaltan bu Çin bitkisi bugün pile popülaritesinden pek birşey yitirmemiş. İpek Yolu ehlinin en çok rağbet ettiği diğer şifa ise, geviş getiren hayvanların midesinde oluşan bezoar taşıydı. Bu İpek Yolu insanları bizim gibi sabit menüye koşullandırılmış tüketim insanları değildi. Aroma listeleri bile çeşitliliğiyle başdöndürür. Aselbent sakızı, kartal ağacı, Mekke pelesenk ağacı, mürrisafi sakızı (laden reçinesi), kafur ruhu, balzamik onika, sandalağacı ve daha sayması zor onlarca çeşit aroma da tezgahlarda el değiştiriyordu. Ve elbette tekstil. İpeğin yanı sıra en revaçta olan yündü. Bugünkü gibi sadece koyun yünü değil, deve ve yak yünü de bolca bulunurdu. Turfan’da kervanların yükleri arasına keten ve kenevir kumaşlar da dahil oluyordu. Turfan’ın bu müthiş pazarından yüklerimizi alıp, bir sonraki ana durağa Semerkant‘a doğru yola çıkıyoruz. Daha Bağdat’a kadar gidecek 4 bin 900 kilometre yol var. Semerkant yolunda Pamir Dağlarını, Fergana Vadisini geçeceğiz. Yolda Hindikuş Dağları da var Himalayalar da… Amuderya (Ceyhun) nehri de var, Siri Derya (Seyhun) nehri de… İpek Yolu’nun en iyi ipek sırmalarını mı arıyorsunuz? Samur paltoya mı ihtiyacınız var? Bir paket misk belki de… Ya da bir rulo krem rengi kaliteli kağıt? Sizin durağınız burası, Semerkant’a hoşgeldiniz. Özbekler ama daha çok da bugünkü Taciklerin ataları olan Soğd halkı, hiç kimsenin olmadığı kadar İpek Yolunun efendisiydi. Kervansaraylar, deve sürücüleri, klavuzlar hep Soğd’lardandı. Ve Semerkant onların ülkesinin tam kalbinde yer alıyordu. İpek Yolu vesilesiyle Soğd ahalisi, doğuya Çin’in içlerine kadar girdi. Birçok Çin şehrine yerleştiler. Semerkant öylesine muazzam bir ticaret ve kervan kavşağıydı ki yüzlerce kilometreden itibaren çevresi adeta kervansaray deryasıydı. Ünlü seyyah İbn-i Havkal, “Semerkant etrafında yolcuların her ihtiyacını giderebildiği kervansaraylardan bulunmayan tek bir kasaba, köy, vadi ya da çöl yoktu. Sadece Semerkant çevresinde 2000 kervansaray olduğunu duydum” diye anlatıyor o günleri. Kervansaraylar büyüleyici müesseseler… Hafızamı yokluyorum ama aklıma tek bir kervansaray filmi veya romanı bile gelmiyor, hayıflanıyorum… Semerkant’ın öyküsü kağıdın materyal olmaktan çıkıp uygarlık destanına dönüşmesinin öyküsüdür. MÖ 50 yılında Çinliler ilk kağıdı icat ettiler. Ancak kağıdın yazı için kullanılması MS 100 yılında oldu. MS 300 yılında ise kağıt yapma sanatı Semerkant’a ulaştı. Dünyanın ilk kağıt fabrikası ise 795 yılında Bağdat’ta kuruldu. Bugün kağıtsız yaşayabileceğimizi iddia edebiliyoruz ama İpek Yolunda taşınan onca mal içinde hiçbiri kağıt kadar kudretli değildi. Efsaneye göre 751 yılında Talas Savaşında Müslümanlar Çinlileri yenince kağıdın sırrını da ele geçirdi. Çinli kağıt ustaları Semerkant’a götürüldü ve Semerkant dünyanın en iyi kağıtlarının üretildiği merkez oldu. Kağıt günümüzde ağaç hamurundan elde ediliyor fakat o dönemlerde pamuk ve keten hamurundan da yapılıyordu. Kağıdın İslam Dünyasına girmesiyle bilim ve edebiyatın yaygınlaşmasında patlama meydana geldi. Bilgi akışı, o zaman ölçülerine göre inanılmaz bir hıza ulaştı. Bağdat’ta yaşayan bir bilginin, Endülüs’te basılan kitap eline birkaç ay sonra ulaştı diye “zamanımızda ilim geriledi” diye sitem ettiğini öğreniyoruz. Müslümanlar, süslü kağıtlar yaptılar. Kağıda iyi yazmak için onu pirinç nişastası ile kaplıyor, sonra yumuşak bir taşla zımparalıyor, sonra çeşitli renklerde boyuyorlardı. İpek Yolunun altın çağında Semerkant, eğitim kurumlarıyla, bilginleriyle, sanatçılarıyla, ustalarıyla, tüccarlarıyla dünyanın kültür başkentlerinden biri olmuştu. İpek Yolu kervanlarının Semerkant’tan sonraki ana hedefi Bağdat. Ne ki önce Karakum Çölü bilahare Zağros Dağları gibi iki çetin engeli de geçmek lazım. Barışın ülkesi Bağdat. İpek Yolunun altın çağı başlarken, 762 yılında Abbasi Halifesi Mansur tarafından Dicle Nehrinin kenarına kuruldu. Abbasiler başkenti Şam’dan bu yeni şehre taşıdılar. Kısa sürede Müslüman dünyasının kalbi haline geldi. Adı bir rivayete göre Farsça “bağ – dad (panayır bahçesi)”dan geliyor. Bir rivayete göre ise, yine Farsça “Be huda da (Allah verdi)” ifadesinden. İpek yolunun 3 sembol ürünü var. İpek ve kağıdı andık. İkisi de çoğunlukla doğudan batıya geliyordu. Üçüncüsü yani ”cam” ise Bağdat’tan doğuya doğru yola çıkıyordu. Camın tarihi Ortadoğuda başladı. Kum, kireç ve soda külünün karışımı 1370 derece sıcaklığa ulaştığında cama dönüşüyordu. Cam, İpek Yolu aracılığıyla Çin’e ulaştığında Çinliler uzun süre cama, “en pahalı mücevher” muamelesi yapmış. Tabi Çinliler, camın doğal bir madeni ürün değil de “üretilen” bir mamul olduğunu farkedinceye kadar tüccarlar iyi para kazanmış. Hindistan’dan yola çıkan sayı sistemleri, Bağdat’ta modern matematiğin bugünkü sayı sistemine dönüştü. Sıfır, matematiğe dahil oldu. Harun Reşid’in Bağdat’ta kurduğu “Dar-ul Hikme“, başta Antik Yunan klasikleri olmak üzere muazzam bir tercüme faaliyetine girişti. Tam bir icatlar çağı başladı. Müslüman bilginler, su servis edeninden zamanı gösterenine kadar sayısız makine icat ediyordu. El Ceziri 800’lü yıllarda su saatini icat etti. Bunun yanı sıra 50 ayrı makinenin de mucididir. İbn-i Heysem’den, özellikle tıpta çığırlar açan İbn-i Sina’ya, Ömer Hayyam’dan, El Kindi’ye, Abdurrahman El Sufi’den Harizmi’ye, burda sayması zor nice bilgin ve edebiyatçı İpek Yolunun çocuğudur. New York müzesindeki sergide Bağdat şehri bölümüne girdiğimde karşıma çıkan bilimsel şölen, bugünkü Bağdat’ı düşününce dokunaklı geliyor. Sergide en hayran kaldığım şeylerden biri olan ve bir Bağdat icadı olan ‘usturlab’ın(astrolobe) başına oturuyorum. Penceremsi bir derinliğin içine Bağdat’tan görünen uzayın derinliklerini temsil eden yıldızlar var. Yıldızlar karanlığın içinde ışıl ışıl yanıyor. Aleti kullanarak gördüğüm yıldızların uzaklığını ya da zamanı ölçmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Ta Şian’dan geliyorum, yol yorgunluğu olsa gerek. Bağdat’tan görünen uzayı biraz seyrettikten sonra kalkıp sağa dönünce duvarı boydan boya kaplayacak şekilde İngilizcesi yazılmış bir Hadis görüyorum; “İlim için yola çıkana, Allah da cennetin yolunu gösterir“. M.S. 8’nci yüzyıldaki bu yolculuktan istemeye istemeye günümüze dönüyorum. Kervanla ziyaret ettiğim yerlerin bugününü merak ediyorum. Bugün Çin’in uzay programına da ev sahipliği yapan Şian, 8 milyonluk bir şehir. Nüfusu günümüzde 250 bin civarında olan Turfan, ücra ve bir Doğu Türkistan şehri. Nüfusun yarısını hala Uygur Türkleri oluşturuyor. 600 bin nüfuslu Semerkant, dünyadan o kadar izole bir şehir ki ne siz sorun ne ben anlatayım. Ya Bağdat? 1258 yılında Moğolların yerle bir ettiği bu uygarlık beşiği, 750 yıl sonra önce bir diktatörün, sonra petrol ve silah endüstrisinin ve günümüzde kapkara bir barbarlığın tehdidi altında üst üste yıkımlar yaşıyor. Müze içinde yaklaşık yaklaşık 200 metreyi bulan İpek Yolunda dolandığım iki saat boyunca seslerini dinlediğim, tüccarlar, bilginler, aşıklar, hacılar, müzisyenler, hatta keçiler, koyunlar, develer artık yok. Anılmayı hakedecek hayatlar yaşamışlar ve göçüp gitmişler… Sergiyi hazırlayanlar bu gerçeği de Ömer Hayyam‘ın bir dörtlüğünün İngilizcesini çıkış kapısına yazarak bizi uğurluyor; Bu dünya bir kervansaray Bir giriş bir de çıkış kapısı olan… Her gün bir yeni kervan gelir bu saraya, Bir diğeri giderken… CEMAL TUNÇDEMİR
    0 Comments 0 Shares
  • SelamNews İstanbul Türkiye

    2021'den en sevdiğim buluntulardan biri .... Dünyanın en eski üniversite ♥ kurucusu Fatima Al-Fihri ile tanışın

    Fatima, fas'ın Fez kentinde 859 yılında El-Kasaviyyin Üniversitesi'ni kurdu ve bu üniversite sürekli faaliyet gösteren en eski üniversite olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda dereceye layık görüldü!

    Fatima'nın hayatı hakkında pek bir şey bilinmiyor ama Tunus'ta 800 civarında doğduğunu biliyoruz. Babası öldüğünde, mirasını El Kasaviyyin'i bulmak için kullandı. Kız kardeşi Maryam, mirasını Fez'de bir cami bulmak için kullandı: El-Endülüs.

    Sürekli baskının kurbanı olan Müslüman kadınlar için çok fazla ...

    #historymatters

    One of my favourite finds from 2021 .... Meet Fatima Al-Fihri, founder of the world's oldest university ♥

    Fatima founded the University of Al-Qarawiyyin in the Moroccan city of Fez in the year 859, which is considered to be the oldest university in continuous operation. It was also the first university to award degrees!

    Not much is known about Fatima's life but we do know she was born around 800 in Tunisia. When her father died, she used her inheritance to found Al-Qarawiyyin. Her sister, Maryam, used her inheritance to found a mosque in Fez: the Al-Andalus.

    So much for Muslim women being the victims of constant oppression ...


    #üniversite #university #AlAndalus #ElEndülüs
    #Islamic #Muslim #Muslims #İstanbul #Turkey #Fas #Morocco #World #Salaam #Selam #SelamNews
    #historymatters
    ☪️ SelamNews 🌍 İstanbul Türkiye 🌐 🇹🇷 2021'den en sevdiğim buluntulardan biri .... Dünyanın en eski üniversite ♥ kurucusu Fatima Al-Fihri ile tanışın Fatima, fas'ın Fez kentinde 859 yılında El-Kasaviyyin Üniversitesi'ni kurdu ve bu üniversite sürekli faaliyet gösteren en eski üniversite olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda dereceye layık görüldü! Fatima'nın hayatı hakkında pek bir şey bilinmiyor ama Tunus'ta 800 civarında doğduğunu biliyoruz. Babası öldüğünde, mirasını El Kasaviyyin'i bulmak için kullandı. Kız kardeşi Maryam, mirasını Fez'de bir cami bulmak için kullandı: El-Endülüs. Sürekli baskının kurbanı olan Müslüman kadınlar için çok fazla ... #historymatters One of my favourite finds from 2021 .... Meet Fatima Al-Fihri, founder of the world's oldest university ♥ Fatima founded the University of Al-Qarawiyyin in the Moroccan city of Fez in the year 859, which is considered to be the oldest university in continuous operation. It was also the first university to award degrees! Not much is known about Fatima's life but we do know she was born around 800 in Tunisia. When her father died, she used her inheritance to found Al-Qarawiyyin. Her sister, Maryam, used her inheritance to found a mosque in Fez: the Al-Andalus. So much for Muslim women being the victims of constant oppression ... 🤲🤲 🌙 #üniversite #university #AlAndalus #ElEndülüs #Islamic #Muslim #Muslims #İstanbul #Turkey #Fas #Morocco #World #Salaam #Selam #SelamNews #historymatters
    0 Comments 0 Shares
  • El Hamra Sarayı Granada / İSPANYA
    El-Hamra (Allahtan başka galip yoktur ) İspanya'nın Endülüs bölgesinde yer alan, İslami Arap mimarisinin Kalʿatü'l-Hamrâ mimari anlayışı ile yapılan saray ve kale olarak kullanılan tarihi binadır.
    Saraya ait ilk yapılanma, MS 889'a tarihlenen Roma Dönemi surlarının üzerine küçük bir kale inşa edilerek başladı. 13. yüzyılın ortalarına kadar bir onarım yapılmayan kale, Gırnata Emiri Muhammed Nasır döneminde bugünkü görünümüne kavuştu. 1333'te Gırnata Sultanı I. Yusuf, kaleyi hükümdarlık sarayına dönüştürdü. 1492'de bölgede yeniden Hristiyan hakimiyetinin sağlanmasının ardından, saraya kısmen Rönesans mimarisinin etkilerinin görüldüğü çeşitli eklemeler yapıldı.
    El Hamra Sarayı Granada / İSPANYA El-Hamra (Allahtan başka galip yoktur ) İspanya'nın Endülüs bölgesinde yer alan, İslami Arap mimarisinin Kalʿatü'l-Hamrâ mimari anlayışı ile yapılan saray ve kale olarak kullanılan tarihi binadır. Saraya ait ilk yapılanma, MS 889'a tarihlenen Roma Dönemi surlarının üzerine küçük bir kale inşa edilerek başladı. 13. yüzyılın ortalarına kadar bir onarım yapılmayan kale, Gırnata Emiri Muhammed Nasır döneminde bugünkü görünümüne kavuştu. 1333'te Gırnata Sultanı I. Yusuf, kaleyi hükümdarlık sarayına dönüştürdü. 1492'de bölgede yeniden Hristiyan hakimiyetinin sağlanmasının ardından, saraya kısmen Rönesans mimarisinin etkilerinin görüldüğü çeşitli eklemeler yapıldı.
    0 Comments 0 Shares
  • BOŞNAKLARIN KÖKENİ (Doç.Dr.Aydın Budak)

    Boşnak-Başnak: Kaşgarlı Mahmut (1072-1073) yılında yazdığı Divan-ı Lugat’it Türk adlı eserinde “Bizans-Rum ülkesine en yakın oturan Türk boyu Peçeneklerdir” demektedir. “Başnak” kelimesini de “başında tolgası, sırtında zırhı olmayan er” şeklinde açıklamaktadır.
    Bizanslı Eflatuncu filozof-devlet adamı (1018 – 1078) Michael Psellos 967-1077 olaylarını anlattığı Khronographia (Vakayiname) adlı kitabında Balkanları tamamen hakimiyetleri altına alan 1050 yılında da bütün Trakya’yı işgal eden Peçenekleri anlatırken çağdaşı Kaşgarlı Mahmut’la aynı ifadeyi kullanıyor:
    “Peçenekler zırh giymez ve başları miğfersizdir. Kalkan da taşımazlar. Savaşta bağırarak saldırırlar, püskürttükleri düşman askerlerini takipederek öldürürler. Derin vadilerde ve uçurumlarda yaşarlar. Ölüm karşısında korku bilmezler.”
    Bir doğulu bilginin Başnaklar, bir Bizanslı tarih yazarının da Peçenek Türkleri hakkında aynı ifadeleri kullanmaları Peçeneklerle Başnakların aralarında bir köken farkının olmadığını göstermektedir.
    Türkolog N. A. Baskalov, Türk Menşeli Rus Aile Adları adlı kitabında Peçenek kelimesini Peçe-on-ok şeklinde tahlil edip peçe=bey; arı beyi; Peçenek’in de Onokların beyi anlamına geldiğini söylüyor. Aynı mantıkla hareket ettiğimizde Başnakların Peçenek boylarından biri olduğunu ve Başnak sözünün baş+on+ok’tan kısaldığını kabul etmemiz mümkündür
    Bağdatlı Mesudî 941 yılında yazdığı Mürucü’z-Zeheb (Altın Çayırlar) adlı eserinde Hazarlarlla Alanlara yakın ve bunlarla batı arasında 4 Türk kavmi bulunduğunu, bunların en cesurlarının Bacnak olduğunu kaydediyor. Mesudî’nin sıraladığı bu dört boydan Bacgard ve Nükerdeler Macar asıllı Bacnak ve Becneler ise Peçenek boylarıdır.
    Bütün bu ifadeler Mesudî’de adı geçen Bacnakların Kaşkarlı’nın bahsettiği Başnaklar olduğunu şüphe bırakmamaktadır.
    Bugün ne sebep ve hangi mantıkla olduğunu anlayamadığımız bir şekilde Boşnak-Başnakların Osmanlı döneminde İslamiyeti kabul etmiş bir Balkan kavmi olduğu fikri ön plana çıkarılıyor. Hâlbuki yine 11. asırda yaşamış bulunan Endülüslü El-Bekrî o asırda İslamiyet’in Peçenekler arasında iyice yayıldığını, hatta Peçenekler arasından İslam dini âlimlerinin çıktığını söylüyor
    11. Asırda henüz Kayı Boyu’nun Osmanlı Devletini kurmadığı göz önünde tutulursa Boşnakların Osmanlı fütuhatı döneminde Müslümanlığı kabul ettiği iddiası boşa çıkmaktadır. Yakın tarihlerde Sırp zulmüne uğramış olan Boşnaklar Müslüman bir topluluktur, ama her şeyden önce Türk’türler.
    Yard. Doç. Dr. Aydın BUDAK
    BUDAK Aydın: “Yurdumuza Yerleşen Oğuz-Türkmen Boyları ve Bazı Yer Adları”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Yayınları
    ***
    KUMAN-PEÇENEK DEVLETİ (Doç.Dr.Hüseyin Memişoğlu)
    Miladi 1034 yılından itibaren Peçenek ve Kuman Türklerinin, Rodop'lar , Batı Trakya ile Pirin ve Vardar Makedonyası bölgelerine, hatta İstanbul surları önüne kadar inmeleri, Bizans'ı çok ciddi olarak telaşlandırmıştır. Bu nedenle Bizanslılar , 1050 yılında büyük bir ordu teşkil edip Peçenek ve Kuman Türklerinin üzerlerine sevk etmişlerdir. Fakat, Bizanslılar büyük bir yenilgiye uğrayınca barış andlaşması yapılarak Bizans devleti vergiye bağlanmıştır.
    Bu andlaşmayı takip eden 30 yıllık süre içerisinde Rodoplar, Batı Trakya ve Makedonya Peçenek Türklerine tabî olan Kuman Türklerine terk edilmiştir. Peçenek Türkleri ise, Kosova, Yeni Pazar ve Bosna'ya doğru çekilmişlerdir.
    Kuman Türkleri miladî 1087'de Peçenek Türkleri ile birlikte Bulgaristan, Makedonya, Yeni Pazar, Kosova, Bosna ve Arnavutluğu içine alan ve başkenti Kumanova olan "Kuman-Peçenek Türk Federasyonu" nu kurmayı başarmışlardır. Fakat bu iki kardeş Türk kavmi Bizanslılarla ve gayri Türk unsurlarla savaşacakları yerde, birbirleriyle savaşarak "milli birliği" yıkmışlardır. Bu nedenle 1087 yılında kurulmuş olan "Kuman-Peçenek Türk Federasyonu" 1091 yılında yıkılarak varlığını ve politik fonksiyonunu tarihin karanlıklarına terk etmiştir.
    POMAK TÜRKLERİ
    Doç.Dr. Hüseyin MEMİŞOĞLU
    BOŞNAKLARIN KÖKENİ (Doç.Dr.Aydın Budak) Boşnak-Başnak: Kaşgarlı Mahmut (1072-1073) yılında yazdığı Divan-ı Lugat’it Türk adlı eserinde “Bizans-Rum ülkesine en yakın oturan Türk boyu Peçeneklerdir” demektedir. “Başnak” kelimesini de “başında tolgası, sırtında zırhı olmayan er” şeklinde açıklamaktadır. Bizanslı Eflatuncu filozof-devlet adamı (1018 – 1078) Michael Psellos 967-1077 olaylarını anlattığı Khronographia (Vakayiname) adlı kitabında Balkanları tamamen hakimiyetleri altına alan 1050 yılında da bütün Trakya’yı işgal eden Peçenekleri anlatırken çağdaşı Kaşgarlı Mahmut’la aynı ifadeyi kullanıyor: “Peçenekler zırh giymez ve başları miğfersizdir. Kalkan da taşımazlar. Savaşta bağırarak saldırırlar, püskürttükleri düşman askerlerini takipederek öldürürler. Derin vadilerde ve uçurumlarda yaşarlar. Ölüm karşısında korku bilmezler.” Bir doğulu bilginin Başnaklar, bir Bizanslı tarih yazarının da Peçenek Türkleri hakkında aynı ifadeleri kullanmaları Peçeneklerle Başnakların aralarında bir köken farkının olmadığını göstermektedir. Türkolog N. A. Baskalov, Türk Menşeli Rus Aile Adları adlı kitabında Peçenek kelimesini Peçe-on-ok şeklinde tahlil edip peçe=bey; arı beyi; Peçenek’in de Onokların beyi anlamına geldiğini söylüyor. Aynı mantıkla hareket ettiğimizde Başnakların Peçenek boylarından biri olduğunu ve Başnak sözünün baş+on+ok’tan kısaldığını kabul etmemiz mümkündür Bağdatlı Mesudî 941 yılında yazdığı Mürucü’z-Zeheb (Altın Çayırlar) adlı eserinde Hazarlarlla Alanlara yakın ve bunlarla batı arasında 4 Türk kavmi bulunduğunu, bunların en cesurlarının Bacnak olduğunu kaydediyor. Mesudî’nin sıraladığı bu dört boydan Bacgard ve Nükerdeler Macar asıllı Bacnak ve Becneler ise Peçenek boylarıdır. Bütün bu ifadeler Mesudî’de adı geçen Bacnakların Kaşkarlı’nın bahsettiği Başnaklar olduğunu şüphe bırakmamaktadır. Bugün ne sebep ve hangi mantıkla olduğunu anlayamadığımız bir şekilde Boşnak-Başnakların Osmanlı döneminde İslamiyeti kabul etmiş bir Balkan kavmi olduğu fikri ön plana çıkarılıyor. Hâlbuki yine 11. asırda yaşamış bulunan Endülüslü El-Bekrî o asırda İslamiyet’in Peçenekler arasında iyice yayıldığını, hatta Peçenekler arasından İslam dini âlimlerinin çıktığını söylüyor 11. Asırda henüz Kayı Boyu’nun Osmanlı Devletini kurmadığı göz önünde tutulursa Boşnakların Osmanlı fütuhatı döneminde Müslümanlığı kabul ettiği iddiası boşa çıkmaktadır. Yakın tarihlerde Sırp zulmüne uğramış olan Boşnaklar Müslüman bir topluluktur, ama her şeyden önce Türk’türler. Yard. Doç. Dr. Aydın BUDAK BUDAK Aydın: “Yurdumuza Yerleşen Oğuz-Türkmen Boyları ve Bazı Yer Adları”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Yayınları *** KUMAN-PEÇENEK DEVLETİ (Doç.Dr.Hüseyin Memişoğlu) Miladi 1034 yılından itibaren Peçenek ve Kuman Türklerinin, Rodop'lar , Batı Trakya ile Pirin ve Vardar Makedonyası bölgelerine, hatta İstanbul surları önüne kadar inmeleri, Bizans'ı çok ciddi olarak telaşlandırmıştır. Bu nedenle Bizanslılar , 1050 yılında büyük bir ordu teşkil edip Peçenek ve Kuman Türklerinin üzerlerine sevk etmişlerdir. Fakat, Bizanslılar büyük bir yenilgiye uğrayınca barış andlaşması yapılarak Bizans devleti vergiye bağlanmıştır. Bu andlaşmayı takip eden 30 yıllık süre içerisinde Rodoplar, Batı Trakya ve Makedonya Peçenek Türklerine tabî olan Kuman Türklerine terk edilmiştir. Peçenek Türkleri ise, Kosova, Yeni Pazar ve Bosna'ya doğru çekilmişlerdir. Kuman Türkleri miladî 1087'de Peçenek Türkleri ile birlikte Bulgaristan, Makedonya, Yeni Pazar, Kosova, Bosna ve Arnavutluğu içine alan ve başkenti Kumanova olan "Kuman-Peçenek Türk Federasyonu" nu kurmayı başarmışlardır. Fakat bu iki kardeş Türk kavmi Bizanslılarla ve gayri Türk unsurlarla savaşacakları yerde, birbirleriyle savaşarak "milli birliği" yıkmışlardır. Bu nedenle 1087 yılında kurulmuş olan "Kuman-Peçenek Türk Federasyonu" 1091 yılında yıkılarak varlığını ve politik fonksiyonunu tarihin karanlıklarına terk etmiştir. POMAK TÜRKLERİ Doç.Dr. Hüseyin MEMİŞOĞLU
    0 Comments 0 Shares
  • İSLAM VE BİLİM : MÜSLÜMAN DEVLETLER NİÇİN GERİ KALDILAR ?

    KURAN-I KERİM'in Anayasa olduğu ve hayatta yaşandığı 1450 senenin 1200 senesi boyunca İslam Devletleri, sadece Askeri alanda Süper Güç değillerdi, her alanda üstündüler..

    Matematik, Astronomi, Tıb, Fizik, Kimya, Ecza vs bilimlerinde de yüzlerce bilim adamı yetiştirdiler.

    Avrupada kitapları asırlarca okutulan İbni Sina, Ibni Heysem, Buruni gibi müslüman bilim-adamlarinin tam listesini görmek için google aramada, MEŞHUR MÜSLÜMAN BİLİM ADAMLARI yazıp arayabilirsiniz.

    Çünki Kuran, bilimi, gözlemi, akıl ve mantık ilmini kullanmayı emrediyor.. onlarca Ayeti ile insanları akla, tefekküre, istişare ve ilmi araştırmaya havale ediyor...

    Peki, öyleyse dünyada 56 müslüman ülke neden bu halde …?

    1.. Avrupa ve Amerika sömürgeci katil ve kafir devletleri yüzünden.. Afrika ve Asya'daki müslüman topraklarını asirlarca sömürüp, elmas, altın, bakır, platin ve diğer maden kaynaklarını çaldılar. O çalıntı servetler ile Avrupa'nın sanayi altyapısını, bilim ve teknolojisini desteklediler ve dev sermaye birikimlerine ulaştılar.

    2.. Rusya ve Avrupa'nın hristiyan devletleri Osmanlı'ya asırlar boyunca savaş açıp hücum ettiler. Osmanlıya kendine gelip, ferahlayıp bilim ve teknolojide tekrar güçlenme fırsatını vermediler.

    3.. Osmanlı ve diğer İslam Memleketleri de son 3 asırda, Kuran'ın emri olan ve fiili dua olan Adetullah Kanunları, Fizik, Kimya, Mekanik, Elektrik gibi fenlere, bilimlere çalışmakta geri kalıp, medreselerde sadece Dini eğitime ağırlık verdiler. Halbuki :

    Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir (dini ilimlerdir). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (modern fenler, bilimlerdir).

    İkisinin imtizacıyla (din ve bilimin işbirliği ile) hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti (gayreti, çalışkanlığı) pervaz eder (uçar, yükselir).

    İftirak ettikleri vakit (din ve modern fenler ayrıldıkları zaman); birincisinde (dindarlarda) taassub, ikincisinde (sadece bilim tahsil edenlerde) hile, şübhe tevellüd eder (doğar)...

    (Said Nursi r.a. Münazarat - 86)

    4.. Rusya'nın 200 yıl, Çin'in 80 yıldır Orta Asya Türklerine zulümleri, baskıları ve esaret altına almaları, Orta Asya Türklerini maddeten geri bırakmıştır.

    5.. Avrupa'nın kafir devletlerine ve ideolojilerine ruhunu satmış, onların uşağı ve taklidcisi olmuş karanlık "aydınlar" ve kukla yöneticiler yüzünden ülkemiz ve diğer islam ülkeleri büyük tahribat gördü ve maddi manevi geri kaldı.

    Bu karanlık aydınlar ve diktatör yöneticiler, Allaha ve Kurana bağlanıp teslim olmak yerine, 100 yıldır Kefereye gönül bağladılar ve kendi insanlarına zulmettiler veya zarar verdiler.

    Ülkemizde son 30-40 sene içinde, hususan Rahmetli Turgut Özal devrinde ve Başkan Erdoğan devresinde, dindar kadrolar, dindar bilim-insanları ve mühendisler sayesinde gerçekleşen altyapı, teknoloji, sağlık bilimleri, savunma sanayi, uçak teknolojisi, yazılım teknolojisi alanlarındaki büyük atılımlar, ülkemizi G20'ye sokmuş ve G10 içine girebilmek için de milletimize ümid ve gayret vermiştir.

    "Hıristiyanlar dinlerinde reform, rönesans yaptılar. Böylece ortaçağdan kurtuldular… Müslümanlar da dinde reform yaparlarsa kalkınır, gelişirler" şeklindeki iddiaya cevaben :

    Hz İsa'nin tebliğ ettigi hakiki dini degil, tahrif edilmiş Hristiyanlık hususan Katolik mezhebi, ilme, ilim-adamlarına, akıl ve mantığa düşmandı... Reformlar ondan dolayı bir protesto niteliğinde başladı ve Protestant mezhebi ortaya çıktı.

    Bizde ise İslamiyet daima bilim-adamlarının ve fakirlerin, mazlumların himayecisi, ezilen halk sınıfının destekçisi olmuştur. Kuran ve Hadis-i Şeriflerde, bilimi teşvik eden yüzlerce ayetler, hadisler, bu hakikati apaçık isbat eder..

    1200 yıl boyunca Süpergüç islam devletleri ve gecmiş müslüman bilimadamları, islamiyetin Bilim ve Akla verdiği önemi gösterir.. Onun için bizim dinimizin Reforma ve insan eliyle değiştirilmeye ihtiyacı olamaz.

    Hz. İsa, iman esasları ve ahlaki kaideleri ders verdi ama günlük muamelat ve devlet idaresi ve içtimai kanunlara dair bir teferruata girmedi. Bu detayları, Ruhban reisleri ve sonra da Hristiyan siyasetçiler tesis ettiler. Onun için, Hristiyanlıktaki dini reformlar Allahı ve Hz. İsa'yı a.s. inkar maksadını ve manasını taşımıyordu.

    Halbuki İslâmiyet dininin ve şeriatının sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en küçük âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor.

    Demek İslâmiyetin teferruat hükümleri, değişmesi mümkün bir elbise gibi değil ki; onlar reform yaparak değiştirilse, Dinin Esasları ayakta kalabilsin.

    İslamiyetin, Kuran ve Sünnetin teferruattaki detay hükümleri, Dinin Esasları için bir ceseddir, en azından cildi, derisidir. Esas hükümler ve detay hükümler iç içe girmiş ve yapışıktır, ayrılmaları kâbil değildir.

    O ibadet veya içtimai hükümleri değiştirmek demek, doğrudan doğruya Şeriatın Sahibini inkâr ve tekzib etmek çıkar !
    (Said Nursi-Mektubat-435'dan istifade ile)

    Mesela, Kuran'da 130 kere emredilen Namaz, müminler için farz bir Esas Hükümdür. Ama namaz içinde Fatiha, zammı sure, Ettehiyyat vs okumak gibi teferruatı bizzat Sahabilerine öğreten Allah'ın Elçisidir (s.a.v.). Dolayısıyla o teferruat yani ince detayları müminlerin değiştirmeleri mümkün değildir.

    Mesela, Kuran-i Kerim'de haram hükmüyle yasaklanan zina, alkollü içki, kumar, suçsuz bir masumu öldürmek, anne-babaya isyan edip ilişkiyi kesmek, cihadı terketmek, namuslu bir kadın veya erkeğe zina konusunda iftira atmak faizli tefecilik gibi büyük günahlar bahsedilmiş ve bazılarının dünyevi cezaları da kısaca zikredilmiştir. Lakin bunların toplum hayatında cezai uygulamalarının detayları bizzat Hz. Peygamber Efendimiz tarafından yapılmış ve Ümmetine gösterilmiştir. Bunları reform ile değiştirmek, Allahın ve Elçisinin emir ve yasaklarını, hadd ve kanunlarını beğenmemek ve reddetmek manasındadır...

    Beşeriyet, bu dünyada saadet, huzur ve maddi-manevi terakki istiyorsa, Islamiyetin Esaslarına ve Şeriatın Adil Kanunlarına uyup uygulamak mecburiyetindedir.

    Dr. Ali Kemal Pekkendir
    ODTÜ Makina-82, Birmingham Univ-99
    Windsor, İngiltere
    İSLAM VE BİLİM : MÜSLÜMAN DEVLETLER NİÇİN GERİ KALDILAR ? KURAN-I KERİM'in Anayasa olduğu ve hayatta yaşandığı 1450 senenin 1200 senesi boyunca İslam Devletleri, sadece Askeri alanda Süper Güç değillerdi, her alanda üstündüler.. Matematik, Astronomi, Tıb, Fizik, Kimya, Ecza vs bilimlerinde de yüzlerce bilim adamı yetiştirdiler. Avrupada kitapları asırlarca okutulan İbni Sina, Ibni Heysem, Buruni gibi müslüman bilim-adamlarinin tam listesini görmek için google aramada, MEŞHUR MÜSLÜMAN BİLİM ADAMLARI yazıp arayabilirsiniz. Çünki Kuran, bilimi, gözlemi, akıl ve mantık ilmini kullanmayı emrediyor.. onlarca Ayeti ile insanları akla, tefekküre, istişare ve ilmi araştırmaya havale ediyor... Peki, öyleyse dünyada 56 müslüman ülke neden bu halde …? 1.. Avrupa ve Amerika sömürgeci katil ve kafir devletleri yüzünden.. Afrika ve Asya'daki müslüman topraklarını asirlarca sömürüp, elmas, altın, bakır, platin ve diğer maden kaynaklarını çaldılar. O çalıntı servetler ile Avrupa'nın sanayi altyapısını, bilim ve teknolojisini desteklediler ve dev sermaye birikimlerine ulaştılar. 2.. Rusya ve Avrupa'nın hristiyan devletleri Osmanlı'ya asırlar boyunca savaş açıp hücum ettiler. Osmanlıya kendine gelip, ferahlayıp bilim ve teknolojide tekrar güçlenme fırsatını vermediler. 3.. Osmanlı ve diğer İslam Memleketleri de son 3 asırda, Kuran'ın emri olan ve fiili dua olan Adetullah Kanunları, Fizik, Kimya, Mekanik, Elektrik gibi fenlere, bilimlere çalışmakta geri kalıp, medreselerde sadece Dini eğitime ağırlık verdiler. Halbuki : Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir (dini ilimlerdir). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (modern fenler, bilimlerdir). İkisinin imtizacıyla (din ve bilimin işbirliği ile) hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti (gayreti, çalışkanlığı) pervaz eder (uçar, yükselir). İftirak ettikleri vakit (din ve modern fenler ayrıldıkları zaman); birincisinde (dindarlarda) taassub, ikincisinde (sadece bilim tahsil edenlerde) hile, şübhe tevellüd eder (doğar)... (Said Nursi r.a. Münazarat - 86) 4.. Rusya'nın 200 yıl, Çin'in 80 yıldır Orta Asya Türklerine zulümleri, baskıları ve esaret altına almaları, Orta Asya Türklerini maddeten geri bırakmıştır. 5.. Avrupa'nın kafir devletlerine ve ideolojilerine ruhunu satmış, onların uşağı ve taklidcisi olmuş karanlık "aydınlar" ve kukla yöneticiler yüzünden ülkemiz ve diğer islam ülkeleri büyük tahribat gördü ve maddi manevi geri kaldı. Bu karanlık aydınlar ve diktatör yöneticiler, Allaha ve Kurana bağlanıp teslim olmak yerine, 100 yıldır Kefereye gönül bağladılar ve kendi insanlarına zulmettiler veya zarar verdiler. Ülkemizde son 30-40 sene içinde, hususan Rahmetli Turgut Özal devrinde ve Başkan Erdoğan devresinde, dindar kadrolar, dindar bilim-insanları ve mühendisler sayesinde gerçekleşen altyapı, teknoloji, sağlık bilimleri, savunma sanayi, uçak teknolojisi, yazılım teknolojisi alanlarındaki büyük atılımlar, ülkemizi G20'ye sokmuş ve G10 içine girebilmek için de milletimize ümid ve gayret vermiştir. "Hıristiyanlar dinlerinde reform, rönesans yaptılar. Böylece ortaçağdan kurtuldular… Müslümanlar da dinde reform yaparlarsa kalkınır, gelişirler" şeklindeki iddiaya cevaben : Hz İsa'nin tebliğ ettigi hakiki dini degil, tahrif edilmiş Hristiyanlık hususan Katolik mezhebi, ilme, ilim-adamlarına, akıl ve mantığa düşmandı... Reformlar ondan dolayı bir protesto niteliğinde başladı ve Protestant mezhebi ortaya çıktı. Bizde ise İslamiyet daima bilim-adamlarının ve fakirlerin, mazlumların himayecisi, ezilen halk sınıfının destekçisi olmuştur. Kuran ve Hadis-i Şeriflerde, bilimi teşvik eden yüzlerce ayetler, hadisler, bu hakikati apaçık isbat eder.. 1200 yıl boyunca Süpergüç islam devletleri ve gecmiş müslüman bilimadamları, islamiyetin Bilim ve Akla verdiği önemi gösterir.. Onun için bizim dinimizin Reforma ve insan eliyle değiştirilmeye ihtiyacı olamaz. Hz. İsa, iman esasları ve ahlaki kaideleri ders verdi ama günlük muamelat ve devlet idaresi ve içtimai kanunlara dair bir teferruata girmedi. Bu detayları, Ruhban reisleri ve sonra da Hristiyan siyasetçiler tesis ettiler. Onun için, Hristiyanlıktaki dini reformlar Allahı ve Hz. İsa'yı a.s. inkar maksadını ve manasını taşımıyordu. Halbuki İslâmiyet dininin ve şeriatının sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâm'ın esasatını bizzât kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en küçük âdâbını dahi bizzât o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek İslâmiyetin teferruat hükümleri, değişmesi mümkün bir elbise gibi değil ki; onlar reform yaparak değiştirilse, Dinin Esasları ayakta kalabilsin. İslamiyetin, Kuran ve Sünnetin teferruattaki detay hükümleri, Dinin Esasları için bir ceseddir, en azından cildi, derisidir. Esas hükümler ve detay hükümler iç içe girmiş ve yapışıktır, ayrılmaları kâbil değildir. O ibadet veya içtimai hükümleri değiştirmek demek, doğrudan doğruya Şeriatın Sahibini inkâr ve tekzib etmek çıkar ! (Said Nursi-Mektubat-435'dan istifade ile) Mesela, Kuran'da 130 kere emredilen Namaz, müminler için farz bir Esas Hükümdür. Ama namaz içinde Fatiha, zammı sure, Ettehiyyat vs okumak gibi teferruatı bizzat Sahabilerine öğreten Allah'ın Elçisidir (s.a.v.). Dolayısıyla o teferruat yani ince detayları müminlerin değiştirmeleri mümkün değildir. Mesela, Kuran-i Kerim'de haram hükmüyle yasaklanan zina, alkollü içki, kumar, suçsuz bir masumu öldürmek, anne-babaya isyan edip ilişkiyi kesmek, cihadı terketmek, namuslu bir kadın veya erkeğe zina konusunda iftira atmak faizli tefecilik gibi büyük günahlar bahsedilmiş ve bazılarının dünyevi cezaları da kısaca zikredilmiştir. Lakin bunların toplum hayatında cezai uygulamalarının detayları bizzat Hz. Peygamber Efendimiz tarafından yapılmış ve Ümmetine gösterilmiştir. Bunları reform ile değiştirmek, Allahın ve Elçisinin emir ve yasaklarını, hadd ve kanunlarını beğenmemek ve reddetmek manasındadır... Beşeriyet, bu dünyada saadet, huzur ve maddi-manevi terakki istiyorsa, Islamiyetin Esaslarına ve Şeriatın Adil Kanunlarına uyup uygulamak mecburiyetindedir. Dr. Ali Kemal Pekkendir ODTÜ Makina-82, Birmingham Univ-99 Windsor, İngiltere
    0 Comments 0 Shares
More Results