• Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?..

    Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır.

    Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış.

    Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi.

    Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti...
    Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri:
    Kayseri Güpgüpoğlu Konağında,
    Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında,
    Sivas Ulu Cami karşısında,
    Denizli’de Meserret Sokak’ta,
    Topkapı Sarayı’nda,
    İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda,
    Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde,
    Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır..

    Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş...
    Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?.. Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır. Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi. Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti... Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri: Kayseri Güpgüpoğlu Konağında, Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında, Sivas Ulu Cami karşısında, Denizli’de Meserret Sokak’ta, Topkapı Sarayı’nda, İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda, Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde, Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır.. Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş... Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    0 Comments 0 Shares
  • URFA’DA DÜNYANIN EN BÜYÜK NEKROPOL ALANINDAKİ BİNLERCE KAYA MEZARINI, MOZAİKLERİ, FRESKLERİ, HEYKEL VE RÖLYEFLERİ NASIL TAHRİP ETTİK..?

    SONRA MİLYARLAR HARCAYARAK SADECE %1’İNİ NASIL AÇIĞA ÇIKARDIK?

    1 nolu Fotoğrafta ön planda görülen Köşk 1796-1876 tarihleri arasında yaşamış, aslen Birecikli Şair ve Mutasavvuf Sakıp Efendi tarafından yaptırılmıştır.

    Geri planda görülen yapı Müslümanlar tarafından Hıdır İlyas Manastırı olarak bilinmektedir. 1644 yılında Urfa’yı ziyaret eden Fransız gezgin Jean-Babtist Tavernier bu yapının M.S 9 Haziran 373 tarihinde [Edessa](https://www.google.com/search?sca_esv=245afc22ddb75264&sxsrf=ACQVn08fa3D_RIxc937GoAIo-2wIJfcPmA%3A1709373253303&q=Edessa&si=AKbGX_oBDfquzodaRrfbb9img4kPQ4fCBZjeqAiaW1svvC8uXle1G5piYHFChBC--c4c5aEeZwg8hovACnLNBna148XdG3ZP6379qU5N-B5oT9m4h80aUGva8BNytoJ5PcVvJmc10kuKqNF_zTqmpEL3OnfMnlW36sKarJ-DjgcIkiL1q0p48vbNLKDJTBy4AublEZG2tmV_&sa=X&ved=2ahUKEwiIwbTMp9WEAxVRQ_EDHZOXC3sQmxMoAHoECEMQAg)’da vefat eden Süryani Aziz Efraim Syrus tarafından yaptırıldığını, Efraim’in mezarının manastır dahilindeki bir mağarada (Kaya Mezarı) olduğunu belirtmiştir. Buradan inşası bilinmeyen yapının 1644 yılında mevcut olduğunu anlıyoruz.

    1844 yılında Urfa’yı ziyaret eden George Percy Badger ise, burada sekiz mağara mezar olduğunu ve bunların iki bölümlü en büyüğünde Aziz Efraim’in yattığını ve Aziz Theodoros’un küllerinin bulunduğunu belirtmiş ve bu mezarın planını yayımlamıştır. (Bakınız: Selahattin Güler., Yabancı Gezginlerin Gözüyle Urfa Bölgesi, ŞURKAV yayını, 2010).

    Bazı kaynaklarda ise manastırın miladi 362/3 yılında vefat eden ve Ermeni Kilisesi'nce aziz sayılan Roma ordusu generallerinden Sarkis Zoravar’a (Surp Sarkis) adandığı belirtilmiştir.

    Bu nedenlerden ötürüdür ki; manastıra Aziz Efraim’den dolayı Süryaniler, Aziz Sarkis’ten dolayı Ermeniler sahip çıkmışlardır.

    Hıdır İlyas Manastırı’nın hangi tarihte yıkıldığı henüz tespit edilmiş değildir. Ancak bugün 80 yaşındakiler bu manastırı görmediklerini söylemektedirler. Buna dayanarak yıkımın 1930’lu yılların başlarında yapıldığı düşünülmektedir. Yıkılan manastırın yerine 1963 yılında Yakup Kalfa İlkokulu yapılmıştır.

    Okul bahçesinin kuzeybatı kesiminde yer alan Aziz Efraim’in kaya mezarı ise 1980’li yıllarda okul bahçesinin genişletilmesi amacıyla yıktırılmıştır.

    MANASTIR ÇEVRESİNDEKİ ARKEOLOJİK SİT ALANI OLMASINA RAĞMEN TAHRİP EDİLİYOR…

    Manastır çevresinİ ve Deyr Yakup Manasırı’na kadar uzayan dağlık alanı kapsayan oldukça geniş bir alanda 2.yüzyıl ve 5.yüzyıl arasındaki dönemi kapsayan, bazıları mozaikli, freskli, rölyefli binlerce kaya mezarı, antik taş ocakları, sarnıçlar, karlıklar, kaya kiliseleri, kaya yerleşimleri bulunmaktaydı.

    Tüm bu alan 1979 yılında korunması gerekli “Arkeolojik Sit Alanı” olarak ilan edilmiştir. Buna rağmen bölgede 1950’li yıllarda başlayan gecekondulaşmanın bir türlü önüne geçilememiştir. Böylece alandaki binlerce kaya mezarı ile içlerinde yer alan mozaik, fresk, heykel ve rölyefler ve diğer kültür varlıkları sit alanında olmalarına rağmen tümüyle tahrip edilmiştir.

    ÖNCE TAHRİP EDİYORUZ, SONRA PARA VERİP AÇIĞA ÇIKARIYORUZ…

    Bu önemli sit alanına yapılmasına göz yumulan kaçak gecekondulara sonraları imar affı çıkarılmıştır. Son yıllarda iş işten geçtikten sonra aklımız başımıza gelmiş, bu sefer Kızılkoyun ve kalenin kuzey, batı ve güney eteklerindeki kaçak gecekondular milyonlarca lira ödenerek yıkılmış, buralardaki kaya mezarları açığa çıkarılarak turizmin hizmetine sunulmuştur.
    URFA’DA DÜNYANIN EN BÜYÜK NEKROPOL ALANINDAKİ BİNLERCE KAYA MEZARINI, MOZAİKLERİ, FRESKLERİ, HEYKEL VE RÖLYEFLERİ NASIL TAHRİP ETTİK..? SONRA MİLYARLAR HARCAYARAK SADECE %1’İNİ NASIL AÇIĞA ÇIKARDIK? 1 nolu Fotoğrafta ön planda görülen Köşk 1796-1876 tarihleri arasında yaşamış, aslen Birecikli Şair ve Mutasavvuf Sakıp Efendi tarafından yaptırılmıştır. Geri planda görülen yapı Müslümanlar tarafından Hıdır İlyas Manastırı olarak bilinmektedir. 1644 yılında Urfa’yı ziyaret eden Fransız gezgin Jean-Babtist Tavernier bu yapının M.S 9 Haziran 373 tarihinde [Edessa](https://www.google.com/search?sca_esv=245afc22ddb75264&sxsrf=ACQVn08fa3D_RIxc937GoAIo-2wIJfcPmA%3A1709373253303&q=Edessa&si=AKbGX_oBDfquzodaRrfbb9img4kPQ4fCBZjeqAiaW1svvC8uXle1G5piYHFChBC--c4c5aEeZwg8hovACnLNBna148XdG3ZP6379qU5N-B5oT9m4h80aUGva8BNytoJ5PcVvJmc10kuKqNF_zTqmpEL3OnfMnlW36sKarJ-DjgcIkiL1q0p48vbNLKDJTBy4AublEZG2tmV_&sa=X&ved=2ahUKEwiIwbTMp9WEAxVRQ_EDHZOXC3sQmxMoAHoECEMQAg)’da vefat eden Süryani Aziz Efraim Syrus tarafından yaptırıldığını, Efraim’in mezarının manastır dahilindeki bir mağarada (Kaya Mezarı) olduğunu belirtmiştir. Buradan inşası bilinmeyen yapının 1644 yılında mevcut olduğunu anlıyoruz. 1844 yılında Urfa’yı ziyaret eden George Percy Badger ise, burada sekiz mağara mezar olduğunu ve bunların iki bölümlü en büyüğünde Aziz Efraim’in yattığını ve Aziz Theodoros’un küllerinin bulunduğunu belirtmiş ve bu mezarın planını yayımlamıştır. (Bakınız: Selahattin Güler., Yabancı Gezginlerin Gözüyle Urfa Bölgesi, ŞURKAV yayını, 2010). Bazı kaynaklarda ise manastırın miladi 362/3 yılında vefat eden ve Ermeni Kilisesi'nce aziz sayılan Roma ordusu generallerinden Sarkis Zoravar’a (Surp Sarkis) adandığı belirtilmiştir. Bu nedenlerden ötürüdür ki; manastıra Aziz Efraim’den dolayı Süryaniler, Aziz Sarkis’ten dolayı Ermeniler sahip çıkmışlardır. Hıdır İlyas Manastırı’nın hangi tarihte yıkıldığı henüz tespit edilmiş değildir. Ancak bugün 80 yaşındakiler bu manastırı görmediklerini söylemektedirler. Buna dayanarak yıkımın 1930’lu yılların başlarında yapıldığı düşünülmektedir. Yıkılan manastırın yerine 1963 yılında Yakup Kalfa İlkokulu yapılmıştır. Okul bahçesinin kuzeybatı kesiminde yer alan Aziz Efraim’in kaya mezarı ise 1980’li yıllarda okul bahçesinin genişletilmesi amacıyla yıktırılmıştır. MANASTIR ÇEVRESİNDEKİ ARKEOLOJİK SİT ALANI OLMASINA RAĞMEN TAHRİP EDİLİYOR… Manastır çevresinİ ve Deyr Yakup Manasırı’na kadar uzayan dağlık alanı kapsayan oldukça geniş bir alanda 2.yüzyıl ve 5.yüzyıl arasındaki dönemi kapsayan, bazıları mozaikli, freskli, rölyefli binlerce kaya mezarı, antik taş ocakları, sarnıçlar, karlıklar, kaya kiliseleri, kaya yerleşimleri bulunmaktaydı. Tüm bu alan 1979 yılında korunması gerekli “Arkeolojik Sit Alanı” olarak ilan edilmiştir. Buna rağmen bölgede 1950’li yıllarda başlayan gecekondulaşmanın bir türlü önüne geçilememiştir. Böylece alandaki binlerce kaya mezarı ile içlerinde yer alan mozaik, fresk, heykel ve rölyefler ve diğer kültür varlıkları sit alanında olmalarına rağmen tümüyle tahrip edilmiştir. ÖNCE TAHRİP EDİYORUZ, SONRA PARA VERİP AÇIĞA ÇIKARIYORUZ… Bu önemli sit alanına yapılmasına göz yumulan kaçak gecekondulara sonraları imar affı çıkarılmıştır. Son yıllarda iş işten geçtikten sonra aklımız başımıza gelmiş, bu sefer Kızılkoyun ve kalenin kuzey, batı ve güney eteklerindeki kaçak gecekondular milyonlarca lira ödenerek yıkılmış, buralardaki kaya mezarları açığa çıkarılarak turizmin hizmetine sunulmuştur.
    0 Comments 0 Shares
  • Bir zamanlar Hint alt kıtası, Türkistan, Tibet ve Çin arasındaki bağlantıların buluşma noktası olarak öne çıkan Ladakh bölgesi, halihazırda tartışmalı sınırları nedeniyle Çin ve Hindistan ordularının karşı karşıya geldiği potansiyel bir çatışma alanına dönüştü.
    Soğuk çöl olarak da adlandırılan ve yüksek dağlar arasında denize çıkışı olmayan Ladakh bölgesi, geçen yıla kadar tartışmalı Cammu ve Keşmir'in kuzeydoğu bölgesine aitti.
    Hindistan, geçen yıl 5 Ağustos'ta bölgeyi böldü ve Leh ve Kargil bölgelerini içeren, 97 bin 872 kilometrekarelik bir alana sahip ve merkezi olarak yönetilen ayrı bir Ladakh bölgesi kurdu.
    Bölgenin büyük bir bölümünü oluşturan Aksai Chin, Çin'in kontrolünde olduğundan iki bölgenin mevcut alanı 58 bin 321 kilometrekareye tekabül ediyor.
    Hindistan'ın 2011 nüfus sayımına göre, yüzde 46,40'ı Müslüman ve yüzde 36,65'i Budist olmak üzere bölgede 274 bin 289 kişi yaşıyor. Ayrıca, yüzde 66,39'u Budist nüfusa sahip Leh bölgesinde Müslümanların çoğunlukta olduğu 25 köy bulunuyor.
    Tarihçi ve yazar Abdul Gani Şeyh'e göre, Türkçe, bir yüzyıl öncesine kadar ticaret ve medeniyet bağlantıları nedeniyle Ladakh bölgesinde ikinci dildi.
    Ladakh bölgesi, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında cereyan eden İngiltere, Çin ve Rusya arasındaki Büyük Oyun olarak adlandırılan rekabetin de merkezinde yer aldı.
    Güney Asya'dan Türkistan'ın Yarkent ve Hotan şehirlerine kara erişimi sunan Ladakh bölgesi, dağ geçitlerindeki farklı rotalarıyla malların, tüccarların, kaşiflerin, ajanların ve askerlerin serbest dolaşımını kolaylaştırdı.
    Budist manastırı Namgyal Tsemo Gompa ve Leh'in merkezindeki tarihi camideki yaşlı insanlar, bölgenin geçmişteki Türk bağlantıları nedeniyle Türkistan şehirleri Yarkent ve Kaşgar ile Çin'in Tibet Özerk Bölgesi'nin başkenti Lhasa'yı özlemle anıyor.
    Bölgeyi dış dünyaya bağlayan ve Karakurum Geçidi olarak adlandırılan geçitlerin tümü, 20. yüzyılda farklı zamanlarda kapatıldı. 1947'de Hint alt kıtasının bölünmesi ve Cammu ve Keşmir'deki anlaşmazlığın ortaya çıkmasıyla bölgedeki birçok yol ve bağlantılar da kapatıldı.
    Srinagar'daki Keşmir Üniversitesi Orta Asya Çalışmaları Merkezi araştırmacısı Rinchen Dolma'ya göre, Karakurum Geçidi'nin yeniden açılması, Ladakh bölgesi için çok faydalı olur ve Leh'i bir kez daha ticaret merkezi yapar.
    Dolma ayrıca, geçmişte eski İpek Yolu'nun önemli bir bağlantısının sıra dışı hava koşulları altında bölgenin yüksek dağları arasından geçtiğini de dile getirdi.
    Bir zamanlar Hint alt kıtası, Türkistan, Tibet ve Çin arasındaki bağlantıların buluşma noktası olarak öne çıkan Ladakh bölgesi, halihazırda tartışmalı sınırları nedeniyle Çin ve Hindistan ordularının karşı karşıya geldiği potansiyel bir çatışma alanına dönüştü. Soğuk çöl olarak da adlandırılan ve yüksek dağlar arasında denize çıkışı olmayan Ladakh bölgesi, geçen yıla kadar tartışmalı Cammu ve Keşmir'in kuzeydoğu bölgesine aitti. Hindistan, geçen yıl 5 Ağustos'ta bölgeyi böldü ve Leh ve Kargil bölgelerini içeren, 97 bin 872 kilometrekarelik bir alana sahip ve merkezi olarak yönetilen ayrı bir Ladakh bölgesi kurdu. Bölgenin büyük bir bölümünü oluşturan Aksai Chin, Çin'in kontrolünde olduğundan iki bölgenin mevcut alanı 58 bin 321 kilometrekareye tekabül ediyor. Hindistan'ın 2011 nüfus sayımına göre, yüzde 46,40'ı Müslüman ve yüzde 36,65'i Budist olmak üzere bölgede 274 bin 289 kişi yaşıyor. Ayrıca, yüzde 66,39'u Budist nüfusa sahip Leh bölgesinde Müslümanların çoğunlukta olduğu 25 köy bulunuyor. Tarihçi ve yazar Abdul Gani Şeyh'e göre, Türkçe, bir yüzyıl öncesine kadar ticaret ve medeniyet bağlantıları nedeniyle Ladakh bölgesinde ikinci dildi. Ladakh bölgesi, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında cereyan eden İngiltere, Çin ve Rusya arasındaki Büyük Oyun olarak adlandırılan rekabetin de merkezinde yer aldı. Güney Asya'dan Türkistan'ın Yarkent ve Hotan şehirlerine kara erişimi sunan Ladakh bölgesi, dağ geçitlerindeki farklı rotalarıyla malların, tüccarların, kaşiflerin, ajanların ve askerlerin serbest dolaşımını kolaylaştırdı. Budist manastırı Namgyal Tsemo Gompa ve Leh'in merkezindeki tarihi camideki yaşlı insanlar, bölgenin geçmişteki Türk bağlantıları nedeniyle Türkistan şehirleri Yarkent ve Kaşgar ile Çin'in Tibet Özerk Bölgesi'nin başkenti Lhasa'yı özlemle anıyor. Bölgeyi dış dünyaya bağlayan ve Karakurum Geçidi olarak adlandırılan geçitlerin tümü, 20. yüzyılda farklı zamanlarda kapatıldı. 1947'de Hint alt kıtasının bölünmesi ve Cammu ve Keşmir'deki anlaşmazlığın ortaya çıkmasıyla bölgedeki birçok yol ve bağlantılar da kapatıldı. Srinagar'daki Keşmir Üniversitesi Orta Asya Çalışmaları Merkezi araştırmacısı Rinchen Dolma'ya göre, Karakurum Geçidi'nin yeniden açılması, Ladakh bölgesi için çok faydalı olur ve Leh'i bir kez daha ticaret merkezi yapar. Dolma ayrıca, geçmişte eski İpek Yolu'nun önemli bir bağlantısının sıra dışı hava koşulları altında bölgenin yüksek dağları arasından geçtiğini de dile getirdi.
    0 Comments 0 Shares
  • Mardin'in Deyrülzahfaran manastırında annesinin gelmesini sabırla bekleyen küçük Bahe'nin acı dolu hikayesidir. 76 yıllık ömrünün 70 yılı annesine duyduğu özlem ve hasretle geçmiştir. Gerçek adı Cercis Kaplan olan Bahe ölene dek manastırda kalmış, hayatı boyunca burda yaşamıştır.

    HEP ANNESİNİ BEKLEDİ

    Mardin, Deyrulzafaran Manastırı'nda 80 yıl boyunca annesini bekleyen süryani hemşehrimiz, İbrahim Kaplan'ın ( Bahe ) efsane hikayesi.

    Mardin’in 14 km uzaklıktaki Bine-bil köyünde, Vedia ve tren istasyonunda hamallık yapan Hanna Süryani çiftinin 1928 doğumlu çocuğudur İbrahim Kaplan.

    Annesi İbrahim’e “Bahe” lakabını takar. Mardinliler de Süryanice bülbül manasına gelen ve doğduğu köyün ismi olan “Binebil” lakabını eklerler. Böylece “Bahe Binebil” olarak bilinir.

    Bahe’nin ailesinin durumu pek iyi olmasa da ilk yıllarında ailesi tarafından sevilir. Özellikle ablaları tarafından sevilir. Bir buçuk yaşındayken annesi onu bir kuyunun yanındaki yatağa yatırır. Uyurken yanına yanaşan horozun saldırısına uğrar. Çığlığına annesi yetişir. Yüzü gözü yara bere içinde kalır. Kalıcı izler bırakır bu olay. Dört yaşına kadar pek bir şey belli etmez ancak daha sonra zihinsel olarak da izler kaldığı ortaya çıkar. Çocuk gibi kalır; saf kalır. Konuşma ve anlama güçlüğü çeker yaşadıklarından dolayı.

    Altı yaşında babasını kaybeder ve annesi çaresiz kalır. Anne Vedia, baba evine dönmek ister ama Bahe’yi götüremeyeceğini bilir. Bahe’yi manastıra bırakır. Annesi son defa sarılır ve “biz geleceğiz” der. Kapıya kadar tekrar eder: “Biz geleceğiz Bahe”. Kız kardeşi, “hem çocuk hem de saf biriydi ve onu manastıra bıraktı. Manastır onun hem annesi hem de babası oldu” diyor.

    Manastırda çobanlık, bahçıvanlık gibi çeşitli işlerde çalışır. Manastırın kapısı her açıldığında koşar, ilk o açar. Uzun yıllar manastırda kalır.

    Manastırdakiler de ona alışır. “Bahe amca bu manastırın bir taşı haline geldi. Allah etmesin Bahe amca ölürse manastırda bir taş eksilecek” diyecek kadar çok alışmışlardır.

    Ama Bahe hep annesini bekler, annesinin öğrettiği Arapça’yı konuşur. Yaklaşık 80 yıl manastırda kalmasına rağmen Süryanice konuşamaz. Annesinin öğrettiği dili bilir ve annesinin yolunu gözler. Çocuk gibi kalır, hep annesinin geleceğine inanır.

    Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz, “Annesi 6 yaşında iken kendisini Deyrulzafaran Manastırı’na bırakıp gitti. Bugün, yani 86 yaşına bastığı bugünlerde bile annesini bekliyordu.“

    Tam 80 yıl annesini bekler. Kalbi dayanamaz ve 2014 yılında Deyrulzafaran’da bir taş eksik kalır....
    Mardin'in Deyrülzahfaran manastırında annesinin gelmesini sabırla bekleyen küçük Bahe'nin acı dolu hikayesidir. 76 yıllık ömrünün 70 yılı annesine duyduğu özlem ve hasretle geçmiştir. Gerçek adı Cercis Kaplan olan Bahe ölene dek manastırda kalmış, hayatı boyunca burda yaşamıştır. HEP ANNESİNİ BEKLEDİ Mardin, Deyrulzafaran Manastırı'nda 80 yıl boyunca annesini bekleyen süryani hemşehrimiz, İbrahim Kaplan'ın ( Bahe ) efsane hikayesi.🔻 Mardin’in 14 km uzaklıktaki Bine-bil köyünde, Vedia ve tren istasyonunda hamallık yapan Hanna Süryani çiftinin 1928 doğumlu çocuğudur İbrahim Kaplan.🔻 Annesi İbrahim’e “Bahe” lakabını takar. Mardinliler de Süryanice bülbül manasına gelen ve doğduğu köyün ismi olan “Binebil” lakabını eklerler. Böylece “Bahe Binebil” olarak bilinir.🔻 Bahe’nin ailesinin durumu pek iyi olmasa da ilk yıllarında ailesi tarafından sevilir. Özellikle ablaları tarafından sevilir. Bir buçuk yaşındayken annesi onu bir kuyunun yanındaki yatağa yatırır. Uyurken yanına yanaşan horozun saldırısına uğrar. Çığlığına annesi yetişir. Yüzü gözü yara bere içinde kalır. Kalıcı izler bırakır bu olay. Dört yaşına kadar pek bir şey belli etmez ancak daha sonra zihinsel olarak da izler kaldığı ortaya çıkar. Çocuk gibi kalır; saf kalır. Konuşma ve anlama güçlüğü çeker yaşadıklarından dolayı.🔻 Altı yaşında babasını kaybeder ve annesi çaresiz kalır. Anne Vedia, baba evine dönmek ister ama Bahe’yi götüremeyeceğini bilir. Bahe’yi manastıra bırakır. Annesi son defa sarılır ve “biz geleceğiz” der. Kapıya kadar tekrar eder: “Biz geleceğiz Bahe”. Kız kardeşi, “hem çocuk hem de saf biriydi ve onu manastıra bıraktı. Manastır onun hem annesi hem de babası oldu” diyor.🔻 Manastırda çobanlık, bahçıvanlık gibi çeşitli işlerde çalışır. Manastırın kapısı her açıldığında koşar, ilk o açar. Uzun yıllar manastırda kalır.🔻 Manastırdakiler de ona alışır. “Bahe amca bu manastırın bir taşı haline geldi. Allah etmesin Bahe amca ölürse manastırda bir taş eksilecek” diyecek kadar çok alışmışlardır.🔻 Ama Bahe hep annesini bekler, annesinin öğrettiği Arapça’yı konuşur. Yaklaşık 80 yıl manastırda kalmasına rağmen Süryanice konuşamaz. Annesinin öğrettiği dili bilir ve annesinin yolunu gözler. Çocuk gibi kalır, hep annesinin geleceğine inanır.🔻 Mardin Kırklar Kilisesi başpapazı Gabriel Akyüz, “Annesi 6 yaşında iken kendisini Deyrulzafaran Manastırı’na bırakıp gitti. Bugün, yani 86 yaşına bastığı bugünlerde bile annesini bekliyordu.“🔻 Tam 80 yıl annesini bekler. Kalbi dayanamaz ve 2014 yılında Deyrulzafaran’da bir taş eksik kalır....
    0 Comments 0 Shares
  • Sümela Manastırı Trabzon Türkiye

    #Sumela #Manastırı #Trabzon
    Sümela Manastırı Trabzon Türkiye 🇹🇷 ❤️❤️ #Sumela #Manastırı #Trabzon 🙂🇹🇷
    0 Comments 0 Shares
  • Sümela Manastırı Trabzon Türkiye
    Sümela Manastırı Trabzon Türkiye
    0 Comments 0 Shares
  • Sümela Manastırı Trabzon Türkiye
    Sümela Manastırı Trabzon Türkiye
    0 Comments 0 Shares
  • HZ. EYYÜP (A.S.) MAKAMI VE KUYUSU
    URFA TÜRKİYE

    Eyyüp Peygamber Camii avlusunda yer alan bu kuyudaki suyun Kuran'ı Kerim'in " ( Kendisine) : "Ayağınla yere vur dedik. İşte hem yıkanacak, hem içecek serin bir su. ( Yıkan ve iç, yorgunluğun ve hastalığın geçsin)" ayeti kerimesinde geçen su olduğuna ve Hz.Eyyüp ( a.s.) ın bununla yıkanarak vücudundaki yaralardan kurtulduğuna inanılmaktadır.
    M.S. 460 yılında piskopos Nona tarafından Eyyüp peygamber kuyusu suyunun cüzzamlı hastaları iyileştirdiğinin keşfedilmesi üzerine buradaki cüzzam hastanesinde yatan hastalar bu kuyunun suyu ile yıkattırılarak tedavi edilmişlerdir.

    1145 yılında İmameddin Zengi Urfa'ya geldiğinde Süryani kilisesinin reisi Basil Bar Şumana, Hz.İsa (a.s.) nın yüzünü silerek kendi resmini çıkarttığı mucizevi mendilinin bu kuyuya atılması hakkında Zengi'ye şunları anlatmıştır. " ... Urfa'yı ziyarete gelenlerden birisi Hz.İsa'nın mendilini çalar ve cebine koyar. Kosmas Manastırı'nda geceleyen ziyaretçinin cebindeki mendil karanlıkta ışık ve nur saçmaya başlar. Yanmaktan korkan mendil hırsızı, mendili Hz.Eyyüp peygamber kuyusuna atar. Kuyudan güneş misali bir ışık çıkar, kuyunun içini dışını aydınlatır. Mendil bu şekilde bulunarak yerine iade edilir. *1

    ( Aynı hikaye bugün halk arasında, Ulu Camii avlusunda ve camii iç mekânında yer alan iki kuyu içinde söylenilmektedir.)

    Eyyüp Peygamberin yaralarını iyileştiren bu kuyunun şifalı suyunda, Nurettin Zengi romatizmasını geçirmek için yıkanmıştır. *2
    HZ. EYYÜP (A.S.) MAKAMI VE KUYUSU URFA TÜRKİYE Eyyüp Peygamber Camii avlusunda yer alan bu kuyudaki suyun Kuran'ı Kerim'in " ( Kendisine) : "Ayağınla yere vur dedik. İşte hem yıkanacak, hem içecek serin bir su. ( Yıkan ve iç, yorgunluğun ve hastalığın geçsin)" ayeti kerimesinde geçen su olduğuna ve Hz.Eyyüp ( a.s.) ın bununla yıkanarak vücudundaki yaralardan kurtulduğuna inanılmaktadır. M.S. 460 yılında piskopos Nona tarafından Eyyüp peygamber kuyusu suyunun cüzzamlı hastaları iyileştirdiğinin keşfedilmesi üzerine buradaki cüzzam hastanesinde yatan hastalar bu kuyunun suyu ile yıkattırılarak tedavi edilmişlerdir. 1145 yılında İmameddin Zengi Urfa'ya geldiğinde Süryani kilisesinin reisi Basil Bar Şumana, Hz.İsa (a.s.) nın yüzünü silerek kendi resmini çıkarttığı mucizevi mendilinin bu kuyuya atılması hakkında Zengi'ye şunları anlatmıştır. " ... Urfa'yı ziyarete gelenlerden birisi Hz.İsa'nın mendilini çalar ve cebine koyar. Kosmas Manastırı'nda geceleyen ziyaretçinin cebindeki mendil karanlıkta ışık ve nur saçmaya başlar. Yanmaktan korkan mendil hırsızı, mendili Hz.Eyyüp peygamber kuyusuna atar. Kuyudan güneş misali bir ışık çıkar, kuyunun içini dışını aydınlatır. Mendil bu şekilde bulunarak yerine iade edilir. *1 ( Aynı hikaye bugün halk arasında, Ulu Camii avlusunda ve camii iç mekânında yer alan iki kuyu içinde söylenilmektedir.) Eyyüp Peygamberin yaralarını iyileştiren bu kuyunun şifalı suyunda, Nurettin Zengi romatizmasını geçirmek için yıkanmıştır. *2
    1
    0 Comments 0 Shares