• Şu beş şey için,
    Semâ’nın kapıları açılır:

    - Kur’ân-ı Kerim okunduğu an
    - Düşmanla karşılaşıldığı an
    - Yağmur yağdığı an
    - Mazlum duâ ettiği an
    - Ezan okunduğu an

    ▪︎ Hadis-i Şerif | Ebû Dâvud: IV, s:187
    Şu beş şey için, Semâ’nın kapıları açılır: - Kur’ân-ı Kerim okunduğu an - Düşmanla karşılaşıldığı an - Yağmur yağdığı an - Mazlum duâ ettiği an - Ezan okunduğu an ▪︎ Hadis-i Şerif | Ebû Dâvud: IV, s:187
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • • "Kahrolsun PKK", "Şehitler ölmez vatan bölünmez" sloganları atıldı
    • Kur'an-ı Kerim tilaveti sonrası İstiklal Marşı okundu
    • Akademisyen, gazeteci, sanatçı ve sporcular konuştu

    Ankara ve İstanbul'da binlerce kişinin katılımıyla "Büyük Gazze Yürüyüşü ve Mitingi" düzenlendi..
    • "Kahrolsun PKK", "Şehitler ölmez vatan bölünmez" sloganları atıldı • Kur'an-ı Kerim tilaveti sonrası İstiklal Marşı okundu • Akademisyen, gazeteci, sanatçı ve sporcular konuştu Ankara ve İstanbul'da binlerce kişinin katılımıyla "Büyük Gazze Yürüyüşü ve Mitingi" düzenlendi..
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • Şanlıurfa kunduracı pazarı
    Fotoğraf :S.ilhan
    Şanlıurfa kunduracı pazarı Fotoğraf :S.ilhan
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • BAŞRAHİBE EGERİA URFA VE HARRAN’I ANLATIYOR
    İspanyalı başrahibe 380’li yıllarda Kutsal Topraklara (İsrail-Filistin) Hac ziyareti esnasında Urfa’ya geldiğinde şehir Edessa adını taşıyordu ve bölge Roma İmparatorluğu hâkimiyetinde idi. Egeria notlarında şehri şöyle anlatır:
    “Edessa şehrine geldik ve derhal kiliseye ve Aziz Tomas’ın Şehitliği’ne gittik. Orada geleneğe göre dualar edildi, kutsal yerlerde geleneksel olarak yapılan diğer şeyler yerine getirildi; ayrıca Aziz Tomas ile ilgili bazı şeyler okuduk. Oradaki kilise oldukça büyük, çok güzel, yeni yapılmış ve Tanrı’nın evi olmasına değecek bir yerdi. Bu şehirde görmek istediğim o kadar çok şey vardı ki orada üç gün geçirmek zorunda kaldım. Bu şehirde keşişlerle beraber birçok anıt mezar gördük. Bu keşişlerin bazıları anıt mezarların arasında yaşarken diğerlerinin şehirden uzakta daha tecrit edilmiş hücreleri vardı. Gerçekten dindar bir kişi hem keşiş hem de itirafçı olan şehrin piskoposu beni içtenlikle karşıladı ve şehri gezmeme yardımcı oldu. Bizi ilk olarak inciden yapılmış gibi parlayan ve ona çok benzediğini söyledikleri onun büyük bir mermer heykelini gösterdiği yere Kral Abgar’ın sarayına götürdü. Kral Abgar’ın yüzünden çok bilge ve itibarlı biri olduğu anlaşılıyordu. Yakınında onun oğlu Ma‘nu olduğunu söylediği aynı mermerden yapılmış başka bir heykel daha vardı. Bu heykelin de yüzünde merhamete benzer bir şey vardı. Daha sonra sarayın iç bölümüne girdik ve daha önce hiç görmediğim şekilde büyük, oldukça parlak ve tadı çok lezzetli olan balıklarla dolu havuzları gördük. Saraydan çıkan gümüşten bir çaya benzeyen su dışında şehrin hiç su kaynağı yoktu.
    Edessa’da üç gün geçirdikten sonra Harran’a gitmeyi gerekli gördüm. Kutsal metinde Hz. İbrahim’in yaşadığı yer Harran olarak geçiyor. Tevrat’ın Yaratılış bölümünde yazıldığı gibi Tanrı İbrahim’e şöyle dedi: ‘Ülkeni ve babanın evini bırak, Harran’a git.’ Harran’a vardığımda hemen şehrin içindeki kiliseye gittim. Az sonra gerçekten Tanrı dostu hem keşiş hem de itirafçı bir papaz olan buranın piskoposunu gördüm. Kendisi görmek istediğimiz bütün yerleri bize gösterme zahmetinde bulundu. Bir keresinde bizi şehrin dışında Hz.İbrahim’in evinin olduğu yerde bulunan kiliseye götürdü. Kilise aynı temeller üzerine oturmaktaydı. Piskoposun söylediğine göre kilise aynı taştan inşa edilmişti. Kiliseye girdiğimizde dua edildi, Yaratılış’tan bir bölüm okundu, bir mezmur söylendi ve ikinci bir dua daha yapıldıktan sonra piskopos bizi kutsadı ve dışarı çıktık. Daha sonra bizi Azize Rebeka’nın su çektiği kuyuya (şimdi Yakup Kuyusu) götürme nezaketinde bulundu ve piskopos bize şöyle dedi: ‘Bakın, burası Azize Rebeka’nın İbrahim’in kâhyası Eliezer’in develeri için su çektiği kuyudur.’ Böylece, Harran’da görmemiz gereken her şeyi gösterme zahmetinde bulundu.
    Şehrin dışında, bir zamanlar Hz. İbrahim’in evinin olduğu yerdeki kilisede, Helpidius isimli bir keşişin anıt mezarı yer alıyor. Aziz Helpidius’un şehit edildiği 23 Nisan’daki anılmasının arifesinde orada olmamız çok hoş oldu. O gün, Mezopotamya’nın tüm bölgelerinden ve sınırlarından bütün keşişlerin hatta münzevi hayat süren kendilerine zahit denilen keşişlerin bile Harran’a gelmesi zorunluydu. Evinin üstünde şimdi bir kilisenin olduğu ve kilisenin içinde de bir din şehidinin yattığı Hz. İbrahim’in anısı münasebetiyle anma günü orada oldukça ciddi bir biçimde kutlanıyor. Kutlama gününden sonra her biri kendi hücresine dönmek üzere oyalanmadan gece çöllere düştüğünden görünürde bir keşiş bile yoktu. Şehirde yaşayanların hepsi paganmış gibi birkaç din adamı ve keşiş dışında nadiren Hıristiyan görebildim.
    Bizim Hz. İbrahim’in ilkin evi olan yere onun anısına saygıyla baktığımız gibi benzer bir tavırla, paganlar da şehre yaklaşık bir mil (1,6 km) kadar uzaklıktaki (Hz. İbrahim’in kardeşi) Nahor ve oğlu Betu‘el’in anıt mezarlarının olduğu yere büyük bir saygıyla bakıyorlar.
    Orada iki gün geçirdikten sonra piskopos, Hz. Yakup’un Azize Rahel’in sürülerine su verdiği kuyuya götürdü. Kuyu Harran’dan 6 mil (10 km) uzaklıkta ve bunun şerefine yanına çok büyük ve güzel bir kilise inşa edilmiş. Ayrıca, Hz. Yakup’un kuyunun ağzından yuvarladığı kuyunun yanında duran bugün de görülebilen büyük taşı da gördük. Kilisenin din adamları dışında kuyu çevresinde kimse yaşamıyor, yakınında piskoposun bize bahsettiği gerçekten duyulmamış bir şekilde yaşam süren keşişlerin hücreleri var.
    Kuyudan yaklaşık 500 adım uzaklıkta geniş bir düzlükte yer alan kasaba piskopos tarafından bana gösterildi. Piskoposun söylediği gibi bir zamanlar Hz. Yakub’un dayısı ve kayınpederi olan Laban’ın çiftliği olan bu kasaba Fadana (Tell Fiddan. Şimdi köyün adı Yukarı Beydaş) ismini taşıyordu ve kasabanın içinde Laban’ın anıt mezarı da bana gösterildi.
    Selahattin Güler paylaşımı
    BAŞRAHİBE EGERİA URFA VE HARRAN’I ANLATIYOR İspanyalı başrahibe 380’li yıllarda Kutsal Topraklara (İsrail-Filistin) Hac ziyareti esnasında Urfa’ya geldiğinde şehir Edessa adını taşıyordu ve bölge Roma İmparatorluğu hâkimiyetinde idi. Egeria notlarında şehri şöyle anlatır: “Edessa şehrine geldik ve derhal kiliseye ve Aziz Tomas’ın Şehitliği’ne gittik. Orada geleneğe göre dualar edildi, kutsal yerlerde geleneksel olarak yapılan diğer şeyler yerine getirildi; ayrıca Aziz Tomas ile ilgili bazı şeyler okuduk. Oradaki kilise oldukça büyük, çok güzel, yeni yapılmış ve Tanrı’nın evi olmasına değecek bir yerdi. Bu şehirde görmek istediğim o kadar çok şey vardı ki orada üç gün geçirmek zorunda kaldım. Bu şehirde keşişlerle beraber birçok anıt mezar gördük. Bu keşişlerin bazıları anıt mezarların arasında yaşarken diğerlerinin şehirden uzakta daha tecrit edilmiş hücreleri vardı. Gerçekten dindar bir kişi hem keşiş hem de itirafçı olan şehrin piskoposu beni içtenlikle karşıladı ve şehri gezmeme yardımcı oldu. Bizi ilk olarak inciden yapılmış gibi parlayan ve ona çok benzediğini söyledikleri onun büyük bir mermer heykelini gösterdiği yere Kral Abgar’ın sarayına götürdü. Kral Abgar’ın yüzünden çok bilge ve itibarlı biri olduğu anlaşılıyordu. Yakınında onun oğlu Ma‘nu olduğunu söylediği aynı mermerden yapılmış başka bir heykel daha vardı. Bu heykelin de yüzünde merhamete benzer bir şey vardı. Daha sonra sarayın iç bölümüne girdik ve daha önce hiç görmediğim şekilde büyük, oldukça parlak ve tadı çok lezzetli olan balıklarla dolu havuzları gördük. Saraydan çıkan gümüşten bir çaya benzeyen su dışında şehrin hiç su kaynağı yoktu. Edessa’da üç gün geçirdikten sonra Harran’a gitmeyi gerekli gördüm. Kutsal metinde Hz. İbrahim’in yaşadığı yer Harran olarak geçiyor. Tevrat’ın Yaratılış bölümünde yazıldığı gibi Tanrı İbrahim’e şöyle dedi: ‘Ülkeni ve babanın evini bırak, Harran’a git.’ Harran’a vardığımda hemen şehrin içindeki kiliseye gittim. Az sonra gerçekten Tanrı dostu hem keşiş hem de itirafçı bir papaz olan buranın piskoposunu gördüm. Kendisi görmek istediğimiz bütün yerleri bize gösterme zahmetinde bulundu. Bir keresinde bizi şehrin dışında Hz.İbrahim’in evinin olduğu yerde bulunan kiliseye götürdü. Kilise aynı temeller üzerine oturmaktaydı. Piskoposun söylediğine göre kilise aynı taştan inşa edilmişti. Kiliseye girdiğimizde dua edildi, Yaratılış’tan bir bölüm okundu, bir mezmur söylendi ve ikinci bir dua daha yapıldıktan sonra piskopos bizi kutsadı ve dışarı çıktık. Daha sonra bizi Azize Rebeka’nın su çektiği kuyuya (şimdi Yakup Kuyusu) götürme nezaketinde bulundu ve piskopos bize şöyle dedi: ‘Bakın, burası Azize Rebeka’nın İbrahim’in kâhyası Eliezer’in develeri için su çektiği kuyudur.’ Böylece, Harran’da görmemiz gereken her şeyi gösterme zahmetinde bulundu. Şehrin dışında, bir zamanlar Hz. İbrahim’in evinin olduğu yerdeki kilisede, Helpidius isimli bir keşişin anıt mezarı yer alıyor. Aziz Helpidius’un şehit edildiği 23 Nisan’daki anılmasının arifesinde orada olmamız çok hoş oldu. O gün, Mezopotamya’nın tüm bölgelerinden ve sınırlarından bütün keşişlerin hatta münzevi hayat süren kendilerine zahit denilen keşişlerin bile Harran’a gelmesi zorunluydu. Evinin üstünde şimdi bir kilisenin olduğu ve kilisenin içinde de bir din şehidinin yattığı Hz. İbrahim’in anısı münasebetiyle anma günü orada oldukça ciddi bir biçimde kutlanıyor. Kutlama gününden sonra her biri kendi hücresine dönmek üzere oyalanmadan gece çöllere düştüğünden görünürde bir keşiş bile yoktu. Şehirde yaşayanların hepsi paganmış gibi birkaç din adamı ve keşiş dışında nadiren Hıristiyan görebildim. Bizim Hz. İbrahim’in ilkin evi olan yere onun anısına saygıyla baktığımız gibi benzer bir tavırla, paganlar da şehre yaklaşık bir mil (1,6 km) kadar uzaklıktaki (Hz. İbrahim’in kardeşi) Nahor ve oğlu Betu‘el’in anıt mezarlarının olduğu yere büyük bir saygıyla bakıyorlar. Orada iki gün geçirdikten sonra piskopos, Hz. Yakup’un Azize Rahel’in sürülerine su verdiği kuyuya götürdü. Kuyu Harran’dan 6 mil (10 km) uzaklıkta ve bunun şerefine yanına çok büyük ve güzel bir kilise inşa edilmiş. Ayrıca, Hz. Yakup’un kuyunun ağzından yuvarladığı kuyunun yanında duran bugün de görülebilen büyük taşı da gördük. Kilisenin din adamları dışında kuyu çevresinde kimse yaşamıyor, yakınında piskoposun bize bahsettiği gerçekten duyulmamış bir şekilde yaşam süren keşişlerin hücreleri var. Kuyudan yaklaşık 500 adım uzaklıkta geniş bir düzlükte yer alan kasaba piskopos tarafından bana gösterildi. Piskoposun söylediği gibi bir zamanlar Hz. Yakub’un dayısı ve kayınpederi olan Laban’ın çiftliği olan bu kasaba Fadana (Tell Fiddan. Şimdi köyün adı Yukarı Beydaş) ismini taşıyordu ve kasabanın içinde Laban’ın anıt mezarı da bana gösterildi. Selahattin Güler paylaşımı
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • Bu resmi görünce sanki ben oradaymışım, bir konuşma yapacakmışım ve çocuklar da ne diyeceğimi öğrenmek için gözlerimin içine bakıyormuş gibi hissettim. Yutkundum. Ne söylerdim böyle bir durumda diye düşündüm. Ama tek bir cümle kuramadım.

    Siz burada konuşmacı olsanız, ilk cümleniz ne olurdu?

    #gazzedeçocuklarölüyor
    Bu resmi görünce sanki ben oradaymışım, bir konuşma yapacakmışım ve çocuklar da ne diyeceğimi öğrenmek için gözlerimin içine bakıyormuş gibi hissettim. Yutkundum. Ne söylerdim böyle bir durumda diye düşündüm. Ama tek bir cümle kuramadım. Siz burada konuşmacı olsanız, ilk cümleniz ne olurdu? #gazzedeçocuklarölüyor
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • İpek Yolu New York’tan Geçer Mi?

    Doğrusu gümrük işlemlerimi yapıncaya kadar bu kadar heyecan verici bir yolculuk olacağını düşünmemiştim. Bir öğleden sonra tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktasına yani, Çin‘in bugünkü adıyla Xi’an (Şian) şehrinin kapısına geldim. Elimize tutuşturulan pasaporta soğuk damgayı vurduktan sonra, Xian’dan itibaren yaklaşık 2 saat sürecek ve Bağdat’ta sona erecek tarihi ipek yolu yolculuğuma başlıyorum.

    Şi’an ile Bağdat arasında uzanan efsanevi yolda, karlı dağlar, buz gibi stepler, kavrulmuş çöl kumları, coşkun nehirler, sarp vadiler, masalsı şehirler geçiyorsunuz. Açlık, susuzluk, güneş çarpması, kum fırtınası ve hırsızlar yolda sizi bekleyen tehlikelerden birkaçı. Yalnız başına çıkılacak yol değil. Bu sebeple bir katara katılmak en iyisi. Uzun ve meşakkatli seyahatlerde hem güvenlik hem de ihtiyaçlar için oluşturulan bu katarlar için nerdeyse bütün kültürler Farsça kökenli “kervan” adını kullanıyor. İngilizcenin ünlendirdiği “caravan” da buradan geliyor.

    Tahminim siz hala nasıl olacak da binlerce kilometreyi 2 saatte katedeceğimi düşünüyorsunuzdur. Aslında hala New York’tayım. Favori müzelerimden biri olan Amerikan Doğal Tarih Müzesi’nin, Ağustos ayına kadar açık kalacak muhteşem ‘İpek Yolu (Silk Road)’ sergisindeyim. Müzede özel bir alanda hazırlanmış sergide İpek Yolu güzergahının 4 önemli şehri arasında gerçekte 200 metre ancak hayal dünyasında aylarca süren heyecan verici bir yolculuğa çıkıyorsunuz. İpek Yolunun önemini yüzeysel bir tarih bilgisi olarak biliyordum ama sanırım ilk defa bu düzeyde fark ettim. Daha önemli bir işiniz yoksa, sizi 1000 yıl öncesinin Xian’ından Bağdat’a uzanacak bu yolculuğun kervanına katılmaya davet ediyorum.

    Uçsuz bucaksız Gobi Çölünün güneylerinde bir yer başlangıç noktamız. Asya’nın en büyük çölü olan Gobi, Orhun Anıtlarına da ev sahipliği yapar. Moğolca “gobi” çöl demekmiş. Daha 900’lü yıllarda nüfusu 1 milyonu geçen Şi’an’a hoşgeldiniz. “Xi’an” Çince’de “batıdaki barış diyarı” gibi bir anlama geliyor. İpek Yolu çağında ise bu şehrin adı Chang’an‘dı. Yani “ebedi barışın yeri”. 10’ncu yüzyılda dünyada dört metropol vardı; Roma, Kahire, Aden ve Şi’an. Fakat hiçbiri Şi’an kadar büyük Şi’an kadar kozmopolit değildi… Tang Hanedanlığının başkentiydi. Şehrin en geniş sokağı Heng sokağıydı. Bugünkü ölçülere vurursak 120 şeritli otoyol genişliğindeydi bu cadde. Geniş caddeler, antik ahşap şehirlerin en büyük düşmanı olan yangına karşı bir önlemdi.

    İmparatorluk binaları, tapınaklar, pazarlar yan yana dizili. Nüfusun büyük bölümü Çinli değil, “uzaklar”dan gelmiş insanlar. Yabancı tüccarlar, elçiler, bilginler, müzisyenler, dünyanın o tarihteki en kozmopolit şehrinin sokaklarını yeni inançlar, yeni fikirler, yeni müzikler, yeni mallarla dolduruyordu. Peki bu insanlar bu şehre nereden geliyordu? Elbette, İpek Yolundan…

    İpek Yolu, özellikle de en parlak dönemi olan 700’lü yıllardan 13’ncü yüzyıla kadar dünyaya şekil vermiş muazzam bir kültür ve ticaret ağı. Sadece develerin ve tüccarların değil, yeni fikirlerin, icatların, dinlerin de seyahat ettiği bir yoldu. Biz de aşağı yukarı bu döneme karşılık gelen bir dönemde kat edeceğiz İepk Yolunu.

    Yolculuğumuz ne kadar sürecek?

    Şi’an, Turfan, Semerkant ve son durak Bağdat. Bir baştan bir başa tam 7 bin 400 kilometre.

    Tahmini yolculuk süremiz ne kadar?

    En az 6 ay.

    Peki hava durumu..?

    Gündüzleri artı 50 dereceyi bulduğu da olacak, geceleri eksi 40 dereceye düştüğü de… Güzergahın büyük bölümünde en büyük düşman güneş. Bu nedenle de bir kervan geleneği olarak çoğunlukla gündüz uyuyup gece yol gideceğiz.

    Nerelerde konaklayacağız?

    Bölgeye göre değişir. Budist tapınaklarında, askeri kalelerde ya da İpek Yolu ile hayatımıza girmiş muhteşem dinlenme tesislerinde, yani kervansaraylarda…

    Alışverişimizi ne ile yapacağız?

    Çoğunlukla bir top ipek. En değerli ve geçerli para bu. Güzergahımızın adı zaten bu nedenle İpek Yolu. Bakır ve gümüş para da çoğu yerde geçiyor. Çin içinde bazı yerlerde kağıt para da geçerli. Tüccarlar bu özel basılmış kağıtları da kabul ediyor.

    Yolda, ilim peşindeki bilginler, mal peşindeki tüccarlar, macera peşinde seyyahlar, düşman peşinde askerler, Leyla peşinde Mecnunlar, kutsal menziller peşindeki hacılar zaman zaman kervanımıza katılacak. Onlar hedeflerine ulaştıkları duraklarda kervandan ayrılacak. Bizim için istikamet Bağdat.

    Biliyorum yolcu yolunda gerek ama yola çıkmadan önce heybemize birkaç bilgi daha yükleyelim.

    Efsaneye göre Şi Ling ya da Leizu adında bir Çin prensesi sarayının bahçesindeki dut ağacının gölgesinde çayını yudumlarken aniden yumurtaya benzeyen beyaz bir topak düşer. Biz buna “koza” diyoruz. Anglosaksonlar “cocoon” diyor. Koza aslında, Sanskritçe, sarıp sarmalama, içine almak demek olan “kuś” kelimesinden geliyor. Biz Farsçadaki “goza” söylenişinden almışız.

    Prenses, bu kozayı sıcak suyun içinden çıkarmaya çalışırken ip ip ayrıştığnı görür. Hasar görmemiş bir kozadan çıkan ipek ipi, 914 metre uzayabilir. Prenses henüz bunu bilmiyordu tabii ki… Ama kafasında bu ipleri dokumada kullanma fikri doğdu ve ipeğin tarihi başladı. Anglosaksonlar eski Yunancadaki “seric” kelimesinden gelmesi olası “silk” sözcüğünü kullanıyor. Biz ise, ip sözcüğünden gelmesi olası “ipek” kelimesini…

    Efsaneye geri döneyim… Neden dut ağacı? İpek böceğinin kebabıdır dut yaprağı. Müze, yolumuzun bu kısmında güzergahımıza canlı ipek böceklerini koymuş. O nefis ipekleri bu tırtılların yaptığına inanmak çok zor. Ama işte görünüşe aldanmayacaksın. Bu nedenle bu böcekler çok değerli. Yaklaşık yarım kilo ipek elde etmek için en az 2500 ipek böceğine ihtiyaç var. Emeklilik yok, sigorta yok, tazminat yok. Tek istedikleri dut yaprağı.

    O muhteşem güzellikleri üreten bu hayvancıkların aslında kör olduğunu öğrenmek ise sarsıcı. Kelebeğe dönüştüklerinde bile uçamıyorlar ve kendi örecekleri hapishanelerinde yani kozalarında yaşayıp ölüyorlar. Dişi bir koza kelebeği 500 yumurta bıraktıktan sonra ölüyor. 10 – 12 gün sonra tırtıllar yumurtadan çıkıyor. Dut yaprağıyla beslenen bu minik canlılar bir ayda 10 bin kat büyüyorlar. Sonra olgun tırtıl kendi etrafında kozasını örmeye başlıyor. Kozanın içinde tırtıl pupaya dönüşüyor ve kozadan çıkıyor. Çıkınca uçmaz bir kelebeğe dönüşüyor ve yumurtalarını bıraktıktan sonra ömrünü tamamlıyor. Döngü yeniden başlıyor.

    Çin, keşfettiği işte bu muhteşem döngüyü yüzlerce yıl bir sır olarak kendine saklamayı başardı. Bu sırrı yabancılara verenler öldürüldü. Çin bu ipek sayesinde bir dönemin lüks ve ticaret merkezine dönüştü, zenginliğine zenginlik kattı. İpeğin ilk bulunuşundan İpek Yolunda ticaretin başlamasına kadar yaklaşık 1000 yıl ipek piyasası Çin’in elinde kaldı. Bu dönemin uzunca bir döneminde ise ipek hanedanlık mensupları için dokundu. Ama iki kişinin bildiği sır değildir. Bu sır da nihayet dünyaya yayıldı. İpek bugün sadece dokumada değil, paraşüt yapımından yarış bisikleti tekerleği üretimine kadar birçok alanda kullanılıyor. Bazı cerrahlar bile artık ameliyatları ipek iple dikiyor. Ama tabii ki ipeği efsane haline getiren dokuma ve tekstildeki kullanımı oldu. Yazın serin, kışın sıcak tutan bu yumuşak kumaş adeta sihirli bir masal elbisesi gibi görülüyordu.

    Şian’dan çıktım yola yüküm ipektir…

    İşte Eski Dünyanın her köşesinden insanları Çin’e Xi’an’a çeken bu ipekti. Şi’an’dan çıkan kervanların en önemli yükü de ipekti. Elbette bu yolda, kıymetli taşlardan baharata, sebze meyveye kadar her türlü mal taşınıyordu ama ipeğin bu devasa ticaret yolundaki en muteber tedavül aracı olması nedeniyle bu yol, bugün İpek Yolu olarak anılıyor. İpek taşımak, metal paradan daha kolaydı. Hatta Çin hanedanlıklarından bazıları çalışanların maaşını ipek olarak ödüyordu.

    Çin’in özellikle de batı kesimleri kozmopolit bir coğrafyaya dönüştü. O tarihte Çin, inançlar açısından dünyanın en çoğulcu coğrafyasıydı. Mani dini müntesiplerinden Zerdüştilere, Taoistlerden, Konfüçyus takipçilerine, Nasturi Hıristiyanlardan Yahudilere kadar birçok dinden insanlar… Fakat İpek Yolunda çoğunluğu her zaman Budistler ve Müslümanlar oluşturdu.

    Çölün saygın efendileri, develer

    Şi’an’dan yola çıktıktan 2 bin 500 kilometre sonra İpek Yolu’nun ikinci önemli noktasına Turfan‘a ulaşacağız. Ama önce Şincan ile Pamir Dağları arasındaki Taklamakan Çölünün zor koşullarını aşmamız lazım.

    Çölde en güvenilir yoldaş devedir. Develer, sadece İpek Yolunun değil, insan uygarlığının destanı yazılmamış gizli kahramanlarıdır. Bir deve 140 kilograma kadar yük çekebiliyor. Ne at çeker bunu, ne eşek, ne de insan gücü… Yüklü bir deve hiç su içmeden 15 gün gün yol gidebiliyor. Ama yaygın yanılgının aksine develerin hörgücü su deposu değil, yağ deposu. Enerjisini oradan alıyor. Uzun kirpikleri gözlerini kum fırtınalarından ve güneşten koruyor. Ağzını kapatır gibi istediği zaman kapatabildiği burun delikleri de kum ve toz fırtınalarından etkilenmemesini sağlıyor. Kalın ve sert dudaklarıyla çölllerdeki en dikenli bitkileri bile yiyebiliyor. Yünlü derisi onu Orta Asya’nın eksi 30 derecelere kadar düşen soğuğundan koruyor. Keçeli geniş ayakları, çöl kumunda batmadan yürümesini, kayalık enegebeli yollarda dengesini kaybetmemesine yardım ediyor. İki hörgüçlü develer genelde İpek Yolunun doğusunda çalışıyordu. Çünkü soğuğa dayanaklıydılar. Tek hörgüçlü Arap develer ise batı yollarındaki kervanların tercihiydi.

    Turfan’da meyve sebze pazarı

    Taklamakan Çölüne yeterli erzakla girmek lazım. Çünkü bir sonraki erzak noktasına ulaşmak en az 10 gün. İşte karşıdan Turfan vahası gözüküyor. Doğu Türkistan’ın kuzey batı ucundayız. Bir yanımız Taklamakan Çölü bir yanımız Yanan Dağlar. Bu kırmızı tepeler güneşte aldıkları renkten dolayı böyle adlandırılıyor. Şehrin girişinde daha pasaportuma soğuk damgayı vurarken, ortama verilen pazar efektleri için müze küratörlerine bir selam daha yolluyorum. Müzenin sergiye kurduğu enfes ses düzeninde deve böğürtüleri, at kişnemeleri, koyun melemeleri, mallarını satan tüccarların bağırışları eşliğinde Turfan’ın ünlü pazarlarından birine giriyoruz.

    Turfan bir vaha. Çölün ortasında bu kadar sebze ve meyveyi nerden buluyorlar, hangi suyla yetiştiriyorlar? Burada bir başka Orta Asya efsanesi, “kehriz” sulama sistemi ile tanışıyoruz. Türkiye’nin Van gibi kentlerinde de yakın zaman öncesine kadar bu yer altı su sistemi aktifti. Bugün bile Asyanın birçok yerinde hala kullanılan kehriz sistemi ile dağlardan gelen yer altı suları, yer altında inşa edilen bir kuyular şebekesi ile hem içme suyu temininde hem de tarımda kullanılabilir hale geliyor. Birleşmiş Milletler, Azerbaycan’ın antik kehriz sistemini, dünyanın kuraklık yaşanan yerlerinde susuzluk problemini çözmede kullanmayı gündemine almış durumda…

    Bu kehrizler çorak arazileri bile cennete çeviriyordu. Bugün bile Turfan’da hala 1000 civarında kehriz sistemi aktif durumda. Turfan’a yılda 300 milyon metreküp su taşıyor bu kehrizler. Yani, 100 bin olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çok su. Günümüz dünyasında en çok kehriz İran’da var. Tam 50 bin ayrı kehriz ağına sahip İran.

    Turfan ne kadar vaha olsa da çöl sıcakları var. Bu nedenle de alışveriş pazarları gündüzleri kapalı. Akşam saatlerinde açılıyor. Kervanlar, burada ipek, kumaş ve mücevheratın yanına başka malllar yükleyecek.

    En başta deri ve kürk. Orta Asyalı avcılar kuzey steplerinde avladıkları tilki ve tavşanların kürklerini, beyaz as kürklerini satıyor. İpek Yolu ağına kürk büyük ölçüde Turfan’dan dahil oluyor. İran yönünden gelen kervanlar geyik ve ceylan derileri getiriyor. Bunlar özellikle bot yapımında çok makbul aranan deriler. Leopar derisi çok değerli. Çinli tüccarların peşinde olduğu daha özel bir mal daha var; vahşi hayvan kuyrukları. Çinli askerler, soylular bu kuyrukları şeref ve onur sembolü olarak takıyor. Leopar kuyruğu ise sembolik ve madddi değeri en yüksek olanı.

    Bu pazarlarda değerli taşlar da alınıp satılıyor. Yeşil akik taşı, sarı kehribar taşı, mor yakut taşı, cam göbeği yeşili beril(akuamarin), altın, yeşim taşı (jade), lacivert lapis taşı, kırmızı yakut, zümrüt, mavi safir taşı, inci, rengarenk spineller, sabuntaşı, topaz, turkuvaz, fildişi ve envai taş pazarlarda el değiştiriyordu. Lacivert lapis taşı şifa olarak da kullanılıyordu ki Afganistan ve güneydoğu Tacikistan bugün bile bu taşın dünyadaki en büyük kaynağı.

    Bunların yanı sıra yiyecek alıp satıyordu kervanlar Turfan pazarında. Meyve ve sebzeler dağlardan getirilen buz ve karla dolu özel sepetlerle uzak diyarlara gönderiliyordu. İran ve Ortadoğu’dan çerezler, Anadolu’dan incir, vahalardan meyveler, Orta Asya’dan sebzeler geliyordu. Herkes kendi coğrafyasından olanı satıyor, olmayanı alıyordu. Tuz, baharat, şeker, hardal Hindistan ve İran’dan Çin’e doğru gidiyordu. Çinden gelen şifalar, parfümler, koruyucular ve kozmetik Batıya gidiyordu. Ve elbette ki afrodizyak. Alanı da satanı da bugünkü kadar çoktu. Yeter ki bir yiyecek hakkında “kuvvet verir” dedikodusu yayılmaya görsün…

    Ve kokular…Ah güzelim kokular… Müzeye bir selam daha yolluyorum. Küplere konmuş İpek Yolu kokularını, küplerin kapaklarını açıp teker teker kokluyorum. Günümüzde önyargı kurbanı olan gül yağı. Küpün ağzını aralamamla çarpılmam bir oluyor. Benimle aynı kervanda olan herkesin de favorisi gül yağı oluyor. Dönüp dönüp kokluyor herkes… Misk küpü, çölde ıssız yıldızlı bir gecenin arzu aşılayan kokusu. Tütsüler, yasemin yağı, saussurea kökü, yalancı tesbih ağacı kökü ve daha nicesi…

    Tabii ki ilaçlar şifalar… Aspirin yok, vermidon yok. Ama Seylan tarçını var. Başağrısına iyi gelir derler. Isırgan otu, acı tere otu, epsom tuzu (magnezyum sülfat), zencefil kökü, alçı taşı, safran, insan saçı, sülfür, zerdeçal, ışgın (rebez), yosun, gergedan boynuzu, muskat… Hani cimrilerin başkasına bunu bile koklatmadığı berbat kokulu arsenik yani zırnık ve daha nice şifalı madde… Ama özellikle ikisini heybemize katalım. Biri ‘ginseng’. Enerji veren, güç kuvvet veren, stresi azaltan bu Çin bitkisi bugün pile popülaritesinden pek birşey yitirmemiş. İpek Yolu ehlinin en çok rağbet ettiği diğer şifa ise, geviş getiren hayvanların midesinde oluşan bezoar taşıydı.

    Bu İpek Yolu insanları bizim gibi sabit menüye koşullandırılmış tüketim insanları değildi. Aroma listeleri bile çeşitliliğiyle başdöndürür. Aselbent sakızı, kartal ağacı, Mekke pelesenk ağacı, mürrisafi sakızı (laden reçinesi), kafur ruhu, balzamik onika, sandalağacı ve daha sayması zor onlarca çeşit aroma da tezgahlarda el değiştiriyordu.

    Ve elbette tekstil. İpeğin yanı sıra en revaçta olan yündü. Bugünkü gibi sadece koyun yünü değil, deve ve yak yünü de bolca bulunurdu. Turfan’da kervanların yükleri arasına keten ve kenevir kumaşlar da dahil oluyordu.

    Turfan’ın bu müthiş pazarından yüklerimizi alıp, bir sonraki ana durağa Semerkant‘a doğru yola çıkıyoruz. Daha Bağdat’a kadar gidecek 4 bin 900 kilometre yol var. Semerkant yolunda Pamir Dağlarını, Fergana Vadisini geçeceğiz. Yolda Hindikuş Dağları da var Himalayalar da… Amuderya (Ceyhun) nehri de var, Siri Derya (Seyhun) nehri de…

    İpek Yolu’nun en iyi ipek sırmalarını mı arıyorsunuz? Samur paltoya mı ihtiyacınız var? Bir paket misk belki de… Ya da bir rulo krem rengi kaliteli kağıt? Sizin durağınız burası, Semerkant’a hoşgeldiniz. Özbekler ama daha çok da bugünkü Taciklerin ataları olan Soğd halkı, hiç kimsenin olmadığı kadar İpek Yolunun efendisiydi. Kervansaraylar, deve sürücüleri, klavuzlar hep Soğd’lardandı. Ve Semerkant onların ülkesinin tam kalbinde yer alıyordu. İpek Yolu vesilesiyle Soğd ahalisi, doğuya Çin’in içlerine kadar girdi. Birçok Çin şehrine yerleştiler.

    Semerkant öylesine muazzam bir ticaret ve kervan kavşağıydı ki yüzlerce kilometreden itibaren çevresi adeta kervansaray deryasıydı. Ünlü seyyah İbn-i Havkal, “Semerkant etrafında yolcuların her ihtiyacını giderebildiği kervansaraylardan bulunmayan tek bir kasaba, köy, vadi ya da çöl yoktu. Sadece Semerkant çevresinde 2000 kervansaray olduğunu duydum” diye anlatıyor o günleri. Kervansaraylar büyüleyici müesseseler… Hafızamı yokluyorum ama aklıma tek bir kervansaray filmi veya romanı bile gelmiyor, hayıflanıyorum…

    Semerkant’ın öyküsü kağıdın materyal olmaktan çıkıp uygarlık destanına dönüşmesinin öyküsüdür. MÖ 50 yılında Çinliler ilk kağıdı icat ettiler. Ancak kağıdın yazı için kullanılması MS 100 yılında oldu. MS 300 yılında ise kağıt yapma sanatı Semerkant’a ulaştı. Dünyanın ilk kağıt fabrikası ise 795 yılında Bağdat’ta kuruldu.

    Bugün kağıtsız yaşayabileceğimizi iddia edebiliyoruz ama İpek Yolunda taşınan onca mal içinde hiçbiri kağıt kadar kudretli değildi. Efsaneye göre 751 yılında Talas Savaşında Müslümanlar Çinlileri yenince kağıdın sırrını da ele geçirdi. Çinli kağıt ustaları Semerkant’a götürüldü ve Semerkant dünyanın en iyi kağıtlarının üretildiği merkez oldu. Kağıt günümüzde ağaç hamurundan elde ediliyor fakat o dönemlerde pamuk ve keten hamurundan da yapılıyordu. Kağıdın İslam Dünyasına girmesiyle bilim ve edebiyatın yaygınlaşmasında patlama meydana geldi. Bilgi akışı, o zaman ölçülerine göre inanılmaz bir hıza ulaştı. Bağdat’ta yaşayan bir bilginin, Endülüs’te basılan kitap eline birkaç ay sonra ulaştı diye “zamanımızda ilim geriledi” diye sitem ettiğini öğreniyoruz.

    Müslümanlar, süslü kağıtlar yaptılar. Kağıda iyi yazmak için onu pirinç nişastası ile kaplıyor, sonra yumuşak bir taşla zımparalıyor, sonra çeşitli renklerde boyuyorlardı. İpek Yolunun altın çağında Semerkant, eğitim kurumlarıyla, bilginleriyle, sanatçılarıyla, ustalarıyla, tüccarlarıyla dünyanın kültür başkentlerinden biri olmuştu.

    İpek Yolu kervanlarının Semerkant’tan sonraki ana hedefi Bağdat. Ne ki önce Karakum Çölü bilahare Zağros Dağları gibi iki çetin engeli de geçmek lazım. Barışın ülkesi Bağdat. İpek Yolunun altın çağı başlarken, 762 yılında Abbasi Halifesi Mansur tarafından Dicle Nehrinin kenarına kuruldu. Abbasiler başkenti Şam’dan bu yeni şehre taşıdılar. Kısa sürede Müslüman dünyasının kalbi haline geldi. Adı bir rivayete göre Farsça “bağ – dad (panayır bahçesi)”dan geliyor. Bir rivayete göre ise, yine Farsça “Be huda da (Allah verdi)” ifadesinden.

    İpek yolunun 3 sembol ürünü var. İpek ve kağıdı andık. İkisi de çoğunlukla doğudan batıya geliyordu. Üçüncüsü yani ”cam” ise Bağdat’tan doğuya doğru yola çıkıyordu. Camın tarihi Ortadoğuda başladı. Kum, kireç ve soda külünün karışımı 1370 derece sıcaklığa ulaştığında cama dönüşüyordu. Cam, İpek Yolu aracılığıyla Çin’e ulaştığında Çinliler uzun süre cama, “en pahalı mücevher” muamelesi yapmış. Tabi Çinliler, camın doğal bir madeni ürün değil de “üretilen” bir mamul olduğunu farkedinceye kadar tüccarlar iyi para kazanmış.

    Hindistan’dan yola çıkan sayı sistemleri, Bağdat’ta modern matematiğin bugünkü sayı sistemine dönüştü. Sıfır, matematiğe dahil oldu. Harun Reşid’in Bağdat’ta kurduğu “Dar-ul Hikme“, başta Antik Yunan klasikleri olmak üzere muazzam bir tercüme faaliyetine girişti. Tam bir icatlar çağı başladı. Müslüman bilginler, su servis edeninden zamanı gösterenine kadar sayısız makine icat ediyordu. El Ceziri 800’lü yıllarda su saatini icat etti. Bunun yanı sıra 50 ayrı makinenin de mucididir. İbn-i Heysem’den, özellikle tıpta çığırlar açan İbn-i Sina’ya, Ömer Hayyam’dan, El Kindi’ye, Abdurrahman El Sufi’den Harizmi’ye, burda sayması zor nice bilgin ve edebiyatçı İpek Yolunun çocuğudur.

    New York müzesindeki sergide Bağdat şehri bölümüne girdiğimde karşıma çıkan bilimsel şölen, bugünkü Bağdat’ı düşününce dokunaklı geliyor. Sergide en hayran kaldığım şeylerden biri olan ve bir Bağdat icadı olan ‘usturlab’ın(astrolobe) başına oturuyorum. Penceremsi bir derinliğin içine Bağdat’tan görünen uzayın derinliklerini temsil eden yıldızlar var. Yıldızlar karanlığın içinde ışıl ışıl yanıyor. Aleti kullanarak gördüğüm yıldızların uzaklığını ya da zamanı ölçmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Ta Şian’dan geliyorum, yol yorgunluğu olsa gerek. Bağdat’tan görünen uzayı biraz seyrettikten sonra kalkıp sağa dönünce duvarı boydan boya kaplayacak şekilde İngilizcesi yazılmış bir Hadis görüyorum; “İlim için yola çıkana, Allah da cennetin yolunu gösterir“.

    M.S. 8’nci yüzyıldaki bu yolculuktan istemeye istemeye günümüze dönüyorum. Kervanla ziyaret ettiğim yerlerin bugününü merak ediyorum. Bugün Çin’in uzay programına da ev sahipliği yapan Şian, 8 milyonluk bir şehir. Nüfusu günümüzde 250 bin civarında olan Turfan, ücra ve bir Doğu Türkistan şehri. Nüfusun yarısını hala Uygur Türkleri oluşturuyor. 600 bin nüfuslu Semerkant, dünyadan o kadar izole bir şehir ki ne siz sorun ne ben anlatayım.

    Ya Bağdat?

    1258 yılında Moğolların yerle bir ettiği bu uygarlık beşiği, 750 yıl sonra önce bir diktatörün, sonra petrol ve silah endüstrisinin ve günümüzde kapkara bir barbarlığın tehdidi altında üst üste yıkımlar yaşıyor.

    Müze içinde yaklaşık yaklaşık 200 metreyi bulan İpek Yolunda dolandığım iki saat boyunca seslerini dinlediğim, tüccarlar, bilginler, aşıklar, hacılar, müzisyenler, hatta keçiler, koyunlar, develer artık yok. Anılmayı hakedecek hayatlar yaşamışlar ve göçüp gitmişler… Sergiyi hazırlayanlar bu gerçeği de Ömer Hayyam‘ın bir dörtlüğünün İngilizcesini çıkış kapısına yazarak bizi uğurluyor;

    Bu dünya bir kervansaray
    Bir giriş bir de çıkış kapısı olan…
    Her gün bir yeni kervan gelir bu saraya,
    Bir diğeri giderken…

    CEMAL TUNÇDEMİR
    İpek Yolu New York’tan Geçer Mi? Doğrusu gümrük işlemlerimi yapıncaya kadar bu kadar heyecan verici bir yolculuk olacağını düşünmemiştim. Bir öğleden sonra tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktasına yani, Çin‘in bugünkü adıyla Xi’an (Şian) şehrinin kapısına geldim. Elimize tutuşturulan pasaporta soğuk damgayı vurduktan sonra, Xian’dan itibaren yaklaşık 2 saat sürecek ve Bağdat’ta sona erecek tarihi ipek yolu yolculuğuma başlıyorum. Şi’an ile Bağdat arasında uzanan efsanevi yolda, karlı dağlar, buz gibi stepler, kavrulmuş çöl kumları, coşkun nehirler, sarp vadiler, masalsı şehirler geçiyorsunuz. Açlık, susuzluk, güneş çarpması, kum fırtınası ve hırsızlar yolda sizi bekleyen tehlikelerden birkaçı. Yalnız başına çıkılacak yol değil. Bu sebeple bir katara katılmak en iyisi. Uzun ve meşakkatli seyahatlerde hem güvenlik hem de ihtiyaçlar için oluşturulan bu katarlar için nerdeyse bütün kültürler Farsça kökenli “kervan” adını kullanıyor. İngilizcenin ünlendirdiği “caravan” da buradan geliyor. Tahminim siz hala nasıl olacak da binlerce kilometreyi 2 saatte katedeceğimi düşünüyorsunuzdur. Aslında hala New York’tayım. Favori müzelerimden biri olan Amerikan Doğal Tarih Müzesi’nin, Ağustos ayına kadar açık kalacak muhteşem ‘İpek Yolu (Silk Road)’ sergisindeyim. Müzede özel bir alanda hazırlanmış sergide İpek Yolu güzergahının 4 önemli şehri arasında gerçekte 200 metre ancak hayal dünyasında aylarca süren heyecan verici bir yolculuğa çıkıyorsunuz. İpek Yolunun önemini yüzeysel bir tarih bilgisi olarak biliyordum ama sanırım ilk defa bu düzeyde fark ettim. Daha önemli bir işiniz yoksa, sizi 1000 yıl öncesinin Xian’ından Bağdat’a uzanacak bu yolculuğun kervanına katılmaya davet ediyorum. Uçsuz bucaksız Gobi Çölünün güneylerinde bir yer başlangıç noktamız. Asya’nın en büyük çölü olan Gobi, Orhun Anıtlarına da ev sahipliği yapar. Moğolca “gobi” çöl demekmiş. Daha 900’lü yıllarda nüfusu 1 milyonu geçen Şi’an’a hoşgeldiniz. “Xi’an” Çince’de “batıdaki barış diyarı” gibi bir anlama geliyor. İpek Yolu çağında ise bu şehrin adı Chang’an‘dı. Yani “ebedi barışın yeri”. 10’ncu yüzyılda dünyada dört metropol vardı; Roma, Kahire, Aden ve Şi’an. Fakat hiçbiri Şi’an kadar büyük Şi’an kadar kozmopolit değildi… Tang Hanedanlığının başkentiydi. Şehrin en geniş sokağı Heng sokağıydı. Bugünkü ölçülere vurursak 120 şeritli otoyol genişliğindeydi bu cadde. Geniş caddeler, antik ahşap şehirlerin en büyük düşmanı olan yangına karşı bir önlemdi. İmparatorluk binaları, tapınaklar, pazarlar yan yana dizili. Nüfusun büyük bölümü Çinli değil, “uzaklar”dan gelmiş insanlar. Yabancı tüccarlar, elçiler, bilginler, müzisyenler, dünyanın o tarihteki en kozmopolit şehrinin sokaklarını yeni inançlar, yeni fikirler, yeni müzikler, yeni mallarla dolduruyordu. Peki bu insanlar bu şehre nereden geliyordu? Elbette, İpek Yolundan… İpek Yolu, özellikle de en parlak dönemi olan 700’lü yıllardan 13’ncü yüzyıla kadar dünyaya şekil vermiş muazzam bir kültür ve ticaret ağı. Sadece develerin ve tüccarların değil, yeni fikirlerin, icatların, dinlerin de seyahat ettiği bir yoldu. Biz de aşağı yukarı bu döneme karşılık gelen bir dönemde kat edeceğiz İepk Yolunu. Yolculuğumuz ne kadar sürecek? Şi’an, Turfan, Semerkant ve son durak Bağdat. Bir baştan bir başa tam 7 bin 400 kilometre. Tahmini yolculuk süremiz ne kadar? En az 6 ay. Peki hava durumu..? Gündüzleri artı 50 dereceyi bulduğu da olacak, geceleri eksi 40 dereceye düştüğü de… Güzergahın büyük bölümünde en büyük düşman güneş. Bu nedenle de bir kervan geleneği olarak çoğunlukla gündüz uyuyup gece yol gideceğiz. Nerelerde konaklayacağız? Bölgeye göre değişir. Budist tapınaklarında, askeri kalelerde ya da İpek Yolu ile hayatımıza girmiş muhteşem dinlenme tesislerinde, yani kervansaraylarda… Alışverişimizi ne ile yapacağız? Çoğunlukla bir top ipek. En değerli ve geçerli para bu. Güzergahımızın adı zaten bu nedenle İpek Yolu. Bakır ve gümüş para da çoğu yerde geçiyor. Çin içinde bazı yerlerde kağıt para da geçerli. Tüccarlar bu özel basılmış kağıtları da kabul ediyor. Yolda, ilim peşindeki bilginler, mal peşindeki tüccarlar, macera peşinde seyyahlar, düşman peşinde askerler, Leyla peşinde Mecnunlar, kutsal menziller peşindeki hacılar zaman zaman kervanımıza katılacak. Onlar hedeflerine ulaştıkları duraklarda kervandan ayrılacak. Bizim için istikamet Bağdat. Biliyorum yolcu yolunda gerek ama yola çıkmadan önce heybemize birkaç bilgi daha yükleyelim. Efsaneye göre Şi Ling ya da Leizu adında bir Çin prensesi sarayının bahçesindeki dut ağacının gölgesinde çayını yudumlarken aniden yumurtaya benzeyen beyaz bir topak düşer. Biz buna “koza” diyoruz. Anglosaksonlar “cocoon” diyor. Koza aslında, Sanskritçe, sarıp sarmalama, içine almak demek olan “kuś” kelimesinden geliyor. Biz Farsçadaki “goza” söylenişinden almışız. Prenses, bu kozayı sıcak suyun içinden çıkarmaya çalışırken ip ip ayrıştığnı görür. Hasar görmemiş bir kozadan çıkan ipek ipi, 914 metre uzayabilir. Prenses henüz bunu bilmiyordu tabii ki… Ama kafasında bu ipleri dokumada kullanma fikri doğdu ve ipeğin tarihi başladı. Anglosaksonlar eski Yunancadaki “seric” kelimesinden gelmesi olası “silk” sözcüğünü kullanıyor. Biz ise, ip sözcüğünden gelmesi olası “ipek” kelimesini… Efsaneye geri döneyim… Neden dut ağacı? İpek böceğinin kebabıdır dut yaprağı. Müze, yolumuzun bu kısmında güzergahımıza canlı ipek böceklerini koymuş. O nefis ipekleri bu tırtılların yaptığına inanmak çok zor. Ama işte görünüşe aldanmayacaksın. Bu nedenle bu böcekler çok değerli. Yaklaşık yarım kilo ipek elde etmek için en az 2500 ipek böceğine ihtiyaç var. Emeklilik yok, sigorta yok, tazminat yok. Tek istedikleri dut yaprağı. O muhteşem güzellikleri üreten bu hayvancıkların aslında kör olduğunu öğrenmek ise sarsıcı. Kelebeğe dönüştüklerinde bile uçamıyorlar ve kendi örecekleri hapishanelerinde yani kozalarında yaşayıp ölüyorlar. Dişi bir koza kelebeği 500 yumurta bıraktıktan sonra ölüyor. 10 – 12 gün sonra tırtıllar yumurtadan çıkıyor. Dut yaprağıyla beslenen bu minik canlılar bir ayda 10 bin kat büyüyorlar. Sonra olgun tırtıl kendi etrafında kozasını örmeye başlıyor. Kozanın içinde tırtıl pupaya dönüşüyor ve kozadan çıkıyor. Çıkınca uçmaz bir kelebeğe dönüşüyor ve yumurtalarını bıraktıktan sonra ömrünü tamamlıyor. Döngü yeniden başlıyor. Çin, keşfettiği işte bu muhteşem döngüyü yüzlerce yıl bir sır olarak kendine saklamayı başardı. Bu sırrı yabancılara verenler öldürüldü. Çin bu ipek sayesinde bir dönemin lüks ve ticaret merkezine dönüştü, zenginliğine zenginlik kattı. İpeğin ilk bulunuşundan İpek Yolunda ticaretin başlamasına kadar yaklaşık 1000 yıl ipek piyasası Çin’in elinde kaldı. Bu dönemin uzunca bir döneminde ise ipek hanedanlık mensupları için dokundu. Ama iki kişinin bildiği sır değildir. Bu sır da nihayet dünyaya yayıldı. İpek bugün sadece dokumada değil, paraşüt yapımından yarış bisikleti tekerleği üretimine kadar birçok alanda kullanılıyor. Bazı cerrahlar bile artık ameliyatları ipek iple dikiyor. Ama tabii ki ipeği efsane haline getiren dokuma ve tekstildeki kullanımı oldu. Yazın serin, kışın sıcak tutan bu yumuşak kumaş adeta sihirli bir masal elbisesi gibi görülüyordu. Şian’dan çıktım yola yüküm ipektir… İşte Eski Dünyanın her köşesinden insanları Çin’e Xi’an’a çeken bu ipekti. Şi’an’dan çıkan kervanların en önemli yükü de ipekti. Elbette bu yolda, kıymetli taşlardan baharata, sebze meyveye kadar her türlü mal taşınıyordu ama ipeğin bu devasa ticaret yolundaki en muteber tedavül aracı olması nedeniyle bu yol, bugün İpek Yolu olarak anılıyor. İpek taşımak, metal paradan daha kolaydı. Hatta Çin hanedanlıklarından bazıları çalışanların maaşını ipek olarak ödüyordu. Çin’in özellikle de batı kesimleri kozmopolit bir coğrafyaya dönüştü. O tarihte Çin, inançlar açısından dünyanın en çoğulcu coğrafyasıydı. Mani dini müntesiplerinden Zerdüştilere, Taoistlerden, Konfüçyus takipçilerine, Nasturi Hıristiyanlardan Yahudilere kadar birçok dinden insanlar… Fakat İpek Yolunda çoğunluğu her zaman Budistler ve Müslümanlar oluşturdu. Çölün saygın efendileri, develer Şi’an’dan yola çıktıktan 2 bin 500 kilometre sonra İpek Yolu’nun ikinci önemli noktasına Turfan‘a ulaşacağız. Ama önce Şincan ile Pamir Dağları arasındaki Taklamakan Çölünün zor koşullarını aşmamız lazım. Çölde en güvenilir yoldaş devedir. Develer, sadece İpek Yolunun değil, insan uygarlığının destanı yazılmamış gizli kahramanlarıdır. Bir deve 140 kilograma kadar yük çekebiliyor. Ne at çeker bunu, ne eşek, ne de insan gücü… Yüklü bir deve hiç su içmeden 15 gün gün yol gidebiliyor. Ama yaygın yanılgının aksine develerin hörgücü su deposu değil, yağ deposu. Enerjisini oradan alıyor. Uzun kirpikleri gözlerini kum fırtınalarından ve güneşten koruyor. Ağzını kapatır gibi istediği zaman kapatabildiği burun delikleri de kum ve toz fırtınalarından etkilenmemesini sağlıyor. Kalın ve sert dudaklarıyla çölllerdeki en dikenli bitkileri bile yiyebiliyor. Yünlü derisi onu Orta Asya’nın eksi 30 derecelere kadar düşen soğuğundan koruyor. Keçeli geniş ayakları, çöl kumunda batmadan yürümesini, kayalık enegebeli yollarda dengesini kaybetmemesine yardım ediyor. İki hörgüçlü develer genelde İpek Yolunun doğusunda çalışıyordu. Çünkü soğuğa dayanaklıydılar. Tek hörgüçlü Arap develer ise batı yollarındaki kervanların tercihiydi. Turfan’da meyve sebze pazarı Taklamakan Çölüne yeterli erzakla girmek lazım. Çünkü bir sonraki erzak noktasına ulaşmak en az 10 gün. İşte karşıdan Turfan vahası gözüküyor. Doğu Türkistan’ın kuzey batı ucundayız. Bir yanımız Taklamakan Çölü bir yanımız Yanan Dağlar. Bu kırmızı tepeler güneşte aldıkları renkten dolayı böyle adlandırılıyor. Şehrin girişinde daha pasaportuma soğuk damgayı vurarken, ortama verilen pazar efektleri için müze küratörlerine bir selam daha yolluyorum. Müzenin sergiye kurduğu enfes ses düzeninde deve böğürtüleri, at kişnemeleri, koyun melemeleri, mallarını satan tüccarların bağırışları eşliğinde Turfan’ın ünlü pazarlarından birine giriyoruz. Turfan bir vaha. Çölün ortasında bu kadar sebze ve meyveyi nerden buluyorlar, hangi suyla yetiştiriyorlar? Burada bir başka Orta Asya efsanesi, “kehriz” sulama sistemi ile tanışıyoruz. Türkiye’nin Van gibi kentlerinde de yakın zaman öncesine kadar bu yer altı su sistemi aktifti. Bugün bile Asyanın birçok yerinde hala kullanılan kehriz sistemi ile dağlardan gelen yer altı suları, yer altında inşa edilen bir kuyular şebekesi ile hem içme suyu temininde hem de tarımda kullanılabilir hale geliyor. Birleşmiş Milletler, Azerbaycan’ın antik kehriz sistemini, dünyanın kuraklık yaşanan yerlerinde susuzluk problemini çözmede kullanmayı gündemine almış durumda… Bu kehrizler çorak arazileri bile cennete çeviriyordu. Bugün bile Turfan’da hala 1000 civarında kehriz sistemi aktif durumda. Turfan’a yılda 300 milyon metreküp su taşıyor bu kehrizler. Yani, 100 bin olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çok su. Günümüz dünyasında en çok kehriz İran’da var. Tam 50 bin ayrı kehriz ağına sahip İran. Turfan ne kadar vaha olsa da çöl sıcakları var. Bu nedenle de alışveriş pazarları gündüzleri kapalı. Akşam saatlerinde açılıyor. Kervanlar, burada ipek, kumaş ve mücevheratın yanına başka malllar yükleyecek. En başta deri ve kürk. Orta Asyalı avcılar kuzey steplerinde avladıkları tilki ve tavşanların kürklerini, beyaz as kürklerini satıyor. İpek Yolu ağına kürk büyük ölçüde Turfan’dan dahil oluyor. İran yönünden gelen kervanlar geyik ve ceylan derileri getiriyor. Bunlar özellikle bot yapımında çok makbul aranan deriler. Leopar derisi çok değerli. Çinli tüccarların peşinde olduğu daha özel bir mal daha var; vahşi hayvan kuyrukları. Çinli askerler, soylular bu kuyrukları şeref ve onur sembolü olarak takıyor. Leopar kuyruğu ise sembolik ve madddi değeri en yüksek olanı. Bu pazarlarda değerli taşlar da alınıp satılıyor. Yeşil akik taşı, sarı kehribar taşı, mor yakut taşı, cam göbeği yeşili beril(akuamarin), altın, yeşim taşı (jade), lacivert lapis taşı, kırmızı yakut, zümrüt, mavi safir taşı, inci, rengarenk spineller, sabuntaşı, topaz, turkuvaz, fildişi ve envai taş pazarlarda el değiştiriyordu. Lacivert lapis taşı şifa olarak da kullanılıyordu ki Afganistan ve güneydoğu Tacikistan bugün bile bu taşın dünyadaki en büyük kaynağı. Bunların yanı sıra yiyecek alıp satıyordu kervanlar Turfan pazarında. Meyve ve sebzeler dağlardan getirilen buz ve karla dolu özel sepetlerle uzak diyarlara gönderiliyordu. İran ve Ortadoğu’dan çerezler, Anadolu’dan incir, vahalardan meyveler, Orta Asya’dan sebzeler geliyordu. Herkes kendi coğrafyasından olanı satıyor, olmayanı alıyordu. Tuz, baharat, şeker, hardal Hindistan ve İran’dan Çin’e doğru gidiyordu. Çinden gelen şifalar, parfümler, koruyucular ve kozmetik Batıya gidiyordu. Ve elbette ki afrodizyak. Alanı da satanı da bugünkü kadar çoktu. Yeter ki bir yiyecek hakkında “kuvvet verir” dedikodusu yayılmaya görsün… Ve kokular…Ah güzelim kokular… Müzeye bir selam daha yolluyorum. Küplere konmuş İpek Yolu kokularını, küplerin kapaklarını açıp teker teker kokluyorum. Günümüzde önyargı kurbanı olan gül yağı. Küpün ağzını aralamamla çarpılmam bir oluyor. Benimle aynı kervanda olan herkesin de favorisi gül yağı oluyor. Dönüp dönüp kokluyor herkes… Misk küpü, çölde ıssız yıldızlı bir gecenin arzu aşılayan kokusu. Tütsüler, yasemin yağı, saussurea kökü, yalancı tesbih ağacı kökü ve daha nicesi… Tabii ki ilaçlar şifalar… Aspirin yok, vermidon yok. Ama Seylan tarçını var. Başağrısına iyi gelir derler. Isırgan otu, acı tere otu, epsom tuzu (magnezyum sülfat), zencefil kökü, alçı taşı, safran, insan saçı, sülfür, zerdeçal, ışgın (rebez), yosun, gergedan boynuzu, muskat… Hani cimrilerin başkasına bunu bile koklatmadığı berbat kokulu arsenik yani zırnık ve daha nice şifalı madde… Ama özellikle ikisini heybemize katalım. Biri ‘ginseng’. Enerji veren, güç kuvvet veren, stresi azaltan bu Çin bitkisi bugün pile popülaritesinden pek birşey yitirmemiş. İpek Yolu ehlinin en çok rağbet ettiği diğer şifa ise, geviş getiren hayvanların midesinde oluşan bezoar taşıydı. Bu İpek Yolu insanları bizim gibi sabit menüye koşullandırılmış tüketim insanları değildi. Aroma listeleri bile çeşitliliğiyle başdöndürür. Aselbent sakızı, kartal ağacı, Mekke pelesenk ağacı, mürrisafi sakızı (laden reçinesi), kafur ruhu, balzamik onika, sandalağacı ve daha sayması zor onlarca çeşit aroma da tezgahlarda el değiştiriyordu. Ve elbette tekstil. İpeğin yanı sıra en revaçta olan yündü. Bugünkü gibi sadece koyun yünü değil, deve ve yak yünü de bolca bulunurdu. Turfan’da kervanların yükleri arasına keten ve kenevir kumaşlar da dahil oluyordu. Turfan’ın bu müthiş pazarından yüklerimizi alıp, bir sonraki ana durağa Semerkant‘a doğru yola çıkıyoruz. Daha Bağdat’a kadar gidecek 4 bin 900 kilometre yol var. Semerkant yolunda Pamir Dağlarını, Fergana Vadisini geçeceğiz. Yolda Hindikuş Dağları da var Himalayalar da… Amuderya (Ceyhun) nehri de var, Siri Derya (Seyhun) nehri de… İpek Yolu’nun en iyi ipek sırmalarını mı arıyorsunuz? Samur paltoya mı ihtiyacınız var? Bir paket misk belki de… Ya da bir rulo krem rengi kaliteli kağıt? Sizin durağınız burası, Semerkant’a hoşgeldiniz. Özbekler ama daha çok da bugünkü Taciklerin ataları olan Soğd halkı, hiç kimsenin olmadığı kadar İpek Yolunun efendisiydi. Kervansaraylar, deve sürücüleri, klavuzlar hep Soğd’lardandı. Ve Semerkant onların ülkesinin tam kalbinde yer alıyordu. İpek Yolu vesilesiyle Soğd ahalisi, doğuya Çin’in içlerine kadar girdi. Birçok Çin şehrine yerleştiler. Semerkant öylesine muazzam bir ticaret ve kervan kavşağıydı ki yüzlerce kilometreden itibaren çevresi adeta kervansaray deryasıydı. Ünlü seyyah İbn-i Havkal, “Semerkant etrafında yolcuların her ihtiyacını giderebildiği kervansaraylardan bulunmayan tek bir kasaba, köy, vadi ya da çöl yoktu. Sadece Semerkant çevresinde 2000 kervansaray olduğunu duydum” diye anlatıyor o günleri. Kervansaraylar büyüleyici müesseseler… Hafızamı yokluyorum ama aklıma tek bir kervansaray filmi veya romanı bile gelmiyor, hayıflanıyorum… Semerkant’ın öyküsü kağıdın materyal olmaktan çıkıp uygarlık destanına dönüşmesinin öyküsüdür. MÖ 50 yılında Çinliler ilk kağıdı icat ettiler. Ancak kağıdın yazı için kullanılması MS 100 yılında oldu. MS 300 yılında ise kağıt yapma sanatı Semerkant’a ulaştı. Dünyanın ilk kağıt fabrikası ise 795 yılında Bağdat’ta kuruldu. Bugün kağıtsız yaşayabileceğimizi iddia edebiliyoruz ama İpek Yolunda taşınan onca mal içinde hiçbiri kağıt kadar kudretli değildi. Efsaneye göre 751 yılında Talas Savaşında Müslümanlar Çinlileri yenince kağıdın sırrını da ele geçirdi. Çinli kağıt ustaları Semerkant’a götürüldü ve Semerkant dünyanın en iyi kağıtlarının üretildiği merkez oldu. Kağıt günümüzde ağaç hamurundan elde ediliyor fakat o dönemlerde pamuk ve keten hamurundan da yapılıyordu. Kağıdın İslam Dünyasına girmesiyle bilim ve edebiyatın yaygınlaşmasında patlama meydana geldi. Bilgi akışı, o zaman ölçülerine göre inanılmaz bir hıza ulaştı. Bağdat’ta yaşayan bir bilginin, Endülüs’te basılan kitap eline birkaç ay sonra ulaştı diye “zamanımızda ilim geriledi” diye sitem ettiğini öğreniyoruz. Müslümanlar, süslü kağıtlar yaptılar. Kağıda iyi yazmak için onu pirinç nişastası ile kaplıyor, sonra yumuşak bir taşla zımparalıyor, sonra çeşitli renklerde boyuyorlardı. İpek Yolunun altın çağında Semerkant, eğitim kurumlarıyla, bilginleriyle, sanatçılarıyla, ustalarıyla, tüccarlarıyla dünyanın kültür başkentlerinden biri olmuştu. İpek Yolu kervanlarının Semerkant’tan sonraki ana hedefi Bağdat. Ne ki önce Karakum Çölü bilahare Zağros Dağları gibi iki çetin engeli de geçmek lazım. Barışın ülkesi Bağdat. İpek Yolunun altın çağı başlarken, 762 yılında Abbasi Halifesi Mansur tarafından Dicle Nehrinin kenarına kuruldu. Abbasiler başkenti Şam’dan bu yeni şehre taşıdılar. Kısa sürede Müslüman dünyasının kalbi haline geldi. Adı bir rivayete göre Farsça “bağ – dad (panayır bahçesi)”dan geliyor. Bir rivayete göre ise, yine Farsça “Be huda da (Allah verdi)” ifadesinden. İpek yolunun 3 sembol ürünü var. İpek ve kağıdı andık. İkisi de çoğunlukla doğudan batıya geliyordu. Üçüncüsü yani ”cam” ise Bağdat’tan doğuya doğru yola çıkıyordu. Camın tarihi Ortadoğuda başladı. Kum, kireç ve soda külünün karışımı 1370 derece sıcaklığa ulaştığında cama dönüşüyordu. Cam, İpek Yolu aracılığıyla Çin’e ulaştığında Çinliler uzun süre cama, “en pahalı mücevher” muamelesi yapmış. Tabi Çinliler, camın doğal bir madeni ürün değil de “üretilen” bir mamul olduğunu farkedinceye kadar tüccarlar iyi para kazanmış. Hindistan’dan yola çıkan sayı sistemleri, Bağdat’ta modern matematiğin bugünkü sayı sistemine dönüştü. Sıfır, matematiğe dahil oldu. Harun Reşid’in Bağdat’ta kurduğu “Dar-ul Hikme“, başta Antik Yunan klasikleri olmak üzere muazzam bir tercüme faaliyetine girişti. Tam bir icatlar çağı başladı. Müslüman bilginler, su servis edeninden zamanı gösterenine kadar sayısız makine icat ediyordu. El Ceziri 800’lü yıllarda su saatini icat etti. Bunun yanı sıra 50 ayrı makinenin de mucididir. İbn-i Heysem’den, özellikle tıpta çığırlar açan İbn-i Sina’ya, Ömer Hayyam’dan, El Kindi’ye, Abdurrahman El Sufi’den Harizmi’ye, burda sayması zor nice bilgin ve edebiyatçı İpek Yolunun çocuğudur. New York müzesindeki sergide Bağdat şehri bölümüne girdiğimde karşıma çıkan bilimsel şölen, bugünkü Bağdat’ı düşününce dokunaklı geliyor. Sergide en hayran kaldığım şeylerden biri olan ve bir Bağdat icadı olan ‘usturlab’ın(astrolobe) başına oturuyorum. Penceremsi bir derinliğin içine Bağdat’tan görünen uzayın derinliklerini temsil eden yıldızlar var. Yıldızlar karanlığın içinde ışıl ışıl yanıyor. Aleti kullanarak gördüğüm yıldızların uzaklığını ya da zamanı ölçmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Ta Şian’dan geliyorum, yol yorgunluğu olsa gerek. Bağdat’tan görünen uzayı biraz seyrettikten sonra kalkıp sağa dönünce duvarı boydan boya kaplayacak şekilde İngilizcesi yazılmış bir Hadis görüyorum; “İlim için yola çıkana, Allah da cennetin yolunu gösterir“. M.S. 8’nci yüzyıldaki bu yolculuktan istemeye istemeye günümüze dönüyorum. Kervanla ziyaret ettiğim yerlerin bugününü merak ediyorum. Bugün Çin’in uzay programına da ev sahipliği yapan Şian, 8 milyonluk bir şehir. Nüfusu günümüzde 250 bin civarında olan Turfan, ücra ve bir Doğu Türkistan şehri. Nüfusun yarısını hala Uygur Türkleri oluşturuyor. 600 bin nüfuslu Semerkant, dünyadan o kadar izole bir şehir ki ne siz sorun ne ben anlatayım. Ya Bağdat? 1258 yılında Moğolların yerle bir ettiği bu uygarlık beşiği, 750 yıl sonra önce bir diktatörün, sonra petrol ve silah endüstrisinin ve günümüzde kapkara bir barbarlığın tehdidi altında üst üste yıkımlar yaşıyor. Müze içinde yaklaşık yaklaşık 200 metreyi bulan İpek Yolunda dolandığım iki saat boyunca seslerini dinlediğim, tüccarlar, bilginler, aşıklar, hacılar, müzisyenler, hatta keçiler, koyunlar, develer artık yok. Anılmayı hakedecek hayatlar yaşamışlar ve göçüp gitmişler… Sergiyi hazırlayanlar bu gerçeği de Ömer Hayyam‘ın bir dörtlüğünün İngilizcesini çıkış kapısına yazarak bizi uğurluyor; Bu dünya bir kervansaray Bir giriş bir de çıkış kapısı olan… Her gün bir yeni kervan gelir bu saraya, Bir diğeri giderken… CEMAL TUNÇDEMİR
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • Cuma Hutbesi: "Cuma: Haftalık Bayram Günümüz"

    Her hafta Cuma günü tevhidin nişanesi minarelerden yankılanan ezan-ı Muhammedi ile camilere koşan aziz kardeşlerim! Cumamız mübarek olsun. Allah’ın selamı, rahmeti ve mağfireti hepimizin üzerine olsun.

    Muhterem Müslümanlar!

    Bugün, günlerden Cuma. Bugün, Peygamberimiz (s.a.s)’in buyurduğu üzere, güneşin doğduğu en hayırlı gün.i Bugün, biz müminlerin haftalık bayramı. Bugün, Rabbimize olan kulluk sözünü tazelediğimiz mübarek bir gün. Bugün, kardeşliğimizi pekiştirdiğimiz, birlik ve beraberliğimizi sağlamlaştırdığımız bereketli bir gün.

    Aziz Müminler!

    Hutbeme başlarken okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda Allah’ı zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”ii Ayet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere kendilerine Cuma namazı farz olan kimselerin, ezan okunduktan sonra yaptıkları alışveriş ve elde ettikleri kazanç helal değildir. Evet, bugün en önemli vazifemiz, bütün işlerimizi bir tarafa bırakarak Cuma namazı için camilerde buluşmaktır. Maddi ve manevi kirlerden arınmak için, neşe ve sevinç içerisinde Rabbimizin emrine uymaktır. Yanımızdaki kardeşimize rahatsızlık vermeden, tertemiz bir şekilde omuz omuza saf tutmaktır.

    Kıymetli Müslümanlar!

    Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadislerinde bizlere şu müjdeyi vermektedir: “Cuma namazı vaktinde öyle bir an vardır ki insan o anda Allah’tan bir şey dilerse Allah dilediğini ona mutlaka verir.”iii Bir başka hadisinde ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), bizleri şöyle uyarmaktadır: “Her kim önemsemediğinden dolayı Cuma namazını üç defa terk ederse kalbi mühürlenir.”iv Bu hadislerdeki müjde, ne güzel bir müjde; uyarı ise, ne büyük bir uyarıdır. Bu müjdeyi ve uyarıyı işiten bir mümin, Cuma namazını kasten terk edebilir mi hiç?

    Değerli Müminler!

    Hutbe olmadan Cuma namazı olmaz. Hutbe, tıpkı namaz gibi Allah’ı zikretmektir. Hutbenin bir adabı vardır. Bu da minberdeki hatibi can kulağıyla dinlemektir. Hutbe esnasında asla konuşmamaktır. Telefonla ya da başka şeylerle meşgul olmamaktır. Allah Resûlü (s.a.s) hutbe adabı hususunda bizi şöyle uyarmaktadır: “Cuma günü imam hutbe okurken konuşan arkadaşına ‘sus!’ bile desen, hatalı bir iş yapmış olursun.”v

    Aziz Kardeşlerim!

    Cuma gününün bereketinden, sevincinden, maddi ve manevi kazanımlarından kendimizi mahrum bırakmayalım. Günde beş defa eda ettiğimiz namazlarımızı Cuma namazıyla taçlandıralım. “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.”vi ilahi hitabına kulak vererek Cuma namazını birbirimize hatırlatalım. Gençlerimizi, çocuklarımızı sevgiyle, muhabbetle, güzel bir üslupla camiye teşvik edelim. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla Allah’ın evlerine koşalım. Çalışanlarımızın ve öğrenci kardeşlerimizin en önemli farz ibadetlerinden birisi olan Cuma namazını eda edebilmelerine yardımcı olalım. İş yerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını Cuma namazının vaktine göre düzenleyelim. Unutmayalım ki ibadet özgürlüğü ve insan haklarına riayet bunu gerektirir. Bu hususta hassas davranmayanlar büyük bir vebal altına girmektedir.

    i Müslim, Cum’a, 18.
    ii Cuma, 62/9.
    iii Tirmizî, Cum’a, 2.
    iv İbn Mâce, İkâmet, 93.
    v Müslim, Cum’a, 11.
    vi Zâriyât, 51/55.
    Cuma Hutbesi: "Cuma: Haftalık Bayram Günümüz" Her hafta Cuma günü tevhidin nişanesi minarelerden yankılanan ezan-ı Muhammedi ile camilere koşan aziz kardeşlerim! Cumamız mübarek olsun. Allah’ın selamı, rahmeti ve mağfireti hepimizin üzerine olsun. Muhterem Müslümanlar! Bugün, günlerden Cuma. Bugün, Peygamberimiz (s.a.s)’in buyurduğu üzere, güneşin doğduğu en hayırlı gün.i Bugün, biz müminlerin haftalık bayramı. Bugün, Rabbimize olan kulluk sözünü tazelediğimiz mübarek bir gün. Bugün, kardeşliğimizi pekiştirdiğimiz, birlik ve beraberliğimizi sağlamlaştırdığımız bereketli bir gün. Aziz Müminler! Hutbeme başlarken okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda Allah’ı zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”ii Ayet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere kendilerine Cuma namazı farz olan kimselerin, ezan okunduktan sonra yaptıkları alışveriş ve elde ettikleri kazanç helal değildir. Evet, bugün en önemli vazifemiz, bütün işlerimizi bir tarafa bırakarak Cuma namazı için camilerde buluşmaktır. Maddi ve manevi kirlerden arınmak için, neşe ve sevinç içerisinde Rabbimizin emrine uymaktır. Yanımızdaki kardeşimize rahatsızlık vermeden, tertemiz bir şekilde omuz omuza saf tutmaktır. Kıymetli Müslümanlar! Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadislerinde bizlere şu müjdeyi vermektedir: “Cuma namazı vaktinde öyle bir an vardır ki insan o anda Allah’tan bir şey dilerse Allah dilediğini ona mutlaka verir.”iii Bir başka hadisinde ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), bizleri şöyle uyarmaktadır: “Her kim önemsemediğinden dolayı Cuma namazını üç defa terk ederse kalbi mühürlenir.”iv Bu hadislerdeki müjde, ne güzel bir müjde; uyarı ise, ne büyük bir uyarıdır. Bu müjdeyi ve uyarıyı işiten bir mümin, Cuma namazını kasten terk edebilir mi hiç? Değerli Müminler! Hutbe olmadan Cuma namazı olmaz. Hutbe, tıpkı namaz gibi Allah’ı zikretmektir. Hutbenin bir adabı vardır. Bu da minberdeki hatibi can kulağıyla dinlemektir. Hutbe esnasında asla konuşmamaktır. Telefonla ya da başka şeylerle meşgul olmamaktır. Allah Resûlü (s.a.s) hutbe adabı hususunda bizi şöyle uyarmaktadır: “Cuma günü imam hutbe okurken konuşan arkadaşına ‘sus!’ bile desen, hatalı bir iş yapmış olursun.”v Aziz Kardeşlerim! Cuma gününün bereketinden, sevincinden, maddi ve manevi kazanımlarından kendimizi mahrum bırakmayalım. Günde beş defa eda ettiğimiz namazlarımızı Cuma namazıyla taçlandıralım. “Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.”vi ilahi hitabına kulak vererek Cuma namazını birbirimize hatırlatalım. Gençlerimizi, çocuklarımızı sevgiyle, muhabbetle, güzel bir üslupla camiye teşvik edelim. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla Allah’ın evlerine koşalım. Çalışanlarımızın ve öğrenci kardeşlerimizin en önemli farz ibadetlerinden birisi olan Cuma namazını eda edebilmelerine yardımcı olalım. İş yerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını Cuma namazının vaktine göre düzenleyelim. Unutmayalım ki ibadet özgürlüğü ve insan haklarına riayet bunu gerektirir. Bu hususta hassas davranmayanlar büyük bir vebal altına girmektedir. i Müslim, Cum’a, 18. ii Cuma, 62/9. iii Tirmizî, Cum’a, 2. iv İbn Mâce, İkâmet, 93. v Müslim, Cum’a, 11. vi Zâriyât, 51/55.
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • Hamdolsun 16 Haziran 1950 itibariyle bu topraklarda ezanımız tekrar aslına uygun şekilde Arapça okundu.

    Sözleri bizzat Hz. Peygamber’in (sav) sünneti ile sabit olan ezan İslâm dininin şiarı ve Müslüman varlığının/kimliğinin bir göstergesidir.
    Hamdolsun 16 Haziran 1950 itibariyle bu topraklarda ezanımız tekrar aslına uygun şekilde Arapça okundu. Sözleri bizzat Hz. Peygamber’in (sav) sünneti ile sabit olan ezan İslâm dininin şiarı ve Müslüman varlığının/kimliğinin bir göstergesidir.
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • Ayasofya Camii'nde şükür namazı... Elhamdülillah

    İstanbul'un fethinin 570. yıl dönümü nedeniyle Ayasofya Camii'nde namaz kılındı, Kur'an-ı Kerim okundu.
    Ayasofya Camii'nde şükür namazı... Elhamdülillah ☝️🇹🇷 İstanbul'un fethinin 570. yıl dönümü nedeniyle Ayasofya Camii'nde namaz kılındı, Kur'an-ı Kerim okundu.
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
  • Ayasofya Camii'nde şükür namazı...
    Elhamdülillah

    İstanbul'un fethinin 570. yıl dönümü nedeniyle Ayasofya Camii'nde namaz kılındı, Kur'an-ı Kerim okundu.

    28 Mayıs, Yüzyılın Zaferinin sabahında,
    İstanbul’un Fethi'nin yıl dönümünde,
    Ayasofya Camii'nde sabah namazı.
    🕌 Ayasofya Camii'nde şükür namazı... Elhamdülillah ☝️🇹🇷 İstanbul'un fethinin 570. yıl dönümü nedeniyle Ayasofya Camii'nde namaz kılındı, Kur'an-ı Kerim okundu. 28 Mayıs, Yüzyılın Zaferinin sabahında, İstanbul’un Fethi'nin yıl dönümünde, Ayasofya Camii'nde sabah namazı.
    0 Σχόλια 0 Μοιράστηκε
Αναζήτηση αποτελεσμάτων