• Filistin Kudüs Yafa Kapısı, 1903
    Osmanlı Devleti zamanında Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığında (1512 – 1520) fethedilen Kudüs-ü Şerif’e Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) sebiller yaptırmış, Kubbetü’s-Sahra’nın duvarları ve kapısını yeniden tamir ettirmiş, Hz. Davud türbesini inşâ ettirmiş, şehrin etrafını saran surları onartmış, kaleyi restore ettirmiş, yeniden inşa ettirdiği kapılara kitabeler yazdırarak şehirde pek çok Osmanlı izi bırakmıştır.
    II. Abdülhamid (1876-1909) dönemine gelindiğinde şehirdeki imar faaliyetleri devam etmiş ve “Saltanatının Otuzuncu Yılı” anısına Filistin’i saat kuleleri ile donatmıştır. El-Halil Kapısı’nın girişinde II. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı Kudüs Saat Kulesi ve sebili yer alır. O zamanlarda saat kuleleri yaptırmak büyük devlet olmanın bir simgesi sayılmaktaydı. Surdaki bayrağı, Abdülhamid Han’ın yaptırdığı saat kulesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın yazdırdığı kitabe ile Kudüs Osmanlı şehri olduğunu tüm dünyaya gösteriyordu.
    Filistin Kudüs Yafa Kapısı, 1903 Osmanlı Devleti zamanında Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığında (1512 – 1520) fethedilen Kudüs-ü Şerif’e Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) sebiller yaptırmış, Kubbetü’s-Sahra’nın duvarları ve kapısını yeniden tamir ettirmiş, Hz. Davud türbesini inşâ ettirmiş, şehrin etrafını saran surları onartmış, kaleyi restore ettirmiş, yeniden inşa ettirdiği kapılara kitabeler yazdırarak şehirde pek çok Osmanlı izi bırakmıştır. II. Abdülhamid (1876-1909) dönemine gelindiğinde şehirdeki imar faaliyetleri devam etmiş ve “Saltanatının Otuzuncu Yılı” anısına Filistin’i saat kuleleri ile donatmıştır. El-Halil Kapısı’nın girişinde II. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı Kudüs Saat Kulesi ve sebili yer alır. O zamanlarda saat kuleleri yaptırmak büyük devlet olmanın bir simgesi sayılmaktaydı. Surdaki bayrağı, Abdülhamid Han’ın yaptırdığı saat kulesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın yazdırdığı kitabe ile Kudüs Osmanlı şehri olduğunu tüm dünyaya gösteriyordu.
    0 Commentaires 0 parts
  • ABD'nin kongre binasında tarihin en büyük 23 kanun yapıcısının portresi vardır. Bu 23 kişi içinde Kanuni'de bulunur.
    ABD'nin kongre binasında tarihin en büyük 23 kanun yapıcısının portresi vardır. Bu 23 kişi içinde Kanuni'de bulunur.
    0 Commentaires 0 parts
  • Şehzade Cihangir (1531-1553) ve Camisi (1559)

    Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın beşinci oğlu.

    Hastalığı sebebiyle sancağa çıkarılmamış, az sayıda sefere katılmış, ruhen, duygusal bir karakter; fiziksel olarak da zayıf doğuştan kambur bir can idi. Hattat ve Zarîfî mahlasını kullanan bir şairdi.

    Sultan Süleyman onu bir sırdaş gibi yanında bulundurmuş, fiziksel engeline rağmen, cesaret ve ferasetini anlamış ve değer vermiştir. Ona "cihanı sırtında taşıyan" anlamına gelen Cihangir ismini vermiştir.

    Cihangir, çok sevdiği abisi Şehzade Mustafa'nın infazı sonrası bunalıma girerek akli dengesini kaybetmiş ve aynı yıl Halep seferi esnasında vefat etmiştir. (Şehzade Mustafa'nın boğdurulduğu esnada, onun da babasının yanında, çadırda olduğu, olayı en yakından yaşayan kişilerden biri olduğu, Bu travmanın, onun ruhunda büyük bir hasar bıraktığı, idam sonrası melankolik dengesiz ruhi bunalımlara gark olduğu çeşitli kaynaklardan yazılmıştır.)

    Şehzade Cihangir'in çok genç yaşta ölmesi üzerine Süleyman, Saraydan çok güzel görünen ve İstanbul'a hakim bu tepenin üzerinde, 1559-1560'ta, Mimar Sinan'a Cihangir Camiini inşa ettirdi.

    Caminin yapıldığı, Kuzeyde Taksim Meydanından, güneyde dik yokuş ve merdivenlerle Salıpazarı ve Fındıklı'ya inilen tepe yamaçlarına dek uzanan semtin adı da Cihangir olarak kalmıştır.

    İlk yapılan Cihangir Camii, kare planlı, tek kubbeli ve tek minareli küçük bir mabeddir. Montagu B.Dunn'a ait 1855 tarihli bir çizimini ilk görsele ekledim. Cami, tarihi içinde beş yangın geçirmiş ve her seferinde yenilenmiştir.

    1890'da II. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılan bugünkü cami de tek kubbeli ve kare planlıdır. Üç bölümlü son cemaat yerinin iki köşesinde iki minaresi vardır. Mimar Sinan’ın Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nde başlattığı bir mimari tasarım ve strüktür, 19. yüzyılın sonlarında bu yapıda da uygulanmıştır. Sadabat, Dolmabahçe, Ortaköy camiilerine de benzer mimari görünümdedir. Bu tasarımda kubbe dört köşeye oturtulmuş olduğundan duvarlar taşıyıcı özelliklerini kısmen kaybetmiş, böylece çok sayıda pencere açılabilmiş ve özellikle üst kısımlarda yelpaze biçimi yayılan pencere düzeni gerçekleştirilebilmiştir. Bugünkü yapının mimarının kim olduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Son yıllarda mimar için Sarkis Balyan adı söylenmekteyse de 1878 yılında devlet başmimarı unvanını alan Sarkis’in ve mensubu olduğu mimar ailesinin eserlerini içeren listelerde Cihangir Camii adına rastlanmaması bu bilginin ihtiyatla karşılanmasını gerektirir.

    Cihangir Camii gerek planlanması gerekse süslemeleriyle gayet ölçülü bir eserdir. İçerideki kalem işleri büyük ölçüde devrinin özelliklerini korumaktadır. Caminin sade, gösterişten uzak süslemeleri ve tasarım sadeliğine karşın, 19. yy. daki batılılaşma etkileri cephe süslemelerinde dönemin bir karakteristiği olarak barok, rokoko, neoklasik, ampir süslemeler ile kendini göstermiştir.

    Mimarinin yanısıra, Caminin manzarası da muhteşemdir.
    Şehzade Cihangir (1531-1553) ve Camisi (1559) Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan'ın beşinci oğlu. Hastalığı sebebiyle sancağa çıkarılmamış, az sayıda sefere katılmış, ruhen, duygusal bir karakter; fiziksel olarak da zayıf doğuştan kambur bir can idi. Hattat ve Zarîfî mahlasını kullanan bir şairdi. Sultan Süleyman onu bir sırdaş gibi yanında bulundurmuş, fiziksel engeline rağmen, cesaret ve ferasetini anlamış ve değer vermiştir. Ona "cihanı sırtında taşıyan" anlamına gelen Cihangir ismini vermiştir. Cihangir, çok sevdiği abisi Şehzade Mustafa'nın infazı sonrası bunalıma girerek akli dengesini kaybetmiş ve aynı yıl Halep seferi esnasında vefat etmiştir. (Şehzade Mustafa'nın boğdurulduğu esnada, onun da babasının yanında, çadırda olduğu, olayı en yakından yaşayan kişilerden biri olduğu, Bu travmanın, onun ruhunda büyük bir hasar bıraktığı, idam sonrası melankolik dengesiz ruhi bunalımlara gark olduğu çeşitli kaynaklardan yazılmıştır.) Şehzade Cihangir'in çok genç yaşta ölmesi üzerine Süleyman, Saraydan çok güzel görünen ve İstanbul'a hakim bu tepenin üzerinde, 1559-1560'ta, Mimar Sinan'a Cihangir Camiini inşa ettirdi. Caminin yapıldığı, Kuzeyde Taksim Meydanından, güneyde dik yokuş ve merdivenlerle Salıpazarı ve Fındıklı'ya inilen tepe yamaçlarına dek uzanan semtin adı da Cihangir olarak kalmıştır. İlk yapılan Cihangir Camii, kare planlı, tek kubbeli ve tek minareli küçük bir mabeddir. Montagu B.Dunn'a ait 1855 tarihli bir çizimini ilk görsele ekledim. Cami, tarihi içinde beş yangın geçirmiş ve her seferinde yenilenmiştir. 1890'da II. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılan bugünkü cami de tek kubbeli ve kare planlıdır. Üç bölümlü son cemaat yerinin iki köşesinde iki minaresi vardır. Mimar Sinan’ın Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nde başlattığı bir mimari tasarım ve strüktür, 19. yüzyılın sonlarında bu yapıda da uygulanmıştır. Sadabat, Dolmabahçe, Ortaköy camiilerine de benzer mimari görünümdedir. Bu tasarımda kubbe dört köşeye oturtulmuş olduğundan duvarlar taşıyıcı özelliklerini kısmen kaybetmiş, böylece çok sayıda pencere açılabilmiş ve özellikle üst kısımlarda yelpaze biçimi yayılan pencere düzeni gerçekleştirilebilmiştir. Bugünkü yapının mimarının kim olduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Son yıllarda mimar için Sarkis Balyan adı söylenmekteyse de 1878 yılında devlet başmimarı unvanını alan Sarkis’in ve mensubu olduğu mimar ailesinin eserlerini içeren listelerde Cihangir Camii adına rastlanmaması bu bilginin ihtiyatla karşılanmasını gerektirir. Cihangir Camii gerek planlanması gerekse süslemeleriyle gayet ölçülü bir eserdir. İçerideki kalem işleri büyük ölçüde devrinin özelliklerini korumaktadır. Caminin sade, gösterişten uzak süslemeleri ve tasarım sadeliğine karşın, 19. yy. daki batılılaşma etkileri cephe süslemelerinde dönemin bir karakteristiği olarak barok, rokoko, neoklasik, ampir süslemeler ile kendini göstermiştir. Mimarinin yanısıra, Caminin manzarası da muhteşemdir.
    0 Commentaires 0 parts
  • ■ OSMANLI DÖNEMİNDE İSTANBUL RAMAZANLARI, 1900

    [Ahmet Ragıp Bey 1900'lerdeki İstanbul Ramazanlarını anlatıyor]:

    "Eski Ramazanlarda bilhassa İstanbul'un göze çarpan beş hususiyeti vardı: Teravih namazı, mahyalar, Hırka-i Saadeti ziyaret. iftar âlemleri, Beyazıt sergisi..

    TERAVİHLER

    Ramazanın manevî ağırlık merkezi, şeref şatafı teravihtir. İftardan sonra evlerde, konaklarda teravih hazırlığı başlar. Herkeste bir neş'e, herkeste bir sevinç.. Şakır şakır abdestler alınır, irili ufaklı cam veya muşamba fenerler hazırlanır, güle oynaya camilerin yolu tutulur. Bu esnada o muazzam camiler kapılarına kadar tıklım tıklım dolmuştur. Vükelâ, vüzera veya halli vakitli konaklarda Ramazan imamları, hoş elhan müezzinler tutulurdu.

    İftardan sonra teravihi burada kılmak isteyenler kalır, lokma ettikten sonra çıkıp gitmek isteyenleri kâhya efendi veya uşaklar kapıda uğurlarlardı. Eski İstanbul'da Ramazanlarda en şa'şaalı, en debdebeli ve en ruhaniyetli teravih namazları selâtin camilerinde kılınırdı. Eyüpsultan, Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Beyazıt, Lâleli, Nuruosmaniye, Sultanahmet, Yenicami, karşı tarafta Üsküdar Yenicamii, iskele başındaki Mihrimah camii minel bab ilel mihrab mü'minlerle dolup taşardı.

    Filhakika Ramazanlarda geceler gündüz, dideler de rûşen olurdu. Gündüzleri daireler, mektepler tatil edilir, cümle âlem Eshab-ı Kehf uykusuna dalardı. İkindiden sonra yavaş yavaş bir kımıldama başlar, dilde zikir, elde tesbih cami cami dolaşılırdı. İftarla beraber gözlerin feri gelir, mideler cilâlanır, teravihin son rek'ati kılındımı, füze gibi kendini sokağa fırlatan fırlatana..

    DİREKLERARASI

    İstanbul'un bir Şehzadebaşı'sı, bir Direklerarası vardı ki, doğrusunu isterseniz Ramazan demek Şehzadebaşı ve Direklerarası demekti. Bu semtin bu nam ile meşhur olması, Kanuni Sultan Süleyman'ın sevgili şehzadesi Sultan Mehmed namına yaptırdığı büyük mabedin orada bulunmasındandır.

    Şehzadebaşı eski üniversitemiz olan Mısırlı Zeynep Hanımefendi'nin konağından başlar, Saraçhane karakolunda biterdi. Bu caddenin ilk kısmına Direklerarası, ikinci kısmına Şehzadebaşı, üçüncü kısmına Saraçhane derler.

    Caddenin en pitoresk tarafını, sıra sıra sütunlarla revaklarla süslenmiş olan Direklerarası kısmı teşkil ederdi. Cadde zaten baştanbaşa tarihtir, bir ucu Viyana'ya kadar dayanır. Tuna boylarına sefer eden heybetli ordularımızın, üç tuğlu, beş tuğlu vezirlerimizin ihtişamlı geçişlerine kaç kereler şahit olmuştur, bu caddenin taşı toprağı.. Tarih sevgisiyle şöyle bir kulak verseniz, mehter seslerinin aksettiğini duyarsınız.. Yeniçeri bölüklerinin oturdukları yerlere oda derler. Bu odalardan bir büyük gurup Sofular'daki Etmeydanı'nda idi. Bunlara Yeni odalar derlerdi. İkinci gurup işte bu lâfını ettiğimiz Direklerarası'nda yerleşmişti. Bunlara da Eski odalar derlerdi. Üçüncü gurup Vezneciler'le Çukurçeşme arasında idi. Acemi eğitimi yapanlara mahsustu buraları.

    ŞEHZADEBAŞI

    Şehzadebaşı bayağı günlerde de oldukça canlı, kibar, ağır başlı bir semtti. Fakat asıl büyük şöhretini Ramazanlarda yapardı. Şehir sanki kâmete kalkar, en uzak semtlerden gelenler soluğu burada alır, camilerin kapıları sanki buraya açılırdı. Gerçi Tophane, Arapcamii, Küçükpazar, Ayasofya, Beyazıt semtlerinin en kenar köşe mahallelerinde bile bir hareket görülürse de, dinamonun büyüğü Şehzadebaşı'nda çalışır, burası bir insan mahşeri ve meşheri haline gelirdi. Bugün İstanbul'un hiç bir cadde ve meydanında buna benzer bir kalabalık göremezsiniz. Bu devre yetişemiyenler Şehzadebaşı'nın Ramazan hayatı hakkında ne yazsak, ne söylesek hiç bir fikir edinemezler. Ara sıra ayağım buraya düştükçe o mahşer, o insan seli buraya nasıl sığardı diye hayretten kendimi alamam.

    Ramazan piyasası ilk akşamın teravihinden sonra başlardı. Galata köprüsünden boşalan arabalar, faytonlar, kupalar, lândonlar, saray ve konak arabaları konvoy teşkil ederek Beyazıt'a çıkarlar, Mürekkepçiler önünden kıvrılarak Vezneciler'e girerlerdi. Unkapanı köprüsünden geçenler Zeyrek'ten Vefa'ya tırmanırlar, Şehzade camiinin yanında Direklerarası'na dökülürlerdi. Muhteşem İslâm mabedinin minareleri arasına kurulan zarif mahyalar bu esnada pırıl pırıl yanmakta, sanki göklerden nurlar saçmakta, dükkânların önüne asılan koca koca fanuslarla cadde boydan boya aydınlanmakta idi.

    CİNS ATLI ARABALAR

    Bu daracık sokaklarda sanatlarında usta, üstelik çok terbiyeli neftî renk elbiseli konak arabacıları dev gibi Macar kadanalarının (cins atlatının) çektikleri vâsıtaları en mâhir bir trafik memuru kadar kimseyi incitmeden sevk ve idare etmesini bilirler, korna olmadığından, "Destur, destur!" nidalarıyla halkı ikaz ederlerdi.

    CADDELERDE İZDİHAM

    Her yaştan, her sınıftan genç ve ihtiyar kadın-erkek yanaşık nizamda, binbir ayak bir ayak haline gelmiş.. Elhasıl velkelâm sökülmez geçilmez bir izdiham!.. Çaylarının nefasetiyle en müşkülpesentleri dahi memnun eden çayhanelerde semaverler fokur fokur kaynar, bu küçücük kulüplerde daha ziyade şehrin irfan sîmaları, edip ve şairleri oturup sohbet ederlerdi.

    Boydan boya med ve cezir halinde olan caddede iki adımda bir saz faslına tesadüf etmek mümkünse de en ağırbaşlısını, yarı resmîsini Darüttalim-i Musiki'nin salonu teşkil ederdi. Çeşit çeşit tiyatrolar, karagözler ve semai kahveleri de her sınıf halka ayrı bir canlılık verirdi. Zevk ve tarab, cümbüş ve safa, çengi çigane bu minval üzere durmadan dinlenmeden sahura kadar devam eder, davul gümbürtüleri ve sahur toplariyle evli evine köylü köyüne dönerdi.."
    ■ OSMANLI DÖNEMİNDE İSTANBUL RAMAZANLARI, 1900 ❤️ [Ahmet Ragıp Bey 1900'lerdeki İstanbul Ramazanlarını anlatıyor]: "Eski Ramazanlarda bilhassa İstanbul'un göze çarpan beş hususiyeti vardı: Teravih namazı, mahyalar, Hırka-i Saadeti ziyaret. iftar âlemleri, Beyazıt sergisi.. TERAVİHLER Ramazanın manevî ağırlık merkezi, şeref şatafı teravihtir. İftardan sonra evlerde, konaklarda teravih hazırlığı başlar. Herkeste bir neş'e, herkeste bir sevinç.. Şakır şakır abdestler alınır, irili ufaklı cam veya muşamba fenerler hazırlanır, güle oynaya camilerin yolu tutulur. Bu esnada o muazzam camiler kapılarına kadar tıklım tıklım dolmuştur. Vükelâ, vüzera veya halli vakitli konaklarda Ramazan imamları, hoş elhan müezzinler tutulurdu. İftardan sonra teravihi burada kılmak isteyenler kalır, lokma ettikten sonra çıkıp gitmek isteyenleri kâhya efendi veya uşaklar kapıda uğurlarlardı. Eski İstanbul'da Ramazanlarda en şa'şaalı, en debdebeli ve en ruhaniyetli teravih namazları selâtin camilerinde kılınırdı. Eyüpsultan, Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Beyazıt, Lâleli, Nuruosmaniye, Sultanahmet, Yenicami, karşı tarafta Üsküdar Yenicamii, iskele başındaki Mihrimah camii minel bab ilel mihrab mü'minlerle dolup taşardı. Filhakika Ramazanlarda geceler gündüz, dideler de rûşen olurdu. Gündüzleri daireler, mektepler tatil edilir, cümle âlem Eshab-ı Kehf uykusuna dalardı. İkindiden sonra yavaş yavaş bir kımıldama başlar, dilde zikir, elde tesbih cami cami dolaşılırdı. İftarla beraber gözlerin feri gelir, mideler cilâlanır, teravihin son rek'ati kılındımı, füze gibi kendini sokağa fırlatan fırlatana.. DİREKLERARASI İstanbul'un bir Şehzadebaşı'sı, bir Direklerarası vardı ki, doğrusunu isterseniz Ramazan demek Şehzadebaşı ve Direklerarası demekti. Bu semtin bu nam ile meşhur olması, Kanuni Sultan Süleyman'ın sevgili şehzadesi Sultan Mehmed namına yaptırdığı büyük mabedin orada bulunmasındandır. Şehzadebaşı eski üniversitemiz olan Mısırlı Zeynep Hanımefendi'nin konağından başlar, Saraçhane karakolunda biterdi. Bu caddenin ilk kısmına Direklerarası, ikinci kısmına Şehzadebaşı, üçüncü kısmına Saraçhane derler. Caddenin en pitoresk tarafını, sıra sıra sütunlarla revaklarla süslenmiş olan Direklerarası kısmı teşkil ederdi. Cadde zaten baştanbaşa tarihtir, bir ucu Viyana'ya kadar dayanır. Tuna boylarına sefer eden heybetli ordularımızın, üç tuğlu, beş tuğlu vezirlerimizin ihtişamlı geçişlerine kaç kereler şahit olmuştur, bu caddenin taşı toprağı.. Tarih sevgisiyle şöyle bir kulak verseniz, mehter seslerinin aksettiğini duyarsınız.. Yeniçeri bölüklerinin oturdukları yerlere oda derler. Bu odalardan bir büyük gurup Sofular'daki Etmeydanı'nda idi. Bunlara Yeni odalar derlerdi. İkinci gurup işte bu lâfını ettiğimiz Direklerarası'nda yerleşmişti. Bunlara da Eski odalar derlerdi. Üçüncü gurup Vezneciler'le Çukurçeşme arasında idi. Acemi eğitimi yapanlara mahsustu buraları. ŞEHZADEBAŞI Şehzadebaşı bayağı günlerde de oldukça canlı, kibar, ağır başlı bir semtti. Fakat asıl büyük şöhretini Ramazanlarda yapardı. Şehir sanki kâmete kalkar, en uzak semtlerden gelenler soluğu burada alır, camilerin kapıları sanki buraya açılırdı. Gerçi Tophane, Arapcamii, Küçükpazar, Ayasofya, Beyazıt semtlerinin en kenar köşe mahallelerinde bile bir hareket görülürse de, dinamonun büyüğü Şehzadebaşı'nda çalışır, burası bir insan mahşeri ve meşheri haline gelirdi. Bugün İstanbul'un hiç bir cadde ve meydanında buna benzer bir kalabalık göremezsiniz. Bu devre yetişemiyenler Şehzadebaşı'nın Ramazan hayatı hakkında ne yazsak, ne söylesek hiç bir fikir edinemezler. Ara sıra ayağım buraya düştükçe o mahşer, o insan seli buraya nasıl sığardı diye hayretten kendimi alamam. Ramazan piyasası ilk akşamın teravihinden sonra başlardı. Galata köprüsünden boşalan arabalar, faytonlar, kupalar, lândonlar, saray ve konak arabaları konvoy teşkil ederek Beyazıt'a çıkarlar, Mürekkepçiler önünden kıvrılarak Vezneciler'e girerlerdi. Unkapanı köprüsünden geçenler Zeyrek'ten Vefa'ya tırmanırlar, Şehzade camiinin yanında Direklerarası'na dökülürlerdi. Muhteşem İslâm mabedinin minareleri arasına kurulan zarif mahyalar bu esnada pırıl pırıl yanmakta, sanki göklerden nurlar saçmakta, dükkânların önüne asılan koca koca fanuslarla cadde boydan boya aydınlanmakta idi. CİNS ATLI ARABALAR Bu daracık sokaklarda sanatlarında usta, üstelik çok terbiyeli neftî renk elbiseli konak arabacıları dev gibi Macar kadanalarının (cins atlatının) çektikleri vâsıtaları en mâhir bir trafik memuru kadar kimseyi incitmeden sevk ve idare etmesini bilirler, korna olmadığından, "Destur, destur!" nidalarıyla halkı ikaz ederlerdi. CADDELERDE İZDİHAM Her yaştan, her sınıftan genç ve ihtiyar kadın-erkek yanaşık nizamda, binbir ayak bir ayak haline gelmiş.. Elhasıl velkelâm sökülmez geçilmez bir izdiham!.. Çaylarının nefasetiyle en müşkülpesentleri dahi memnun eden çayhanelerde semaverler fokur fokur kaynar, bu küçücük kulüplerde daha ziyade şehrin irfan sîmaları, edip ve şairleri oturup sohbet ederlerdi. Boydan boya med ve cezir halinde olan caddede iki adımda bir saz faslına tesadüf etmek mümkünse de en ağırbaşlısını, yarı resmîsini Darüttalim-i Musiki'nin salonu teşkil ederdi. Çeşit çeşit tiyatrolar, karagözler ve semai kahveleri de her sınıf halka ayrı bir canlılık verirdi. Zevk ve tarab, cümbüş ve safa, çengi çigane bu minval üzere durmadan dinlenmeden sahura kadar devam eder, davul gümbürtüleri ve sahur toplariyle evli evine köylü köyüne dönerdi.."
    0 Commentaires 0 parts
  • Herkese merhabalar

    Karayipler'de yer alan ve Birleşik Krallık'a bağlı olan Turks ve Caicos Adaları'nın tarihi Türklere ve Türk denizcilerine dayanır...

    TÜRKs ve Caicos Adaları

    Toplam 38 adadan oluşur ve başkenti Grand Turk (Büyük Türk) adasındaki Cockburn Town olup nüfusu ise 50 bin civarındadır.

    Küba'nın doğusunda, ABD ve Bahamalar'ın güneydoğusundadır. Türkiye ile arasındaki mesafe 9300 km'dir. Aşağıdaki haritada yeşil noktayla gösterdim. ABD'ye ne kadar yakın olduğunu görmüşsünüzdür.

    Peki bu adaya neden Türk adı verilmiş ? Bunun sebebi adada yer alan bir kaktüs bitkisinin Osmanlıların giydiği fese benziyor olmasıymış. Ancak bu ingilizler tarafından uydurulmuş bir hikayedir. Adaların ismi ilk defa 1688 yılında ünlü italyan denizci Coronelli'nin çizdiği Fransızca haritada yer alıyor. Ülkenin şu andaki resmi adının yer aldığı ilk tarihi vegiba Fransızca ve “Türk” kelimesi aynen geçiyor. Haritada Adaların ismi "Ide Caiquos, Caiquos and I. Turche" şeklinde yazılı. Osmanlılar ise fesle 1800 lü yıllarda tanışıyor. Caicos ise bildiğimiz "kayıktan" geliyor. Adaların ismi "Türkler ve Kayıklar Adaları" şeklinde çevrilebilir. Dil uyumunu düşünürsek "Türk ve Kayık Adaları" denebilir.

    16. 17. ve 18. Yüzyıllarda ispanyol, Fransız ve ingilizler arasında el değiştiren Adaların ismi 16. yüzyılda ispanyollar’ın elindeyken bile yine Türk Adaları’ydı. Yani bu ismi almasının fesle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. ingilizler adanın ismini değiştirmek istemişlerse de ada halkını yüzyıllardır kullandıkları bu isimden vazgeçirememişler. Adaların ismini değiştiremeyen ingilizler bu kez de Ada ile Türkler arasındaki bağı “fes benzerliği” masalını uydurarak kesmek istemişler. 1869 yılında ise Turks ve Caicos Adaları’nın Ay-Yıldızlı eski bayrağını değiştirmeyi başarmışlar. Güncel bayrak aşağıdaki gibidir. Fesi görebilirsiniz.

    Peki adaların başkenti Grand Turk'un(Büyük Türk) adı nereden gelmekte? Kimdir bu büyük Türk ?

    15. 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı Denizcileri’nin Akdeniz ve Atlantik’e yelken açarak bu sularda büyük korsanlık faaliyetleri yaptıkları bilinmektedir. Ayrıca, Piri Reis’in haritasında bu adaların bulunduğu yerde kayık resimleri vardır ki “Caicos”(Kaykos) kelimesi “Kayık” anldıbına gelir. Buranın Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce Türkler tarafından keşfedilerek ele geçirildiği ve Başkenti Grand Turk’ün adının da -Adaya Türk Denizcileri’nin gelmesinden sonra -batılılar tarafından “Büyük Türk, Grand Senior, Muhteşem Süleyman” adlarıyla anılan Kanuni Sultan Süleyman’dan alındığı sanılmaktadır.

    Küba’nın Ankara Büyükelçisi E. G. Abascal da konuyu teyit eden şu önemli bilgileri veriyor: "Caicos kelimesi, Türkçe’deki kayıktan geliyor. Adanın adı Türkler’in burada bulunduğunu gösteriyor. Küba’nın en meşhur bir bölgesinin adı Matatorcos, yani Türklerin öldüğü yer! Bunun bir felaket sonucu olduğuna dair bilgiler var. ispanyol gemisi San Agustin 28 Şubat 1596’da Havana’ya geldiğinde mürettebatın 45’i Müslüman, bazılarının adları Ramazan, Recep, Yusuf, Ali, Hüseyin idi. Batı Anadolu ve Karadeniz’den gelmişlerdi. 1640 yılında Küba’nın güneyinde bir ingiliz ticari gemisi Türk korsanları tarafından ele geçirilmiş."

    Küba Büyükelçisi’nin verdiği önemli bilgilerden birisi de, ittihat ve Terakki döneminde Enver Paşa’nın Küba’ya özel bir görevli göndererek bu konu hakkında araştırmalar yaptırması. Büyükelçi şöyle devam ediyor: “Bu görevlinin burada tarihi araştırmalar yaptığını ve bir rapor hazırladığını biliyoruz”

    Düşünsenize arkadaşlar eğer Osmanlı Döneminde bir şekilde topraklarımıza katmayı başarsaydık burayı şimdi tatil için "Amerikadayız" diyebilirdik. Tıpkı Avrupalılar gibi Amerika'da keşfedilen yerlere kendi şehirlerinin isminin başına "yeni" kelimesini getirerek koloniler kurabilirdik. Mesela burası Yeni istanbul ya da Yeni izmir olabilirdi. Tıpkı Fransızların New Orleans'ı, ingilizlerin New York'u gibi.
    Herkese merhabalar Karayipler'de yer alan ve Birleşik Krallık'a bağlı olan Turks ve Caicos Adaları'nın tarihi Türklere ve Türk denizcilerine dayanır... TÜRKs ve Caicos Adaları Toplam 38 adadan oluşur ve başkenti Grand Turk (Büyük Türk) adasındaki Cockburn Town olup nüfusu ise 50 bin civarındadır. Küba'nın doğusunda, ABD ve Bahamalar'ın güneydoğusundadır. Türkiye ile arasındaki mesafe 9300 km'dir. Aşağıdaki haritada yeşil noktayla gösterdim. ABD'ye ne kadar yakın olduğunu görmüşsünüzdür. Peki bu adaya neden Türk adı verilmiş ? Bunun sebebi adada yer alan bir kaktüs bitkisinin Osmanlıların giydiği fese benziyor olmasıymış. Ancak bu ingilizler tarafından uydurulmuş bir hikayedir. Adaların ismi ilk defa 1688 yılında ünlü italyan denizci Coronelli'nin çizdiği Fransızca haritada yer alıyor. Ülkenin şu andaki resmi adının yer aldığı ilk tarihi vegiba Fransızca ve “Türk” kelimesi aynen geçiyor. Haritada Adaların ismi "Ide Caiquos, Caiquos and I. Turche" şeklinde yazılı. Osmanlılar ise fesle 1800 lü yıllarda tanışıyor. Caicos ise bildiğimiz "kayıktan" geliyor. Adaların ismi "Türkler ve Kayıklar Adaları" şeklinde çevrilebilir. Dil uyumunu düşünürsek "Türk ve Kayık Adaları" denebilir. 16. 17. ve 18. Yüzyıllarda ispanyol, Fransız ve ingilizler arasında el değiştiren Adaların ismi 16. yüzyılda ispanyollar’ın elindeyken bile yine Türk Adaları’ydı. Yani bu ismi almasının fesle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. ingilizler adanın ismini değiştirmek istemişlerse de ada halkını yüzyıllardır kullandıkları bu isimden vazgeçirememişler. Adaların ismini değiştiremeyen ingilizler bu kez de Ada ile Türkler arasındaki bağı “fes benzerliği” masalını uydurarak kesmek istemişler. 1869 yılında ise Turks ve Caicos Adaları’nın Ay-Yıldızlı eski bayrağını değiştirmeyi başarmışlar. Güncel bayrak aşağıdaki gibidir. Fesi görebilirsiniz. Peki adaların başkenti Grand Turk'un(Büyük Türk) adı nereden gelmekte? Kimdir bu büyük Türk ? 15. 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı Denizcileri’nin Akdeniz ve Atlantik’e yelken açarak bu sularda büyük korsanlık faaliyetleri yaptıkları bilinmektedir. Ayrıca, Piri Reis’in haritasında bu adaların bulunduğu yerde kayık resimleri vardır ki “Caicos”(Kaykos) kelimesi “Kayık” anldıbına gelir. Buranın Kristof Kolomb’dan 25 yıl önce Türkler tarafından keşfedilerek ele geçirildiği ve Başkenti Grand Turk’ün adının da -Adaya Türk Denizcileri’nin gelmesinden sonra -batılılar tarafından “Büyük Türk, Grand Senior, Muhteşem Süleyman” adlarıyla anılan Kanuni Sultan Süleyman’dan alındığı sanılmaktadır. Küba’nın Ankara Büyükelçisi E. G. Abascal da konuyu teyit eden şu önemli bilgileri veriyor: "Caicos kelimesi, Türkçe’deki kayıktan geliyor. Adanın adı Türkler’in burada bulunduğunu gösteriyor. Küba’nın en meşhur bir bölgesinin adı Matatorcos, yani Türklerin öldüğü yer! Bunun bir felaket sonucu olduğuna dair bilgiler var. ispanyol gemisi San Agustin 28 Şubat 1596’da Havana’ya geldiğinde mürettebatın 45’i Müslüman, bazılarının adları Ramazan, Recep, Yusuf, Ali, Hüseyin idi. Batı Anadolu ve Karadeniz’den gelmişlerdi. 1640 yılında Küba’nın güneyinde bir ingiliz ticari gemisi Türk korsanları tarafından ele geçirilmiş." Küba Büyükelçisi’nin verdiği önemli bilgilerden birisi de, ittihat ve Terakki döneminde Enver Paşa’nın Küba’ya özel bir görevli göndererek bu konu hakkında araştırmalar yaptırması. Büyükelçi şöyle devam ediyor: “Bu görevlinin burada tarihi araştırmalar yaptığını ve bir rapor hazırladığını biliyoruz” Düşünsenize arkadaşlar eğer Osmanlı Döneminde bir şekilde topraklarımıza katmayı başarsaydık burayı şimdi tatil için "Amerikadayız" diyebilirdik. Tıpkı Avrupalılar gibi Amerika'da keşfedilen yerlere kendi şehirlerinin isminin başına "yeni" kelimesini getirerek koloniler kurabilirdik. Mesela burası Yeni istanbul ya da Yeni izmir olabilirdi. Tıpkı Fransızların New Orleans'ı, ingilizlerin New York'u gibi.
    0 Commentaires 0 parts
  • Kanuni Sultan Süleyman’ın bu evde doğduğu,Trabzon’da halk arasında çok yaygın olan bir görüştür. Kanuni Evi derler bu bina için.

    Süleyman’ın tam olarak Trabzon’un neresinde doğduğu belli olmasa da bu bina bir sembol olmuş.

    Kanuni Evi/Trabzon
    Kanuni Sultan Süleyman’ın bu evde doğduğu,Trabzon’da halk arasında çok yaygın olan bir görüştür. Kanuni Evi derler bu bina için. Süleyman’ın tam olarak Trabzon’un neresinde doğduğu belli olmasa da bu bina bir sembol olmuş. 🏠 Kanuni Evi/Trabzon
    0 Commentaires 0 parts
  • İtalya'da 3 asırlık Türk Festivali ve Türk köyü.
    İtalya Avusturya sınırında yer alan Moena, bir İtalyan köyüdür. Alp dağları Avusturya sınırında yer alan köy, günümüzde bir kayak merkezi olarak tanınmaktadır.
    Moena köyü ve bu köydeki 323 yıldır süregelen Türk kültürü. El Turco.
    Moena, yaz aylarında 3 bin kış aylarında ise 20 bine yaklaşan nüfusuyla kış turizmi oldukça popülerdir . Köy sakinleri Ağustos’un 19 ve 21'i arasında yapılan ‘Türkiye Festivali de kalabalık olur.

    2. Viyana Kuşatması sonrası kasabaya sığınan yeniçeri "Balaban Hasan"ı anmak için 300 yılı aşkın bir süredir düzenlenen Türk Festivali her yıl renkli görüntülere sahne olur.

    Moena Festivali , “Festa de Turchia”düzenlenmektedir ve Eski osmanlı Türk milli kıyafetleri içerisinde, ellerinde ay yıldızlı bayraklarla sokaklara dökülürler. Köyün meydanında ay yıldızlı kaide üzerinde bir yeniçeri büstü bulunmaktadır.

    Yeniçeri Hasan, IV. Mehmed döneminde yaşamış, başarılı bir Osmanlı istihbarat subayıdır. Rusça’nın yanında, İtalyanca ve İspanyolca da bilen Balaban, Roma, Berlin, Viyana ve Venedik gibi dönemin büyük şehirlerine defalarca görev yapmış. Osmanlı’ya istihbarat sağlamış.
    Kılık değiştirmekte usta olan Balaban Hasan, bir gün yine bir görev alır. Viyana’da bulunan on iki Türk ajanından uzun bir süre haber alınamadığından, Balaban Hasan neler olup bittiğini bir an önce öğrenip geri gelmek zorundadır. Balaban Hasan görev için gerekli hazırlıkları yaparken, Kara Mustafa Paşa da Kanuni zamanında fethi yarım kalan Viyana’yı ikinci kez kuşatmak amacındadır. Ancak durumu padişaha zamanında açamamış.
    Bunun üzerine Balaban, Sadrazam Kara Mustafa Paşa‘ya haddi olmadığı halde bir an önce Viyana’nın kuşatılması, ne kadar geç kalınırsa kuşatmanın o kadar zor olacağı hususunda öğüt vermeye kalkar.
    Köpüren Sadrazam, Balaban’ın idam edilmesini emreder; ancak o bir yolunu bulup kaçmayı başarır.

    Olaydan sonra Balaban, Avrupa’da II.Viyana dahil bir çok yerde gizlice Osmanlı askerleri içine karışarak savaşır. Girdiği bir mücadelede ağır yaralanır, atına atlayarak bilmediği bir yere doğru gider ve Moena köyüne varır.
    Ölmek üzere olan bu Yeniçeri askeri, köylüler tarafından tedavi edilir. İyileşince de köyden bir kızla evlenir. Kasaba halkının ‘El Turco’ adını verdiği subay, o dönem dukalığın halktan istediği haksız vergilere karşı köyü ayaklandırır ve korur.
    Osmanlı’dan idam cezası alan, Balaban artık gidebileceği bir yeri olmadığını bilmenin hüznüyle bu köyü kendi köyü beller. Zamanla hem köy halkı onu benimser hem de o bu köyü.
    İtalya'da 3 asırlık Türk Festivali ve Türk köyü. İtalya Avusturya sınırında yer alan Moena, bir İtalyan köyüdür. Alp dağları Avusturya sınırında yer alan köy, günümüzde bir kayak merkezi olarak tanınmaktadır. Moena köyü ve bu köydeki 323 yıldır süregelen Türk kültürü. El Turco. Moena, yaz aylarında 3 bin kış aylarında ise 20 bine yaklaşan nüfusuyla kış turizmi oldukça popülerdir . Köy sakinleri Ağustos’un 19 ve 21'i arasında yapılan ‘Türkiye Festivali de kalabalık olur. 2. Viyana Kuşatması sonrası kasabaya sığınan yeniçeri "Balaban Hasan"ı anmak için 300 yılı aşkın bir süredir düzenlenen Türk Festivali her yıl renkli görüntülere sahne olur. Moena Festivali , “Festa de Turchia”düzenlenmektedir ve Eski osmanlı Türk milli kıyafetleri içerisinde, ellerinde ay yıldızlı bayraklarla sokaklara dökülürler. Köyün meydanında ay yıldızlı kaide üzerinde bir yeniçeri büstü bulunmaktadır. Yeniçeri Hasan, IV. Mehmed döneminde yaşamış, başarılı bir Osmanlı istihbarat subayıdır. Rusça’nın yanında, İtalyanca ve İspanyolca da bilen Balaban, Roma, Berlin, Viyana ve Venedik gibi dönemin büyük şehirlerine defalarca görev yapmış. Osmanlı’ya istihbarat sağlamış. Kılık değiştirmekte usta olan Balaban Hasan, bir gün yine bir görev alır. Viyana’da bulunan on iki Türk ajanından uzun bir süre haber alınamadığından, Balaban Hasan neler olup bittiğini bir an önce öğrenip geri gelmek zorundadır. Balaban Hasan görev için gerekli hazırlıkları yaparken, Kara Mustafa Paşa da Kanuni zamanında fethi yarım kalan Viyana’yı ikinci kez kuşatmak amacındadır. Ancak durumu padişaha zamanında açamamış. Bunun üzerine Balaban, Sadrazam Kara Mustafa Paşa‘ya haddi olmadığı halde bir an önce Viyana’nın kuşatılması, ne kadar geç kalınırsa kuşatmanın o kadar zor olacağı hususunda öğüt vermeye kalkar. Köpüren Sadrazam, Balaban’ın idam edilmesini emreder; ancak o bir yolunu bulup kaçmayı başarır. Olaydan sonra Balaban, Avrupa’da II.Viyana dahil bir çok yerde gizlice Osmanlı askerleri içine karışarak savaşır. Girdiği bir mücadelede ağır yaralanır, atına atlayarak bilmediği bir yere doğru gider ve Moena köyüne varır. Ölmek üzere olan bu Yeniçeri askeri, köylüler tarafından tedavi edilir. İyileşince de köyden bir kızla evlenir. Kasaba halkının ‘El Turco’ adını verdiği subay, o dönem dukalığın halktan istediği haksız vergilere karşı köyü ayaklandırır ve korur. Osmanlı’dan idam cezası alan, Balaban artık gidebileceği bir yeri olmadığını bilmenin hüznüyle bu köyü kendi köyü beller. Zamanla hem köy halkı onu benimser hem de o bu köyü.
    0 Commentaires 0 parts
  • Osmanlı imparatorluğu döneminde Filistin

    Filistin Kudüs Yafa Kapısı, 1903
    Osmanlı Devleti zamanında Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığında (1512 – 1520) fethedilen Kudüs-ü Şerif’e Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) sebiller yaptırmış, Kubbetü’s-Sahra’nın duvarları ve kapısını yeniden tamir ettirmiş, Hz. Davud türbesini inşâ ettirmiş, şehrin etrafını saran surları onartmış, kaleyi restore ettirmiş, yeniden inşa ettirdiği kapılara kitabeler yazdırarak şehirde pek çok Osmanlı izi bırakmıştır.
    II. Abdülhamid (1876-1909) dönemine gelindiğinde şehirdeki imar faaliyetleri devam etmiş ve “Saltanatının Otuzuncu Yılı” anısına Filistin’i saat kuleleri ile donatmıştır. El-Halil Kapısı’nın girişinde II. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı Kudüs Saat Kulesi ve sebili yer alır. O zamanlarda saat kuleleri yaptırmak büyük devlet olmanın bir simgesi sayılmaktaydı. Surdaki bayrağı, Abdülhamid Han’ın yaptırdığı saat kulesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın yazdırdığı kitabe ile Kudüs Osmanlı şehri olduğunu tüm dünyaya gösteriyordu.
    Osmanlı imparatorluğu döneminde Filistin Filistin Kudüs Yafa Kapısı, 1903 Osmanlı Devleti zamanında Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlığında (1512 – 1520) fethedilen Kudüs-ü Şerif’e Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) sebiller yaptırmış, Kubbetü’s-Sahra’nın duvarları ve kapısını yeniden tamir ettirmiş, Hz. Davud türbesini inşâ ettirmiş, şehrin etrafını saran surları onartmış, kaleyi restore ettirmiş, yeniden inşa ettirdiği kapılara kitabeler yazdırarak şehirde pek çok Osmanlı izi bırakmıştır. II. Abdülhamid (1876-1909) dönemine gelindiğinde şehirdeki imar faaliyetleri devam etmiş ve “Saltanatının Otuzuncu Yılı” anısına Filistin’i saat kuleleri ile donatmıştır. El-Halil Kapısı’nın girişinde II. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı Kudüs Saat Kulesi ve sebili yer alır. O zamanlarda saat kuleleri yaptırmak büyük devlet olmanın bir simgesi sayılmaktaydı. Surdaki bayrağı, Abdülhamid Han’ın yaptırdığı saat kulesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın yazdırdığı kitabe ile Kudüs Osmanlı şehri olduğunu tüm dünyaya gösteriyordu.
    0 Commentaires 0 parts
  • Mimar Sinan'ın "Çıraklık Eserim" dediği Şehzade Camii'nin minaresi ve desenlerine tüneyen papağanlar... Klasik dönemin eserleri her yönüyle hem insana hem de hayvanlara hizmet ediyor.
    Bu muhteşem minare ile ilgili çok özel ve ilginç söylentiler de var :

    *Mimar Sinan'ın bu motifleri Kanuni'nin genç yaşta vefat eden oğlu için döktüğü gözyaşlarını simgelemek için yaptığı söylenir.
    *Desenin aynı zamanda Enderun Mektebi'nde öğrencilerin giydikleri kıyafetlerde bulunduğu, bununla da Sinan'ın "çırağım, yani öğrenciyim,halen öğreniyorum" u kastetdiği düşünülmektedir.
    * Desen eski Türk kültüründen Selçuklu mimarisinde de kullanılan hayat ağacını da anımsatmaktadır.
    *Ve son bir şey Kültür Bakanlığı'nın logosunu gözünüzün önüne getirin, tanıdık geliyor mu? Kültür Bakanlığı'nın logosunu bu desenlerden aldığı da söylenmektedir.
    Mimar Abdülkadir Akpınar anlatıyor; bir zamanlar Şehzade Camii'ni gezmek için bir grup İngiliz geldi. camiyi ölçtüler, biçtiler, gittiler. tekrar geldiklerinde bu eserin hesaplamalarının ancak bilgisayar ile yapılmış olabileceğini, başka türlü yapmanın mümkün olmadığını söylediler.
    Mimar Sinan'ın "Çıraklık Eserim" dediği Şehzade Camii'nin minaresi ve desenlerine tüneyen papağanlar... Klasik dönemin eserleri her yönüyle hem insana hem de hayvanlara hizmet ediyor. Bu muhteşem minare ile ilgili çok özel ve ilginç söylentiler de var : *Mimar Sinan'ın bu motifleri Kanuni'nin genç yaşta vefat eden oğlu için döktüğü gözyaşlarını simgelemek için yaptığı söylenir. *Desenin aynı zamanda Enderun Mektebi'nde öğrencilerin giydikleri kıyafetlerde bulunduğu, bununla da Sinan'ın "çırağım, yani öğrenciyim,halen öğreniyorum" u kastetdiği düşünülmektedir. * Desen eski Türk kültüründen Selçuklu mimarisinde de kullanılan hayat ağacını da anımsatmaktadır. *Ve son bir şey Kültür Bakanlığı'nın logosunu gözünüzün önüne getirin, tanıdık geliyor mu? 🙂 Kültür Bakanlığı'nın logosunu bu desenlerden aldığı da söylenmektedir. Mimar Abdülkadir Akpınar anlatıyor; bir zamanlar Şehzade Camii'ni gezmek için bir grup İngiliz geldi. camiyi ölçtüler, biçtiler, gittiler. tekrar geldiklerinde bu eserin hesaplamalarının ancak bilgisayar ile yapılmış olabileceğini, başka türlü yapmanın mümkün olmadığını söylediler.
    0 Commentaires 0 parts
  • 𝗦𝗲𝗽𝘁𝗲𝗺𝗯𝗲𝗿 𝟲, 𝟭𝟱𝟲𝟲: 𝗗𝗲𝗮𝘁𝗵 𝗼𝗳 𝗦𝘂𝗹𝗲𝘆𝗺𝗮𝗻 𝟭!

    On this day, Ottoman Caliph Suleyman, who had set out from Constantinople to command an expedition to Hungary, died before an Ottoman victory at the siege of Szigetvár in Hungary at the age of 71. Caliph Suleyman was known as Kanuni (lawgiver) in the East while West gave him the title of Magnificent. Suleyman was an extremely able administrator and military commander who conquered Tabriz, Belgrade, Rhodes, and Hungarian areas. He was very much respected and feared by contemporaries.

    𝗟𝗲𝗴𝗮𝗰𝘆 𝗼𝗳 𝗖𝗮𝗹𝗶𝗽𝗵 𝗞𝗮𝗻𝘂𝗻𝗶 𝗦𝘂𝗹𝗲𝘆𝗺𝗮𝗻

    "Suleyman was one of the greatest Ottoman rulers. He would define Ottoman Civilization, he brought the state to its territorial zenith, and presided over a great cultural flourishing and codification of laws which made Ottoman Civilization co-terminous with Sunni Islam. "

    Quote by: Professor Kenneth W Harl (Phd historian from Yale university USA )

    𝗨𝗦 𝗹𝗮𝘄𝘀 𝗯𝗮𝘀𝗲𝗱 𝗼𝗻 𝗰𝗼𝗱𝗲𝘀 𝗼𝗳 𝗖𝗮𝗹𝗶𝗽𝗵 𝗦𝘂𝗹𝗲𝘆𝗺𝗮𝗻

    Below is the official portrait of Ottoman Sultan-Caliph Suleyman 1 which hangs inside the chamber of US Capitol (senate). Suleyman is one of the 23 historical figures upon whose reforms American laws have been based.

    Official link of US Capitol website:

    https://www.aoc.gov/explore-capitol-campus/art/suleiman-relief-portrait

    #kanuni #istanbul #usa #american #law
    #reformer #rhodes #hungary #tabriz
    𝗦𝗲𝗽𝘁𝗲𝗺𝗯𝗲𝗿 𝟲, 𝟭𝟱𝟲𝟲: 𝗗𝗲𝗮𝘁𝗵 𝗼𝗳 𝗦𝘂𝗹𝗲𝘆𝗺𝗮𝗻 𝟭! On this day, Ottoman Caliph Suleyman, who had set out from Constantinople to command an expedition to Hungary, died before an Ottoman victory at the siege of Szigetvár in Hungary at the age of 71. Caliph Suleyman was known as Kanuni (lawgiver) in the East while West gave him the title of Magnificent. Suleyman was an extremely able administrator and military commander who conquered Tabriz, Belgrade, Rhodes, and Hungarian areas. He was very much respected and feared by contemporaries. 𝗟𝗲𝗴𝗮𝗰𝘆 𝗼𝗳 𝗖𝗮𝗹𝗶𝗽𝗵 𝗞𝗮𝗻𝘂𝗻𝗶 𝗦𝘂𝗹𝗲𝘆𝗺𝗮𝗻 👇 "Suleyman was one of the greatest Ottoman rulers. He would define Ottoman Civilization, he brought the state to its territorial zenith, and presided over a great cultural flourishing and codification of laws which made Ottoman Civilization co-terminous with Sunni Islam. " Quote by: Professor Kenneth W Harl (Phd historian from Yale university USA 🇺🇸) 𝗨𝗦 𝗹𝗮𝘄𝘀 𝗯𝗮𝘀𝗲𝗱 𝗼𝗻 𝗰𝗼𝗱𝗲𝘀 𝗼𝗳 𝗖𝗮𝗹𝗶𝗽𝗵 𝗦𝘂𝗹𝗲𝘆𝗺𝗮𝗻 Below is the official portrait of Ottoman Sultan-Caliph Suleyman 1 which hangs inside the chamber of US Capitol (senate). Suleyman is one of the 23 historical figures upon whose reforms American 🇺🇸 laws have been based. Official link of US Capitol website: https://www.aoc.gov/explore-capitol-campus/art/suleiman-relief-portrait #kanuni #istanbul #usa #american #law #reformer #rhodes #hungary #tabriz
    0 Commentaires 0 parts
Résultats de Recherche