• Dualarımız Kabul Cumamız Mübarek Olsun

    Kıbledağı Hacı Hafız Yusuf Yılmaz Camii RİZE

    Tarihi bir geçmişi de olan Cami, ilk olarak 1800'lü yıllarda Meşula Mehmet Efendi ve Kuş Ahmed Efendi tarafından inşa ettirildi. 1960 yılında bu ahşap camide yangın çıkması nedeniyle Yusuf Yılmaz Hocaefendi tarafından yapı yeniden taştan yapıldı. Yapı uzun yıllar bir dua ve ibadet merkezi olarak kullanıldı. Bölgeye gelen insanların yaya olarak ulaştıkları camide konaklama imkânı da bulunmaktaydı.
    Güneysu ilçesindeki 1130 rakımlı "Dua Tepesi" olarak isimlendirilmeye başlanan Kıble Dağı'nın zirvesine inşa edilen ve manzarasıyla ziyaretçilerini hayran bırakan Kıbledağı Hacı Hafız Yusuf Yılmaz Camii'nin yapımı 2 yılda tamamlandı. Osmanlı döneminin önemli eserlerinden Üsküdar'daki Şemsi Ahmet Paşa Camisi'nin mimarisi ile yapıldı.
    Dualarımız Kabul Cumamız Mübarek Olsun 🌹 Kıbledağı Hacı Hafız Yusuf Yılmaz Camii RİZE Tarihi bir geçmişi de olan Cami, ilk olarak 1800'lü yıllarda Meşula Mehmet Efendi ve Kuş Ahmed Efendi tarafından inşa ettirildi. 1960 yılında bu ahşap camide yangın çıkması nedeniyle Yusuf Yılmaz Hocaefendi tarafından yapı yeniden taştan yapıldı. Yapı uzun yıllar bir dua ve ibadet merkezi olarak kullanıldı. Bölgeye gelen insanların yaya olarak ulaştıkları camide konaklama imkânı da bulunmaktaydı. Güneysu ilçesindeki 1130 rakımlı "Dua Tepesi" olarak isimlendirilmeye başlanan Kıble Dağı'nın zirvesine inşa edilen ve manzarasıyla ziyaretçilerini hayran bırakan Kıbledağı Hacı Hafız Yusuf Yılmaz Camii'nin yapımı 2 yılda tamamlandı. Osmanlı döneminin önemli eserlerinden Üsküdar'daki Şemsi Ahmet Paşa Camisi'nin mimarisi ile yapıldı.
    0 Commenti 0 condivisioni
  • İSTANBUL YİNE ZİRVEDE..MAAŞALLAH
    Avrupa'nın en iyi havalimanlarını seçtiler: Zirveye Türkiye çıktı, Almanya ise listeye giremedi
    Güncel bir sıralama hangi Avrupa havalimanlarının iyi, hangilerinin kötü olduğunu ortaya koydu. Alman havalimanlarının durumu pek iyi değil. Zirvede ise İstanbul Havalimanı çıktı...

    Uzak bir yere tatile gitmeden önce ilk durak genellikle havalimanı oluyor. Ve buradaki deneyim, rahat bir konaklamadan kaosa kadar büyük farklılıklar gösterebiliyor.

    Tatil evi portalı Holidu şimdi Avrupa'da hangi havalimanlarının uçak yolcuları tarafından iyi karşılandığını ve hangilerinin karşılanmadığını analiz etti. Google Maps'ten alınan verileri kullanarak ortalama Google puanını ve yorum sayısını karşılaştırdı.

    İlk 5'te hangi ülkeler var?
    İstanbul Havalimanı'nın zirvede çıkması dikkat çekti. Modern tasarımı, kısa bekleme süreleri, verimli kullanımı, temiz çevresi ve çeşitli alışveriş ve yiyecek içecek seçenekleriyle yüksek puan aldı. İkinci sırada Portekiz'in Porto kentindeki Francisco de Sá Carneiro Havalimanı yer aldı. Burada da kısa bekleme süreleri, personelin güler yüzlülüğü ve şehir merkezine iyi bağlantılar övgüyle karşılandı.

    İşte Avrupa'nın en iyi 5 havalimanı

    1- İstanbul Havalimanı, Türkiye (Google İncelemesi 4,4) ( 101.956 yorum)

    2- Francisco de Sa Carneiro Havaalanı, Porto, Portekiz (Google İncelemesi 4,4) (26.608 yorum)

    3- Atina Uluslararası Havaalanı, Yunanistan (Google İncelemesi 4,3) (42.920 yorum)

    4- Václav Havel Havaalanı Prag, Çek Cumhuriyeti (Google İncelemesi 4,3) (26.441 yorum)

    5- Zürih Havaalanı, İsviçre (Google İncelemesi 4,3) (26.317 yorum)

    Alman havalimanları ilk 30'da yok
    Alman havalimanları ilk 5 havalimanı arasında yer almıyor. Sadece 30. sırada bir Alman havalimanı yer alıyor. Münih Havalimanı 4.0 Google derecelendirmesi (35,469 yorum) ile. Frankfurt Havalimanı ortalama 3,9 puan ve 65.798 yorumla 40. sırada yer alırken, Stuttgart Havalimanı da 3,9 puan (13.324 yorum) alarak 42. sırada yer alıyor.

    Google yorumlarına göre Almanya'nın en kötü havalimanı Berlin Willy-Brandt Uluslararası Havalimanı (BER). Sadece 3,1 ortalama puanla (34.766 yorum) 82. sırada yer alıyor. Sadece Manchester Havalimanı, Bordeaux-Mérignac Havalimanı (Fransa) ve 2,6 puanla son sırada yer alan Girit'teki Heraklion Uluslararası Havalimanı daha kötü olarak değerlendirildi.Haber:Arti49
    İSTANBUL YİNE ZİRVEDE..MAAŞALLAH Avrupa'nın en iyi havalimanlarını seçtiler: Zirveye Türkiye çıktı, Almanya ise listeye giremedi Güncel bir sıralama hangi Avrupa havalimanlarının iyi, hangilerinin kötü olduğunu ortaya koydu. Alman havalimanlarının durumu pek iyi değil. Zirvede ise İstanbul Havalimanı çıktı... Uzak bir yere tatile gitmeden önce ilk durak genellikle havalimanı oluyor. Ve buradaki deneyim, rahat bir konaklamadan kaosa kadar büyük farklılıklar gösterebiliyor. Tatil evi portalı Holidu şimdi Avrupa'da hangi havalimanlarının uçak yolcuları tarafından iyi karşılandığını ve hangilerinin karşılanmadığını analiz etti. Google Maps'ten alınan verileri kullanarak ortalama Google puanını ve yorum sayısını karşılaştırdı. İlk 5'te hangi ülkeler var? İstanbul Havalimanı'nın zirvede çıkması dikkat çekti. Modern tasarımı, kısa bekleme süreleri, verimli kullanımı, temiz çevresi ve çeşitli alışveriş ve yiyecek içecek seçenekleriyle yüksek puan aldı. İkinci sırada Portekiz'in Porto kentindeki Francisco de Sá Carneiro Havalimanı yer aldı. Burada da kısa bekleme süreleri, personelin güler yüzlülüğü ve şehir merkezine iyi bağlantılar övgüyle karşılandı. İşte Avrupa'nın en iyi 5 havalimanı 1- İstanbul Havalimanı, Türkiye (Google İncelemesi 4,4) ( 101.956 yorum) 2- Francisco de Sa Carneiro Havaalanı, Porto, Portekiz (Google İncelemesi 4,4) (26.608 yorum) 3- Atina Uluslararası Havaalanı, Yunanistan (Google İncelemesi 4,3) (42.920 yorum) 4- Václav Havel Havaalanı Prag, Çek Cumhuriyeti (Google İncelemesi 4,3) (26.441 yorum) 5- Zürih Havaalanı, İsviçre (Google İncelemesi 4,3) (26.317 yorum) Alman havalimanları ilk 30'da yok Alman havalimanları ilk 5 havalimanı arasında yer almıyor. Sadece 30. sırada bir Alman havalimanı yer alıyor. Münih Havalimanı 4.0 Google derecelendirmesi (35,469 yorum) ile. Frankfurt Havalimanı ortalama 3,9 puan ve 65.798 yorumla 40. sırada yer alırken, Stuttgart Havalimanı da 3,9 puan (13.324 yorum) alarak 42. sırada yer alıyor. Google yorumlarına göre Almanya'nın en kötü havalimanı Berlin Willy-Brandt Uluslararası Havalimanı (BER). Sadece 3,1 ortalama puanla (34.766 yorum) 82. sırada yer alıyor. Sadece Manchester Havalimanı, Bordeaux-Mérignac Havalimanı (Fransa) ve 2,6 puanla son sırada yer alan Girit'teki Heraklion Uluslararası Havalimanı daha kötü olarak değerlendirildi.Haber:Arti49
    0 Commenti 0 condivisioni
  • Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?..

    Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır.

    Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış.

    Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi.

    Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti...
    Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri:
    Kayseri Güpgüpoğlu Konağında,
    Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında,
    Sivas Ulu Cami karşısında,
    Denizli’de Meserret Sokak’ta,
    Topkapı Sarayı’nda,
    İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda,
    Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde,
    Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır..

    Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş...
    Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    Çöpür Taşı nedir bilir misiniz?.. Eskiden, mimarlıkta suyu işlenen dairevi bir yolda dolaştırıp güzel bir görüntü ve ses elde etmek için yapılan uygulamada, suyun çevrildiği işlemeli taşın adıdır. Çöpür, Su yolunun üzerine, havuzun yanına veya çeşmelerin taşma yoluna vb. gibi gerek iç mekanda gerek dış mekanda uygulanmış. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakkı Acun, global dünyada insanların farklılıkları ile fark edildiklerini belirterek, "Bizim farklılığımız ise kültürümüzdür." dedi. Prof. Dr. Acun, Türk kültürünün unutulduğunu ileri sürerek, "Biz, bu farklılıklar bizi geri bırakıyor diye bunları terk ettik ve böylece kültürümüzü kaybettik." diye konuştu. Binek taşı, külliye, dinlenme taşı, sadaka taşı, yitik taşı, ezan taşı, çöpür taşı, süzek taşı gibi Osmanlı'da kullanılan çeşitli taşların anlamını anlatan Acun, bunların Türk kültürünün inceliğini gösterdiğini ifade etti.Osmanlı'da her kesimin düşünüldüğünü dile getiren Acun, günümüz gençliğinin kendi kültürünü unuttuğunu savundu. Acun, Türk kültüründeki inceliğe Avrupa'nın hiçbir yerinde rastlanmadığını belirtti... Ülkemizde bulunan çöpür taşının bazı örnekleri: Kayseri Güpgüpoğlu Konağında, Diyarbakır, Cemil Paşa Konağında, Sivas Ulu Cami karşısında, Denizli’de Meserret Sokak’ta, Topkapı Sarayı’nda, İstanbul Ataşehir Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı’nda, Mardin, Deyrulzafaran Manastırı ziyaretçi karşılama merkezinde, Eyüp’te Şeyh Murad Efendi Tekkesi’nin bahçesinde bulunmaktadır.. Çöpür taşından suyun müzikli bir şekilde ilerlemesi, suyun hareketini izleyen ve dinleyenin huzur bulması ve bu su yolunu, içinden su akarken seyredenin gözü şifa bulurmuş... Muazzez İlmiye Çığ sayfasından alıntı
    0 Commenti 0 condivisioni
  • ■ ESKİ İSTANBUL BAYRAMLARI, 1890

    [Ahmet Semih Bey, 1890'lardaki eski İstanbul bayramlarını anlatıyor]:

    "Bayramlarda arefe günü ikindiden itibaren her namaz vaktinde 21 pare top atışı yapılır, bu durum Ramazan bayramında 3. gün ikindiye kadar, Kurban bayramında 4. gün ikindiye kadar sürerdi. Fener alayları ve gece donanmaları ise İstanbul halkı için vazgeçilmez bir bayram eğlencesiydi.

    Her devirde olduğu gibi bayramlarda asıl mesud olan çocuklardı. Mahalle aralarındaki küçük meydanlarda kurulan minik lunaparklar çocuk cıvıltılarıyla şenlenir, mahalleye bir neş'e ve bayram havası katardı.

    Çocukların sevinci büyüklere bir üçüncü bayram olurdu. Omuzlarında çocuklarını taşıyan babalar, göğüslerine yavrularını basan anneler, torunlarının ellerine yapışan dedeler, kadınnineler, bacılarla dadılar ve lalalar çocuklarla meşgul olarak aynı zamanda onların kelimedeki her mânâ içinde terbiyeleriyle de uğraşırlardı. Onlara iyiyi, fenayı, çirkini, güzeli öğretmekle, göstermekle muvaffak oluncaya kadar yorulmazlardı. Mahalle aralarındaki meydancıklarda kurulan tahterevalliler, salıncaklar, atlıkarıncalar çocuklar alemine ölçüsüz neşe ve inbisat (kalbi sevinç) saçardı.

    Eski bayramlar, daha doğrusu bayramlarda eski hareket ve faaliyetler bambaşka bir eda taşırdı. Zevkli idi de. Evleri boş bırakırcasına bayram namazı için camiye koşanların, namazı müteakip evlere dönenlerle ailenin ve ev halkının bayramlaşmasının, yine ailenin büyüklerini ve akrabayı hanelerine kadar gidip ziyaret eylemenin, komşulara gidip gelmenin, büyüklere kadar koşarak el etek öpmenin.. elbette bir zevki vardı. Çünkü bu faaliyetlerin hepsi evvela dinî, sonra da içtimaî ve tesanüdíl bir itiyadın ve ülfetin tezahürleriydi. Zinde veya mariz (hasta), herkesin yüzü gülerdi. Zengin-fakir herkeste neşe vardı. Fakir maaşını evine barkına istediğini alırdı. Zengin fakire yardım ederdi; zekât verirdi. Oruç tutamamışsa bir insanı doyuracak kadar bir parayı bir fakire verirdi; sadaka-yı fitr verirdi. Konağındakileri giydirirdi, kuşatırdı; müstahdemlere kadar mahallenin fakirlerini sevindirirdi. Onların bakkal veya kasaba borcunu öderdi.

    Velhasıl bayram bereketli ve keyifli olurdu. Hele çocuklara iyd-i ekber (büyük bayram) olurdu. Günlerce koşar, güler, oynar, serbest serbest eğlenirlerdi. Hatta sokaklardaki meydanlarda kurulan atlıkarıncalarla ve daha bir sürü eğlencelerle şâdan edilirdi. Bu sayede de fevkalade hareket yüzünden para kazanılırdı. Şunu da söylemeli ki, her şey ucuzdu..

    Saraylar, konaklar, evler dolar, boşalır, bir mahalleden öbür mahalleye seğirtilirdi (koşturulurdu). Hele mevsim yaz ise bu seyr ü sefer daha ivicaclı (dolambaçlı), hatta yorucu olurdu. Fakat bayramlaşmak neşesi yorgunluğu hemen hemen hissettirmezdi. Bayram günleri bu haberini verdiğim minval üzere geçerdi. Yalnız kadınlar bayram günlerinden sonra dahi hane-be-hane (ev ev) dolaşmaktan fariğ olmazlar (vaz geçmezler), ziyaret üstü ziyarette bulunurlardı. Çok da memnun gözükürlerdi.

    Bayramlarda herkes håline göre iç çamaşırı dâhil yeni elbise alırdı. Tertemiz giyinirdi. Fesini kaplatırdı, fotinini boyatırdı. Yeni ayakkabı alırdı. Bunlardan evvel de hamama gider, temizlenirdi. Ve bayram oldu mu namazdan sonra da bir dakika durmaz bayram tebriği ve ziyaret seferine çıkardı.

    Şehrin bayram eğlencelerinden bir de tiyatroları, ortaoyunları, meddahları, karagözleri, mevsimine göre değişen mahallerde saz küme fasılları; bağlarda, çayırlarda güreşleri, davullarla zurnaları, Taksim ve Tepebaşı bahçelerinde fevkalade numaralar arz eden orkestralar ve saire idi.

    Şu da vardı: Bayramdan evvel birçoğu anasının, babasının veya ailesinden ölmüş olanların kabirlerine kadar gider, ziyaret eder, Fatiha okur, dua ederdi. Ve bunların birçoğu yetişmiş evladı varsa, beraberce bu ziyaretleri görür, ölmüşleri unutturmamanın mümaresesini yaptırırdı. Evet.. Maziyi ve aileyi unutturmamaya çalışmak da ayrıca bir bayram olurdu.."
    ■ ESKİ İSTANBUL BAYRAMLARI, 1890 ❤️ [Ahmet Semih Bey, 1890'lardaki eski İstanbul bayramlarını anlatıyor]: "Bayramlarda arefe günü ikindiden itibaren her namaz vaktinde 21 pare top atışı yapılır, bu durum Ramazan bayramında 3. gün ikindiye kadar, Kurban bayramında 4. gün ikindiye kadar sürerdi. Fener alayları ve gece donanmaları ise İstanbul halkı için vazgeçilmez bir bayram eğlencesiydi. Her devirde olduğu gibi bayramlarda asıl mesud olan çocuklardı. Mahalle aralarındaki küçük meydanlarda kurulan minik lunaparklar çocuk cıvıltılarıyla şenlenir, mahalleye bir neş'e ve bayram havası katardı. Çocukların sevinci büyüklere bir üçüncü bayram olurdu. Omuzlarında çocuklarını taşıyan babalar, göğüslerine yavrularını basan anneler, torunlarının ellerine yapışan dedeler, kadınnineler, bacılarla dadılar ve lalalar çocuklarla meşgul olarak aynı zamanda onların kelimedeki her mânâ içinde terbiyeleriyle de uğraşırlardı. Onlara iyiyi, fenayı, çirkini, güzeli öğretmekle, göstermekle muvaffak oluncaya kadar yorulmazlardı. Mahalle aralarındaki meydancıklarda kurulan tahterevalliler, salıncaklar, atlıkarıncalar çocuklar alemine ölçüsüz neşe ve inbisat (kalbi sevinç) saçardı. Eski bayramlar, daha doğrusu bayramlarda eski hareket ve faaliyetler bambaşka bir eda taşırdı. Zevkli idi de. Evleri boş bırakırcasına bayram namazı için camiye koşanların, namazı müteakip evlere dönenlerle ailenin ve ev halkının bayramlaşmasının, yine ailenin büyüklerini ve akrabayı hanelerine kadar gidip ziyaret eylemenin, komşulara gidip gelmenin, büyüklere kadar koşarak el etek öpmenin.. elbette bir zevki vardı. Çünkü bu faaliyetlerin hepsi evvela dinî, sonra da içtimaî ve tesanüdíl bir itiyadın ve ülfetin tezahürleriydi. Zinde veya mariz (hasta), herkesin yüzü gülerdi. Zengin-fakir herkeste neşe vardı. Fakir maaşını evine barkına istediğini alırdı. Zengin fakire yardım ederdi; zekât verirdi. Oruç tutamamışsa bir insanı doyuracak kadar bir parayı bir fakire verirdi; sadaka-yı fitr verirdi. Konağındakileri giydirirdi, kuşatırdı; müstahdemlere kadar mahallenin fakirlerini sevindirirdi. Onların bakkal veya kasaba borcunu öderdi. Velhasıl bayram bereketli ve keyifli olurdu. Hele çocuklara iyd-i ekber (büyük bayram) olurdu. Günlerce koşar, güler, oynar, serbest serbest eğlenirlerdi. Hatta sokaklardaki meydanlarda kurulan atlıkarıncalarla ve daha bir sürü eğlencelerle şâdan edilirdi. Bu sayede de fevkalade hareket yüzünden para kazanılırdı. Şunu da söylemeli ki, her şey ucuzdu.. Saraylar, konaklar, evler dolar, boşalır, bir mahalleden öbür mahalleye seğirtilirdi (koşturulurdu). Hele mevsim yaz ise bu seyr ü sefer daha ivicaclı (dolambaçlı), hatta yorucu olurdu. Fakat bayramlaşmak neşesi yorgunluğu hemen hemen hissettirmezdi. Bayram günleri bu haberini verdiğim minval üzere geçerdi. Yalnız kadınlar bayram günlerinden sonra dahi hane-be-hane (ev ev) dolaşmaktan fariğ olmazlar (vaz geçmezler), ziyaret üstü ziyarette bulunurlardı. Çok da memnun gözükürlerdi. Bayramlarda herkes håline göre iç çamaşırı dâhil yeni elbise alırdı. Tertemiz giyinirdi. Fesini kaplatırdı, fotinini boyatırdı. Yeni ayakkabı alırdı. Bunlardan evvel de hamama gider, temizlenirdi. Ve bayram oldu mu namazdan sonra da bir dakika durmaz bayram tebriği ve ziyaret seferine çıkardı. Şehrin bayram eğlencelerinden bir de tiyatroları, ortaoyunları, meddahları, karagözleri, mevsimine göre değişen mahallerde saz küme fasılları; bağlarda, çayırlarda güreşleri, davullarla zurnaları, Taksim ve Tepebaşı bahçelerinde fevkalade numaralar arz eden orkestralar ve saire idi. Şu da vardı: Bayramdan evvel birçoğu anasının, babasının veya ailesinden ölmüş olanların kabirlerine kadar gider, ziyaret eder, Fatiha okur, dua ederdi. Ve bunların birçoğu yetişmiş evladı varsa, beraberce bu ziyaretleri görür, ölmüşleri unutturmamanın mümaresesini yaptırırdı. Evet.. Maziyi ve aileyi unutturmamaya çalışmak da ayrıca bir bayram olurdu.."
    0 Commenti 0 condivisioni
  • ■ ESKİ KONAKLARDA ÇOCUKLUK, 1890

    [Ahmet Semih Bey 19. yüzyıl sonlarında eski İstanbul konaklarındaki çocukluk dönemini anlatıyor]:

    "Çocukken yemekleri selamlıkta, babamızın sofrasında yedirirlerdi. Sofradan kalkar kalkmaz da: “Haydi çocuklar, hareme!” derlerdi. Büyüklerin arasında bulunmaklığımızın verdiği gururu müteakip duçar olduğumuz bu yüz bulma ile harem dairesine girer girmez gördüğümüz hüsn-ü istikbâl (güzel karşılama) bir çeyrek saat devam edemezdi. Bizi kendi odalarımıza götürür, yataklara sürerlerdi. “Uyku çocuklar için en sıhhî ve mukavvi (kuvvet verici) gıda gibidir!” mealinde de nasihatler verir, ninniler söylerlerdi. Yatırılmak pek hoşumuza gitmezdi ama çaresini bulamazdık.

    Ailemiz ve bize bakanlar asla adamsendecilerden değillerdi. Yakamıza yapışır başımızı boş bırakmazlardı. Her evde çocuğun nasibi böyle olduğu için bize akran misafir çocuklar bulamazdık gerçi fakat büyüklerden ayrılmak gururumuza dokunurdu.

    Bunlardan başka büyüklerin yanlarında bulunmanın yalnız gururu mu yaa! Faydası vardı! Birçok şey öğrenirdik. Öğrenirdik amma sıhhatimizi bu faydalara taksim ederler, vaktinde bizi uyuturlardı. Ve biz ortadan çekildikten sonra istedikleri gibi konuşurlardı. Çünkü çocukların yanında temkinli söyleşmek devrin âdetlerinden biriydi.

    Konakların kalabalığı şöyle bir tarife girebilir: Evvela ev halkı, eve misafir olarak gelip gitmesini bilmeyenler, hakiki dost ile ahbaplar, konu komşu ve ekseriya davetlere gelen davetliler ve bunların arasına kabul edilen gençler.. Bu kalabalıklar çok neşeli olurdu. Neşeli haberlerle güzel sözler ve bazen de sazlar -değil evin- mahallenin havasını tasfiye, gam ve kasâveti def ederdi..

    Böyle günlerde misafirlerin huzurunda yahut sokaktan eve girer girmez duyulmuş fena bir haber varsa onun birdenbire -hele ihtiyarlara- söylenmemesi bize edilen tembihlerin başında gelirdi. Böyle dikkatsizlikler lâ-yecuzdur (câiz değildir) denilirdi.

    Bu kayıtlara rağmen biz gençler ihtiyarların huzurunda asla sıkılmazdık, onları da sıkmazdık. Bu da bize aile topluluklarında dost-ahbap ortasında mütekabil (karşılıklı) hürriyet ve hürmetin gözle görülemeyecek kadar olan inceliklerini tefrik ve temyize temrin olurdu. Bittabi bu dersleri ve örnekleri görenler kabiliyetleri derecesine göre müstefit olurlardı (istifade ederlerdi)."
    ■ ESKİ KONAKLARDA ÇOCUKLUK, 1890 ❤️ [Ahmet Semih Bey 19. yüzyıl sonlarında eski İstanbul konaklarındaki çocukluk dönemini anlatıyor]: "Çocukken yemekleri selamlıkta, babamızın sofrasında yedirirlerdi. Sofradan kalkar kalkmaz da: “Haydi çocuklar, hareme!” derlerdi. Büyüklerin arasında bulunmaklığımızın verdiği gururu müteakip duçar olduğumuz bu yüz bulma ile harem dairesine girer girmez gördüğümüz hüsn-ü istikbâl (güzel karşılama) bir çeyrek saat devam edemezdi. Bizi kendi odalarımıza götürür, yataklara sürerlerdi. “Uyku çocuklar için en sıhhî ve mukavvi (kuvvet verici) gıda gibidir!” mealinde de nasihatler verir, ninniler söylerlerdi. Yatırılmak pek hoşumuza gitmezdi ama çaresini bulamazdık. Ailemiz ve bize bakanlar asla adamsendecilerden değillerdi. Yakamıza yapışır başımızı boş bırakmazlardı. Her evde çocuğun nasibi böyle olduğu için bize akran misafir çocuklar bulamazdık gerçi fakat büyüklerden ayrılmak gururumuza dokunurdu. Bunlardan başka büyüklerin yanlarında bulunmanın yalnız gururu mu yaa! Faydası vardı! Birçok şey öğrenirdik. Öğrenirdik amma sıhhatimizi bu faydalara taksim ederler, vaktinde bizi uyuturlardı. Ve biz ortadan çekildikten sonra istedikleri gibi konuşurlardı. Çünkü çocukların yanında temkinli söyleşmek devrin âdetlerinden biriydi. Konakların kalabalığı şöyle bir tarife girebilir: Evvela ev halkı, eve misafir olarak gelip gitmesini bilmeyenler, hakiki dost ile ahbaplar, konu komşu ve ekseriya davetlere gelen davetliler ve bunların arasına kabul edilen gençler.. Bu kalabalıklar çok neşeli olurdu. Neşeli haberlerle güzel sözler ve bazen de sazlar -değil evin- mahallenin havasını tasfiye, gam ve kasâveti def ederdi.. Böyle günlerde misafirlerin huzurunda yahut sokaktan eve girer girmez duyulmuş fena bir haber varsa onun birdenbire -hele ihtiyarlara- söylenmemesi bize edilen tembihlerin başında gelirdi. Böyle dikkatsizlikler lâ-yecuzdur (câiz değildir) denilirdi. Bu kayıtlara rağmen biz gençler ihtiyarların huzurunda asla sıkılmazdık, onları da sıkmazdık. Bu da bize aile topluluklarında dost-ahbap ortasında mütekabil (karşılıklı) hürriyet ve hürmetin gözle görülemeyecek kadar olan inceliklerini tefrik ve temyize temrin olurdu. Bittabi bu dersleri ve örnekleri görenler kabiliyetleri derecesine göre müstefit olurlardı (istifade ederlerdi)."
    0 Commenti 0 condivisioni
  • ■ OSMANLI DÖNEMİNDE İSTANBUL RAMAZANLARI, 1900

    [Ahmet Ragıp Bey 1900'lerdeki İstanbul Ramazanlarını anlatıyor]:

    "Eski Ramazanlarda bilhassa İstanbul'un göze çarpan beş hususiyeti vardı: Teravih namazı, mahyalar, Hırka-i Saadeti ziyaret. iftar âlemleri, Beyazıt sergisi..

    TERAVİHLER

    Ramazanın manevî ağırlık merkezi, şeref şatafı teravihtir. İftardan sonra evlerde, konaklarda teravih hazırlığı başlar. Herkeste bir neş'e, herkeste bir sevinç.. Şakır şakır abdestler alınır, irili ufaklı cam veya muşamba fenerler hazırlanır, güle oynaya camilerin yolu tutulur. Bu esnada o muazzam camiler kapılarına kadar tıklım tıklım dolmuştur. Vükelâ, vüzera veya halli vakitli konaklarda Ramazan imamları, hoş elhan müezzinler tutulurdu.

    İftardan sonra teravihi burada kılmak isteyenler kalır, lokma ettikten sonra çıkıp gitmek isteyenleri kâhya efendi veya uşaklar kapıda uğurlarlardı. Eski İstanbul'da Ramazanlarda en şa'şaalı, en debdebeli ve en ruhaniyetli teravih namazları selâtin camilerinde kılınırdı. Eyüpsultan, Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Beyazıt, Lâleli, Nuruosmaniye, Sultanahmet, Yenicami, karşı tarafta Üsküdar Yenicamii, iskele başındaki Mihrimah camii minel bab ilel mihrab mü'minlerle dolup taşardı.

    Filhakika Ramazanlarda geceler gündüz, dideler de rûşen olurdu. Gündüzleri daireler, mektepler tatil edilir, cümle âlem Eshab-ı Kehf uykusuna dalardı. İkindiden sonra yavaş yavaş bir kımıldama başlar, dilde zikir, elde tesbih cami cami dolaşılırdı. İftarla beraber gözlerin feri gelir, mideler cilâlanır, teravihin son rek'ati kılındımı, füze gibi kendini sokağa fırlatan fırlatana..

    DİREKLERARASI

    İstanbul'un bir Şehzadebaşı'sı, bir Direklerarası vardı ki, doğrusunu isterseniz Ramazan demek Şehzadebaşı ve Direklerarası demekti. Bu semtin bu nam ile meşhur olması, Kanuni Sultan Süleyman'ın sevgili şehzadesi Sultan Mehmed namına yaptırdığı büyük mabedin orada bulunmasındandır.

    Şehzadebaşı eski üniversitemiz olan Mısırlı Zeynep Hanımefendi'nin konağından başlar, Saraçhane karakolunda biterdi. Bu caddenin ilk kısmına Direklerarası, ikinci kısmına Şehzadebaşı, üçüncü kısmına Saraçhane derler.

    Caddenin en pitoresk tarafını, sıra sıra sütunlarla revaklarla süslenmiş olan Direklerarası kısmı teşkil ederdi. Cadde zaten baştanbaşa tarihtir, bir ucu Viyana'ya kadar dayanır. Tuna boylarına sefer eden heybetli ordularımızın, üç tuğlu, beş tuğlu vezirlerimizin ihtişamlı geçişlerine kaç kereler şahit olmuştur, bu caddenin taşı toprağı.. Tarih sevgisiyle şöyle bir kulak verseniz, mehter seslerinin aksettiğini duyarsınız.. Yeniçeri bölüklerinin oturdukları yerlere oda derler. Bu odalardan bir büyük gurup Sofular'daki Etmeydanı'nda idi. Bunlara Yeni odalar derlerdi. İkinci gurup işte bu lâfını ettiğimiz Direklerarası'nda yerleşmişti. Bunlara da Eski odalar derlerdi. Üçüncü gurup Vezneciler'le Çukurçeşme arasında idi. Acemi eğitimi yapanlara mahsustu buraları.

    ŞEHZADEBAŞI

    Şehzadebaşı bayağı günlerde de oldukça canlı, kibar, ağır başlı bir semtti. Fakat asıl büyük şöhretini Ramazanlarda yapardı. Şehir sanki kâmete kalkar, en uzak semtlerden gelenler soluğu burada alır, camilerin kapıları sanki buraya açılırdı. Gerçi Tophane, Arapcamii, Küçükpazar, Ayasofya, Beyazıt semtlerinin en kenar köşe mahallelerinde bile bir hareket görülürse de, dinamonun büyüğü Şehzadebaşı'nda çalışır, burası bir insan mahşeri ve meşheri haline gelirdi. Bugün İstanbul'un hiç bir cadde ve meydanında buna benzer bir kalabalık göremezsiniz. Bu devre yetişemiyenler Şehzadebaşı'nın Ramazan hayatı hakkında ne yazsak, ne söylesek hiç bir fikir edinemezler. Ara sıra ayağım buraya düştükçe o mahşer, o insan seli buraya nasıl sığardı diye hayretten kendimi alamam.

    Ramazan piyasası ilk akşamın teravihinden sonra başlardı. Galata köprüsünden boşalan arabalar, faytonlar, kupalar, lândonlar, saray ve konak arabaları konvoy teşkil ederek Beyazıt'a çıkarlar, Mürekkepçiler önünden kıvrılarak Vezneciler'e girerlerdi. Unkapanı köprüsünden geçenler Zeyrek'ten Vefa'ya tırmanırlar, Şehzade camiinin yanında Direklerarası'na dökülürlerdi. Muhteşem İslâm mabedinin minareleri arasına kurulan zarif mahyalar bu esnada pırıl pırıl yanmakta, sanki göklerden nurlar saçmakta, dükkânların önüne asılan koca koca fanuslarla cadde boydan boya aydınlanmakta idi.

    CİNS ATLI ARABALAR

    Bu daracık sokaklarda sanatlarında usta, üstelik çok terbiyeli neftî renk elbiseli konak arabacıları dev gibi Macar kadanalarının (cins atlatının) çektikleri vâsıtaları en mâhir bir trafik memuru kadar kimseyi incitmeden sevk ve idare etmesini bilirler, korna olmadığından, "Destur, destur!" nidalarıyla halkı ikaz ederlerdi.

    CADDELERDE İZDİHAM

    Her yaştan, her sınıftan genç ve ihtiyar kadın-erkek yanaşık nizamda, binbir ayak bir ayak haline gelmiş.. Elhasıl velkelâm sökülmez geçilmez bir izdiham!.. Çaylarının nefasetiyle en müşkülpesentleri dahi memnun eden çayhanelerde semaverler fokur fokur kaynar, bu küçücük kulüplerde daha ziyade şehrin irfan sîmaları, edip ve şairleri oturup sohbet ederlerdi.

    Boydan boya med ve cezir halinde olan caddede iki adımda bir saz faslına tesadüf etmek mümkünse de en ağırbaşlısını, yarı resmîsini Darüttalim-i Musiki'nin salonu teşkil ederdi. Çeşit çeşit tiyatrolar, karagözler ve semai kahveleri de her sınıf halka ayrı bir canlılık verirdi. Zevk ve tarab, cümbüş ve safa, çengi çigane bu minval üzere durmadan dinlenmeden sahura kadar devam eder, davul gümbürtüleri ve sahur toplariyle evli evine köylü köyüne dönerdi.."
    ■ OSMANLI DÖNEMİNDE İSTANBUL RAMAZANLARI, 1900 ❤️ [Ahmet Ragıp Bey 1900'lerdeki İstanbul Ramazanlarını anlatıyor]: "Eski Ramazanlarda bilhassa İstanbul'un göze çarpan beş hususiyeti vardı: Teravih namazı, mahyalar, Hırka-i Saadeti ziyaret. iftar âlemleri, Beyazıt sergisi.. TERAVİHLER Ramazanın manevî ağırlık merkezi, şeref şatafı teravihtir. İftardan sonra evlerde, konaklarda teravih hazırlığı başlar. Herkeste bir neş'e, herkeste bir sevinç.. Şakır şakır abdestler alınır, irili ufaklı cam veya muşamba fenerler hazırlanır, güle oynaya camilerin yolu tutulur. Bu esnada o muazzam camiler kapılarına kadar tıklım tıklım dolmuştur. Vükelâ, vüzera veya halli vakitli konaklarda Ramazan imamları, hoş elhan müezzinler tutulurdu. İftardan sonra teravihi burada kılmak isteyenler kalır, lokma ettikten sonra çıkıp gitmek isteyenleri kâhya efendi veya uşaklar kapıda uğurlarlardı. Eski İstanbul'da Ramazanlarda en şa'şaalı, en debdebeli ve en ruhaniyetli teravih namazları selâtin camilerinde kılınırdı. Eyüpsultan, Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Beyazıt, Lâleli, Nuruosmaniye, Sultanahmet, Yenicami, karşı tarafta Üsküdar Yenicamii, iskele başındaki Mihrimah camii minel bab ilel mihrab mü'minlerle dolup taşardı. Filhakika Ramazanlarda geceler gündüz, dideler de rûşen olurdu. Gündüzleri daireler, mektepler tatil edilir, cümle âlem Eshab-ı Kehf uykusuna dalardı. İkindiden sonra yavaş yavaş bir kımıldama başlar, dilde zikir, elde tesbih cami cami dolaşılırdı. İftarla beraber gözlerin feri gelir, mideler cilâlanır, teravihin son rek'ati kılındımı, füze gibi kendini sokağa fırlatan fırlatana.. DİREKLERARASI İstanbul'un bir Şehzadebaşı'sı, bir Direklerarası vardı ki, doğrusunu isterseniz Ramazan demek Şehzadebaşı ve Direklerarası demekti. Bu semtin bu nam ile meşhur olması, Kanuni Sultan Süleyman'ın sevgili şehzadesi Sultan Mehmed namına yaptırdığı büyük mabedin orada bulunmasındandır. Şehzadebaşı eski üniversitemiz olan Mısırlı Zeynep Hanımefendi'nin konağından başlar, Saraçhane karakolunda biterdi. Bu caddenin ilk kısmına Direklerarası, ikinci kısmına Şehzadebaşı, üçüncü kısmına Saraçhane derler. Caddenin en pitoresk tarafını, sıra sıra sütunlarla revaklarla süslenmiş olan Direklerarası kısmı teşkil ederdi. Cadde zaten baştanbaşa tarihtir, bir ucu Viyana'ya kadar dayanır. Tuna boylarına sefer eden heybetli ordularımızın, üç tuğlu, beş tuğlu vezirlerimizin ihtişamlı geçişlerine kaç kereler şahit olmuştur, bu caddenin taşı toprağı.. Tarih sevgisiyle şöyle bir kulak verseniz, mehter seslerinin aksettiğini duyarsınız.. Yeniçeri bölüklerinin oturdukları yerlere oda derler. Bu odalardan bir büyük gurup Sofular'daki Etmeydanı'nda idi. Bunlara Yeni odalar derlerdi. İkinci gurup işte bu lâfını ettiğimiz Direklerarası'nda yerleşmişti. Bunlara da Eski odalar derlerdi. Üçüncü gurup Vezneciler'le Çukurçeşme arasında idi. Acemi eğitimi yapanlara mahsustu buraları. ŞEHZADEBAŞI Şehzadebaşı bayağı günlerde de oldukça canlı, kibar, ağır başlı bir semtti. Fakat asıl büyük şöhretini Ramazanlarda yapardı. Şehir sanki kâmete kalkar, en uzak semtlerden gelenler soluğu burada alır, camilerin kapıları sanki buraya açılırdı. Gerçi Tophane, Arapcamii, Küçükpazar, Ayasofya, Beyazıt semtlerinin en kenar köşe mahallelerinde bile bir hareket görülürse de, dinamonun büyüğü Şehzadebaşı'nda çalışır, burası bir insan mahşeri ve meşheri haline gelirdi. Bugün İstanbul'un hiç bir cadde ve meydanında buna benzer bir kalabalık göremezsiniz. Bu devre yetişemiyenler Şehzadebaşı'nın Ramazan hayatı hakkında ne yazsak, ne söylesek hiç bir fikir edinemezler. Ara sıra ayağım buraya düştükçe o mahşer, o insan seli buraya nasıl sığardı diye hayretten kendimi alamam. Ramazan piyasası ilk akşamın teravihinden sonra başlardı. Galata köprüsünden boşalan arabalar, faytonlar, kupalar, lândonlar, saray ve konak arabaları konvoy teşkil ederek Beyazıt'a çıkarlar, Mürekkepçiler önünden kıvrılarak Vezneciler'e girerlerdi. Unkapanı köprüsünden geçenler Zeyrek'ten Vefa'ya tırmanırlar, Şehzade camiinin yanında Direklerarası'na dökülürlerdi. Muhteşem İslâm mabedinin minareleri arasına kurulan zarif mahyalar bu esnada pırıl pırıl yanmakta, sanki göklerden nurlar saçmakta, dükkânların önüne asılan koca koca fanuslarla cadde boydan boya aydınlanmakta idi. CİNS ATLI ARABALAR Bu daracık sokaklarda sanatlarında usta, üstelik çok terbiyeli neftî renk elbiseli konak arabacıları dev gibi Macar kadanalarının (cins atlatının) çektikleri vâsıtaları en mâhir bir trafik memuru kadar kimseyi incitmeden sevk ve idare etmesini bilirler, korna olmadığından, "Destur, destur!" nidalarıyla halkı ikaz ederlerdi. CADDELERDE İZDİHAM Her yaştan, her sınıftan genç ve ihtiyar kadın-erkek yanaşık nizamda, binbir ayak bir ayak haline gelmiş.. Elhasıl velkelâm sökülmez geçilmez bir izdiham!.. Çaylarının nefasetiyle en müşkülpesentleri dahi memnun eden çayhanelerde semaverler fokur fokur kaynar, bu küçücük kulüplerde daha ziyade şehrin irfan sîmaları, edip ve şairleri oturup sohbet ederlerdi. Boydan boya med ve cezir halinde olan caddede iki adımda bir saz faslına tesadüf etmek mümkünse de en ağırbaşlısını, yarı resmîsini Darüttalim-i Musiki'nin salonu teşkil ederdi. Çeşit çeşit tiyatrolar, karagözler ve semai kahveleri de her sınıf halka ayrı bir canlılık verirdi. Zevk ve tarab, cümbüş ve safa, çengi çigane bu minval üzere durmadan dinlenmeden sahura kadar devam eder, davul gümbürtüleri ve sahur toplariyle evli evine köylü köyüne dönerdi.."
    0 Commenti 0 condivisioni
  • Çöpür taşı nedir bilir misiniz?

    Size Şanlıurfa'da bulunan ve mimarisine hayran olduğum konakta

    Çöpür Taşı; Doğu'nun geleneksel taş konaklarının eyvan ve avlularından geçen su yolları üzerinde bulunan, suyun akışı sırasında ritmik bir ses çıkararak melodi oluşturan ayrıca ortama serinlik de veren, spiral şeklinde oyulmuş su yoluna verilen isimdir.

    Burada amaç; insanın ruhsal ve bedensel olarak rahatlaması sağlanmıştır.Hayran olmamak mümkün değil...Zekice işlenen bir işcilik bu arkadaşlar.

    #çöpürtaşı
    #urfa #diyarbakır
    #mardin
    #sivas
    #çöpürstone
    Çöpür taşı nedir bilir misiniz? Size Şanlıurfa'da bulunan ve mimarisine hayran olduğum konakta 📸 Çöpür Taşı; Doğu'nun geleneksel taş konaklarının eyvan ve avlularından geçen su yolları üzerinde bulunan, suyun akışı sırasında ritmik bir ses çıkararak melodi oluşturan ayrıca ortama serinlik de veren, spiral şeklinde oyulmuş su yoluna verilen isimdir.😊 Burada amaç; insanın ruhsal ve bedensel olarak rahatlaması sağlanmıştır.Hayran olmamak mümkün değil...Zekice işlenen bir işcilik bu arkadaşlar. #çöpürtaşı #urfa #diyarbakır #mardin #sivas #çöpürstone
    0 Commenti 0 condivisioni
  • Arının Teri

    Şanslı bir bal arısının yaşamı 6 bilemediniz 7 hafta kadardır ki bu kovana bir eşek arısı saldırısı olmazsa yaşayacağı süredir.

    6 haftalık ömrü boyunca bir işçi arı sadece bir çay kaşığı kadar bal üretir. Bir arının tüm ömrü boyunca çalışıp didinip ürettiği balı biz belki de kahvaltı da ıhlamurumuza koyarız ve oradaki emeği aklımızın ucuna bile getirmeyiz.

    Bir kilo bal yapmak için arı kolonisi 14 milyon çiçeğe konar.
    Bir kilo bal için 3 kilo nektar toplanması gerekir.

    Sonra da insanoğlu çıkıp boşu boşuna yaşadığından dem vurur durur. İnsan yeryüzünde olmasa dahi doğa varoluşunu devam ettirebilir.
    Oysa bütün bir ömrü boyunca bir çay kaşığı bal üreten bir minik canlı olmasa insan dünya üzerinde en fazla 4 yıl kalabilir...

    Arının Teri Şanslı bir bal arısının yaşamı 6 bilemediniz 7 hafta kadardır ki bu kovana bir eşek arısı saldırısı olmazsa yaşayacağı süredir. 6 haftalık ömrü boyunca bir işçi arı sadece bir çay kaşığı kadar bal üretir. Bir arının tüm ömrü boyunca çalışıp didinip ürettiği balı biz belki de kahvaltı da ıhlamurumuza koyarız ve oradaki emeği aklımızın ucuna bile getirmeyiz. Bir kilo bal yapmak için arı kolonisi 14 milyon çiçeğe konar. Bir kilo bal için 3 kilo nektar toplanması gerekir. Sonra da insanoğlu çıkıp boşu boşuna yaşadığından dem vurur durur. İnsan yeryüzünde olmasa dahi doğa varoluşunu devam ettirebilir. Oysa bütün bir ömrü boyunca bir çay kaşığı bal üreten bir minik canlı olmasa insan dünya üzerinde en fazla 4 yıl kalabilir... 🍯🐝
    1
    0 Commenti 0 condivisioni
  • TÜRK Kültüründe "SARI - KIRMIZI - YEŞİL"

    İnsanları bir araya getiren, onların ortak değerlerde birleşip
    bir ulus olmalarına etki eden değerlerin başında renkler gelir.

    Sarı, kırmızı, yeşil, beyaz ve mavi...
    bu renkleri Türkler tarihleri boyunca kültürlerinde,
    günlük hayatlarında kullanmış, kimi zaman halı desenlerinde,
    kimi zaman giyim kuşamlarında hep bu renklerle bezenmişlerdir.

    Günümüzde, Türkmen-Yörüklerin kullandığı cepken, entari, potur, dizlik, çorap, çarık ve başlarına bağladıkları poçu’ları bu renklerle boyanmaktadır. Bu renkler ayrıca tarihte kurulmuş.

    Türk devletlerinin bayraklarında da kullanılmıştır.

    Bayrağımızdaki kırmızı ve beyaz
    Türk halkını bir bayrak altında toplayan renklerdir.

    Renklerin değişik anlamlar ifade etmesi ise
    mitolojiden de kaynaklanmakla birlikte uygarlıkla ilgilidir

    Bugün suni bir şekilde etnik hale getirilmeye çalışılan
    Sarı , kırmızı ve yeşil de
    tamamen Türk kültüründe önem verilen renkleridir zaten.

    Türklerden, renklerin yön belirten sembolik anlamları konusuna
    ilk defa dikkatimizi çeken Ziya Gökalp’tir.

    Renkler Türk kültüründe yön bildiren kavramlardır.

    Bunların ötesinde Türk gelenek, görenek ve kültüründe
    gücü, kuvveti, hakimiyeti işaret etmek için sarı rengin ön plana çıktığı görülmektedir.

    3 RENGİN ANLAMI

    YEŞİL : DİRİLİK,TAZELİK,GENÇLİK

    SARI : MERKEZ,HÜKÜMRANLIK

    KIRMIZI : TANRI, KORUYUCU RUH, OCAK(EV),

    DİRLİK, BAĞIMSIZLIK, HÜRRİYET



    Türk tarihinin muhtelif devrelerinde renklerin yönleri ifade etmek için kullanıldığını biliyoruz. Dört yönün her birisi ayrı renk ile şekillenmiştir

    Kara Kuzey
    Kızıl (Al) Güney
    Gök (Yeşil) Doğu
    Ak Batı

    Bu konuda Alföldi’nin II. Tarih Kongresinde sunduğu bildiride:

    “Moğol kavimlerinin bayrak direklerinde sallanan beş renkli hamailler
    (yeşil, beyaz,kırmızı, kara ve sarı)
    şüphesiz Çinlilerde olduğu gibi onlarda da dört kutbun
    ve dünyanın merkezinin renklerine tekabül eder.

    ____________Sarı

    Temel olarak neşe ve keyif verici bir renk olan sarı,
    Türk kültüründe yön bildirme açısından dünyanın merkezinin sembolüdür.

    Aynı zamanda bilgeliği, anlayışı
    ve yüksek düzeyde sezgisel kavrayışı da açığa çıkarır.

    Bu renk Türk mitolojisindeki Ülgen’le doğrudan doğruya ilintilidir.

    Ülgen’in öyle bir sarayı vardır ki bu sarayın kapıları altından olup Ülgen
    de altın bir taht üzerinde oturmaktadır.

    Bugün kullanılan sarı da, Osmanlı dörneminde sırma sarısı olarak ifade edilen sarı da hep altın sarısı olmuştur.

    Altın tonlarındaki sarı,
    ruhsal kusursuzluğu, huzur ve dinlenmeyi temsil eder.

    Ögel:
    “Kanaatimizce, Ülgen’in altın tahtının sembolü olarak dünyanın merkezinin işareti diye kabul edilmiş olan sarı renk, bu sembol anlamını Türklerin çizmelerinin (edik) rengi olarak da uzun yıllar sürdürmüştür.

    Zira, bilindiği gibi Türkmenler yüzyıllarca, sarı edik ile
    kızıl keçeden külah giymişlerdir.

    Halkımız arasında bugün de çok yaygın olarak kullanılan
    ‘Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ deyiminin de kaynağı
    bu tarih ve kültür geleneğimizdir...

    Türklerde sarı rengin hükümranlık rengi olarak
    kullanılmasıyla ilgili tarihi bilgilere baktığımız zaman ise:

    Meselâ Uygur Türk yazılı belgelerinde ‘sarıg urunggu’ yani sarı bayrak,
    bir burcun adı olarak geçmektedir.”13 demektedir.

    Sarı renk, Memlük ve ve Altın Ordusu devletlerinde çok kullanılmış, bayraklarının ana rengi olmuştur.

    Sarı renk aynı zamanda güneşin rengi ve simgesidir.

    Sarı tonlu meyve ve sebzelerin, bağırsaklar için
    iyileştirici etki yapan ve sinirleri sakinleştiren bir eğilim gösterir.

    Sarı renk ile de tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar arasında böbrek rahatsızlıkları, hazımsızlık, felç, bitkinlik,
    egzama ile sindirim sistemiyle ilgili bazı hastalıklar sayılabilir.

    Türk destanlarında ise
    sarı renk kötülük ve felaket sembolü olarak görülmüştür.

    Sarı ejderha Türk masallarında kuşku ve kötü duygular veren bir motiftir.

    Sarı renk Anadolu kültüründe hastalık sembolü olarak bilinir.

    ____________Kırmızı (Al, Kızıl)

    Halk arasında al ve kızıl adları ile de bilinen kırmızı renk
    genel kültürümüzde heyecan, kudret ve akıncılığın sembolüdür.

    Cesaret, hayatta kalma ve hayat verme unsuru olarak bilinen kırmızı
    kan rengi olup yüzyıllar boyu Tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur.
    Trafik ışıklarında dur sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur.

    Tarihimizin başlangıcından beri manevi ve milli renk olarak algılanmakta, Türk duygusunu yansıtan milli bir sembol olarak görülmektedir.

    Rengini kandan alan kırmızı eski çağlarda yaşamın yenilenmesi olarak düşünülmüş, yontma taş ve cilalı taş dönemlerinde gömütlerde bulunan kemiklerin kırmızı renge boyanmış olmasının nedeni buna bağlanmaktadır.

    Anadolu’nun ana tanrıçası Kibele’nin olduğu gibi
    İbrahim Peygamber ve Meryem’in de simgesi kırmızıdır.

    Hakanların al kaftan giymeleri hakanlık sembolü idi.

    Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Ridaniye savaşına giderken ve savaş alanında kırmızı kaftan giyip beline kırmızı kemer takıp ayağına da sarı çizme giydiği tarihî belgelerden anlaşılmaktadır.

    Bu sembol zamanla anlam değiştirip düğünlerde damada al kaftan giydirme ve gelinlere al duvak takma geleneğine dönüşmüş, zamanla bu gelenek de değişime uğrayarak damada siyah elbise giydirilmiş, geline de beyaz duvak ve gelinlik takılır olmuştur.

    Halen Başkurtlarda sürdürülen damada kızıl cepken giydirilme geleneği,
    eski kızıl kaftanın kalıntısı olarak görülmektedir.

    Kırmızı güneşin doğuşunda ve batışında büründüğü renk olduğu için Türkmenlerce kutsal sayılmıştır.

    Türklerin eski inançları arasında
    koruyucu ruh olarak “Al Ateş” denilen
    ateş tanrısına inanılmakta idi.

    Eski devirlerden beri Türk hakanlarının al bayrak kullanması
    ateş kültü ve koruyucu ruh inancına dayanmaktadır.

    Rusların İgor destanında Kıpçak Türklerinin kızıl bayrağından söz edilmesi Türkleri savaşlarda kırmızı bayrak kullanması konusunda ileri sürülen bilgileri
    doğrulamaktadır.

    Kırgızların bayrak yerine aslı alev olan yalav sözcüğünü kullanması da
    ateş kültünden kaynaklanmaktadır.

    Kaşgarlı Mahmud’un:
    Ağdı kızıl bayrak
    Toğdı kara toprak

    biçimindeki dizeleri Türklerde kızıl bayrağın savaş bayrağı olarak kullanılışını işaret eden belgelerdendir.

    Osmanlıların kırmızı bayrağı seçmesi olayı da Reşat Genç tarafından: “Osmangazi hazretleri ak sancağı (Anadolu Selçuklu Sultanı’ndan) almadan önce, harb bayrağı için kızıl rengi seçip kabul etmişlerdi.

    Aşiret mensuplarını kolayca harb bayrağı altına toplayabilmek için onların tab’an meclup oldukları (yani yaradılışlarından tutkun oldukları) al renkli bayrağın manevi tesiri bulunduğunu takdir eylemişlerdi.”8 diye açıklanmaktadır.

    Abdülkadır İnan: “Al kelimesinin ateş kültü ile bağlı olduğunu gösteren bir emmare de bütün Türk kavimlerinde yaygın olan Alaslama merasimidir.

    Alaslama orta ve doğu Türklerinde ateşle temizleme ve takdis merasimidir.

    Anadolu’da da alaslama bir tedavi usulüdür.
    Bunun için kırk bır tane al renkli keten bezinden, okuya okuya parmağa bir ip yumağı yapılır. Sonra bu yumak ateşte yakılarak külü tekrar bir al bez üzerine konur ve bununla alazlanır.

    Al ruhu eski Türk panteonunda kuvvetli, belki hami tanrılardan biri olmuştur.

    Al kelimesinin ateş kültüyle alakası olması bilhassa bu ruhun en eski devirlerde hami ruh, ateş ve ocak ilahesi olduğunu göstermektedir.9

    Türk sosyal yaşamında kırmızı renk o kadar geniş yer tutmuştur ki
    Türk halılarında da genç kızlar kırmızı rengi hakim renk olarak kullanmışlardır.

    Türkün gözü alda olur söylemi de
    sosyal yaşamda kırmızının etkinliğini vurgulamaktadır.

    Al renk ile ilgili geleneklerden günümüzde hamile kadınlarla ilgili Al bastı olgusu da aynı kültün devamı konumunda görülmektedir.

    Kırmızı renk ile tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar olduğu bilinmektedir.
    Bunlardan astım, felç, bronşit, zatürre, kabızlık ve tüberkülozdur.
    Kırmızı titreşimlerin kan basıncını artırıp tansiyonu yükselttiği deneylerle
    kanıtlanmıştır. Solunum yollarına kırmızı ışık tutulduğunda solunumun hızlandığı ve kırmızı ışığa uzunca bakılınca göz kırpmaların sıklaştığı da kırmızı ışıkla ilgili saptanan bulgular arasındadır.

    Anneyi ve çocuğu korumak için lohusaya ve bebeğe kırmızı tül örtülür. Kırmızı altın takılır ve şeker yedirilir. Kırmızı ve beyazın kutsallığına inanıldığından loğusa kadının başına örtülen kırmızı örtü beyaz bir kurdale
    ile bağlanmaktadır.

    ____________Yeşil

    Sarı rengin sıcaklığı, mavi rengin sakinlik ve huzurunu bünyesinde barındıran bu renk doğa rengi olup doğada ağaçların, bitkilerin sembolüdür.

    İslâmiyetle kutsallık kazanan yeşil, Safevi türkmen devletinin bayrağının ana rengi olmuş, Osmanlı sancaklarında uzun süre kullanılmıştır.

    Eski Türkçe’de yaşıl olarak kullanılan
    ve yaş kökünden türeyen bu sözcük eski kullanımını dış Türklerde halen korumaktadır.

    Türklerin yeşille ilgili olarak manevi inanmalarının kökü
    en eski dini inanmalarından kaynaklanmaktadır.

    “Türk mitolojisine göre hayır ilahı Ülgen’in,
    koruyucu ruh olarak kabul edilen yedi oğlundan birinin adı Yaşıl (yeşil) Kaan idi ve umumiyetle bitkilerin yetişip-büyümesini düzenlediğine inanılırdı.

    Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın huzuruna kuzgun denilen
    kuşu göndererek yarattığı insan için can ister.

    Kuzgun semaya uçar. Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar. Gagasındaki can çam
    ormanına düşerek dağılır.

    Bundan dolayıdır ki çam, ardıç gibi ağaçlar yaz kış canlı kalıp
    yeşilliklerini muhafaza ederler.”12

    Orta Asya bozkırlarında hayvancılıkla geçinen ve konar göçer bir yaşam süren Türk halkı için doğa hayvanlarını beslemenin ve yaşamlarını sürdürmenin ana kaynağı oluşu nedeniyle doğa ve doğanın simgesi yeşilin önemi yadsınamaz. İlkbaharda çimenlerin açık yeşilinden ormanların koyu yeşiline kadar her tonu yatıştırıcı, iyileştirici, huzurlu ve sakinleştiricidir. Bahar yeşili, yeniden yaşamayı, yeniden canlanmayı ve neşeyi temsil etmektedir.

    Yeşil renkle de tedavi edildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar, başta sinirsel rahatsızlıklar olmak üzere ülser, tifo, karın ağrısı, sıtma ve astımdır.

    Yaş sözü bütün Türk kavimlerinde insan ömrü için kullanılan bir sözcüktür.

    Eski Türkler yaşlarını söylerken örneğin “Ben kırk yaşarma (yeşerme) gördüm” Yani doğa yılda bir kez yeşerir, ben kırk kez doğanın yeşermesini görmüşüm. Yani kırk yaşındayım biçiminde yorumlandığı için yaş sözü ömür karşılığında kullanılmaktadır.

    Bağımsızlık mücadelesi veren esir Türk illerinin kurtuluş mücadelelerinde bu renkler bayraklara, kıyafetlere yansıtılmıştır. Doğu Türkistan dâvasının ulu savaşçısı, görklü lideri, büyük alpereni rahmetli İsa Yusuf ALPTEKİN’in, 94 yıllık ömrü boyunca uçmağa varıncaya kadar sırtından çıkarmadığı “Çapan”ının renkleri de sarı, kırmızı, yeşil’den mürekkepti. Doğu Türkistan Göçmenler Vakfı 2. Başkanı Arslan ALPTEKİN, “Bu renklerin Orta Asya steplerinde yaşayan Türk topluluklarının sosyo-kültürel ve günlük hayatlarında yoğun olarak kullanıldığını” ifade ederek: “Sarı, kırmızı, yeşil renkleri Türk kızlarımızın el işlerinde, kıyafetlerinde, bindallı’larında, düğün, toy, şölen yeri süslemelerinde görebiliriz. Kırmızı: şehit kanlarını, yeşil: tabiatı (doğayı), sarı: bereketi, beyaz: barışı, mavi ise gökyüzünü, Göktürklüğü ifade eder” demektedir.

    GÖKTÜRKLERDE YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER

    1935''de, Altay'larda; VII-XI. asırlarda yaşamış Türk beylerinin mezarlarında yapılan kazılarda; yeşil, sarı, kırmızı ipekli elbise giydirilmiş cesetlerin bulunması, bu üç rengin Türklerde milli olduğu kadar dini değeri de haiz bulunduğunu göstermektedir.(Belleten Sayı 43, 1947)

    SELÇUKLULARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER

    Abdülcelil El Kazvini diyor ki: Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bayrağı de yeşil-sarı-kırmızı idi. 1110-1189 yıllarında yaşayan İranlı büyük alim Abdülcelil el Kazvini (Hicri 556-560) (Miladi 1161-1165) yıllarında yazdığı Kitab'un Nakz adlı eserinin konu ile ilgili 608. sayfasında Türkçe tercümesiyle söyle diyor:

    "Selçukluların melikleri ve sultanları eğer yüzbin asker toplarlarsa, siyah Sancak askerlerde bulunmazdı; yeşil, sarı ve kırmızı Sancak bulundururlardı.

    OSMANLILARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER

    Osmanlı İmparatorluğu ordularında da Sancaklar, Bayraklar ve Tuğlar Yeşil - Sarı - Kırmızı renkleri taşımışlardır.

    Osmanlıda hükümranlık bayrağı ve devlet başkanlığı forsu olarak kullanılan renkler de "sarı, kırmızı, yeşil" olarak görülmektedir.
    Türk kültür tarihinin başlangıcından bu yana milli birlik ve beraberliğimizin simgesi olarak kullanılan semboller ve renkler, bugün halen aynı işlevini sürdürmektedir.

    Türk Tarihi boyunca sarı kırmızı yeşil renkler hükümranlık renkleridir.

    Kaynaklar:

    -RENK DÜNYAMIZ VE TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER
    Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI
    -PROF. DR. REŞAT GENÇ " TÜRK İNANIŞLARI İLE MİLLİ GELENEKLERİNDE RENKLER VE SARI KIRMIZI YEŞİL - ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI "
    -PROF. DR. Mustafa Kafalı "TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER- (YÖRTÜRK DERGİSİ SAYI : 42)"
    -PROF. DR. SADIK TURAL "ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANI"
    TÜRK Kültüründe "SARI - KIRMIZI - YEŞİL" İnsanları bir araya getiren, onların ortak değerlerde birleşip bir ulus olmalarına etki eden değerlerin başında renkler gelir. Sarı, kırmızı, yeşil, beyaz ve mavi... bu renkleri Türkler tarihleri boyunca kültürlerinde, günlük hayatlarında kullanmış, kimi zaman halı desenlerinde, kimi zaman giyim kuşamlarında hep bu renklerle bezenmişlerdir. Günümüzde, Türkmen-Yörüklerin kullandığı cepken, entari, potur, dizlik, çorap, çarık ve başlarına bağladıkları poçu’ları bu renklerle boyanmaktadır. Bu renkler ayrıca tarihte kurulmuş. Türk devletlerinin bayraklarında da kullanılmıştır. Bayrağımızdaki kırmızı ve beyaz Türk halkını bir bayrak altında toplayan renklerdir. Renklerin değişik anlamlar ifade etmesi ise mitolojiden de kaynaklanmakla birlikte uygarlıkla ilgilidir Bugün suni bir şekilde etnik hale getirilmeye çalışılan Sarı , kırmızı ve yeşil de tamamen Türk kültüründe önem verilen renkleridir zaten. Türklerden, renklerin yön belirten sembolik anlamları konusuna ilk defa dikkatimizi çeken Ziya Gökalp’tir. Renkler Türk kültüründe yön bildiren kavramlardır. Bunların ötesinde Türk gelenek, görenek ve kültüründe gücü, kuvveti, hakimiyeti işaret etmek için sarı rengin ön plana çıktığı görülmektedir. 3 RENGİN ANLAMI YEŞİL : DİRİLİK,TAZELİK,GENÇLİK SARI : MERKEZ,HÜKÜMRANLIK KIRMIZI : TANRI, KORUYUCU RUH, OCAK(EV), DİRLİK, BAĞIMSIZLIK, HÜRRİYET Türk tarihinin muhtelif devrelerinde renklerin yönleri ifade etmek için kullanıldığını biliyoruz. Dört yönün her birisi ayrı renk ile şekillenmiştir Kara Kuzey Kızıl (Al) Güney Gök (Yeşil) Doğu Ak Batı Bu konuda Alföldi’nin II. Tarih Kongresinde sunduğu bildiride: “Moğol kavimlerinin bayrak direklerinde sallanan beş renkli hamailler (yeşil, beyaz,kırmızı, kara ve sarı) şüphesiz Çinlilerde olduğu gibi onlarda da dört kutbun ve dünyanın merkezinin renklerine tekabül eder. ____________Sarı Temel olarak neşe ve keyif verici bir renk olan sarı, Türk kültüründe yön bildirme açısından dünyanın merkezinin sembolüdür. Aynı zamanda bilgeliği, anlayışı ve yüksek düzeyde sezgisel kavrayışı da açığa çıkarır. Bu renk Türk mitolojisindeki Ülgen’le doğrudan doğruya ilintilidir. Ülgen’in öyle bir sarayı vardır ki bu sarayın kapıları altından olup Ülgen de altın bir taht üzerinde oturmaktadır. Bugün kullanılan sarı da, Osmanlı dörneminde sırma sarısı olarak ifade edilen sarı da hep altın sarısı olmuştur. Altın tonlarındaki sarı, ruhsal kusursuzluğu, huzur ve dinlenmeyi temsil eder. Ögel: “Kanaatimizce, Ülgen’in altın tahtının sembolü olarak dünyanın merkezinin işareti diye kabul edilmiş olan sarı renk, bu sembol anlamını Türklerin çizmelerinin (edik) rengi olarak da uzun yıllar sürdürmüştür. Zira, bilindiği gibi Türkmenler yüzyıllarca, sarı edik ile kızıl keçeden külah giymişlerdir. Halkımız arasında bugün de çok yaygın olarak kullanılan ‘Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ deyiminin de kaynağı bu tarih ve kültür geleneğimizdir... Türklerde sarı rengin hükümranlık rengi olarak kullanılmasıyla ilgili tarihi bilgilere baktığımız zaman ise: Meselâ Uygur Türk yazılı belgelerinde ‘sarıg urunggu’ yani sarı bayrak, bir burcun adı olarak geçmektedir.”13 demektedir. Sarı renk, Memlük ve ve Altın Ordusu devletlerinde çok kullanılmış, bayraklarının ana rengi olmuştur. Sarı renk aynı zamanda güneşin rengi ve simgesidir. Sarı tonlu meyve ve sebzelerin, bağırsaklar için iyileştirici etki yapan ve sinirleri sakinleştiren bir eğilim gösterir. Sarı renk ile de tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar arasında böbrek rahatsızlıkları, hazımsızlık, felç, bitkinlik, egzama ile sindirim sistemiyle ilgili bazı hastalıklar sayılabilir. Türk destanlarında ise sarı renk kötülük ve felaket sembolü olarak görülmüştür. Sarı ejderha Türk masallarında kuşku ve kötü duygular veren bir motiftir. Sarı renk Anadolu kültüründe hastalık sembolü olarak bilinir. ____________Kırmızı (Al, Kızıl) Halk arasında al ve kızıl adları ile de bilinen kırmızı renk genel kültürümüzde heyecan, kudret ve akıncılığın sembolüdür. Cesaret, hayatta kalma ve hayat verme unsuru olarak bilinen kırmızı kan rengi olup yüzyıllar boyu Tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik ışıklarında dur sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur. Tarihimizin başlangıcından beri manevi ve milli renk olarak algılanmakta, Türk duygusunu yansıtan milli bir sembol olarak görülmektedir. Rengini kandan alan kırmızı eski çağlarda yaşamın yenilenmesi olarak düşünülmüş, yontma taş ve cilalı taş dönemlerinde gömütlerde bulunan kemiklerin kırmızı renge boyanmış olmasının nedeni buna bağlanmaktadır. Anadolu’nun ana tanrıçası Kibele’nin olduğu gibi İbrahim Peygamber ve Meryem’in de simgesi kırmızıdır. Hakanların al kaftan giymeleri hakanlık sembolü idi. Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Ridaniye savaşına giderken ve savaş alanında kırmızı kaftan giyip beline kırmızı kemer takıp ayağına da sarı çizme giydiği tarihî belgelerden anlaşılmaktadır. Bu sembol zamanla anlam değiştirip düğünlerde damada al kaftan giydirme ve gelinlere al duvak takma geleneğine dönüşmüş, zamanla bu gelenek de değişime uğrayarak damada siyah elbise giydirilmiş, geline de beyaz duvak ve gelinlik takılır olmuştur. Halen Başkurtlarda sürdürülen damada kızıl cepken giydirilme geleneği, eski kızıl kaftanın kalıntısı olarak görülmektedir. Kırmızı güneşin doğuşunda ve batışında büründüğü renk olduğu için Türkmenlerce kutsal sayılmıştır. Türklerin eski inançları arasında koruyucu ruh olarak “Al Ateş” denilen ateş tanrısına inanılmakta idi. Eski devirlerden beri Türk hakanlarının al bayrak kullanması ateş kültü ve koruyucu ruh inancına dayanmaktadır. Rusların İgor destanında Kıpçak Türklerinin kızıl bayrağından söz edilmesi Türkleri savaşlarda kırmızı bayrak kullanması konusunda ileri sürülen bilgileri doğrulamaktadır. Kırgızların bayrak yerine aslı alev olan yalav sözcüğünü kullanması da ateş kültünden kaynaklanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un: Ağdı kızıl bayrak Toğdı kara toprak biçimindeki dizeleri Türklerde kızıl bayrağın savaş bayrağı olarak kullanılışını işaret eden belgelerdendir. Osmanlıların kırmızı bayrağı seçmesi olayı da Reşat Genç tarafından: “Osmangazi hazretleri ak sancağı (Anadolu Selçuklu Sultanı’ndan) almadan önce, harb bayrağı için kızıl rengi seçip kabul etmişlerdi. Aşiret mensuplarını kolayca harb bayrağı altına toplayabilmek için onların tab’an meclup oldukları (yani yaradılışlarından tutkun oldukları) al renkli bayrağın manevi tesiri bulunduğunu takdir eylemişlerdi.”8 diye açıklanmaktadır. Abdülkadır İnan: “Al kelimesinin ateş kültü ile bağlı olduğunu gösteren bir emmare de bütün Türk kavimlerinde yaygın olan Alaslama merasimidir. Alaslama orta ve doğu Türklerinde ateşle temizleme ve takdis merasimidir. Anadolu’da da alaslama bir tedavi usulüdür. Bunun için kırk bır tane al renkli keten bezinden, okuya okuya parmağa bir ip yumağı yapılır. Sonra bu yumak ateşte yakılarak külü tekrar bir al bez üzerine konur ve bununla alazlanır. Al ruhu eski Türk panteonunda kuvvetli, belki hami tanrılardan biri olmuştur. Al kelimesinin ateş kültüyle alakası olması bilhassa bu ruhun en eski devirlerde hami ruh, ateş ve ocak ilahesi olduğunu göstermektedir.9 Türk sosyal yaşamında kırmızı renk o kadar geniş yer tutmuştur ki Türk halılarında da genç kızlar kırmızı rengi hakim renk olarak kullanmışlardır. Türkün gözü alda olur söylemi de sosyal yaşamda kırmızının etkinliğini vurgulamaktadır. Al renk ile ilgili geleneklerden günümüzde hamile kadınlarla ilgili Al bastı olgusu da aynı kültün devamı konumunda görülmektedir. Kırmızı renk ile tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar olduğu bilinmektedir. Bunlardan astım, felç, bronşit, zatürre, kabızlık ve tüberkülozdur. Kırmızı titreşimlerin kan basıncını artırıp tansiyonu yükselttiği deneylerle kanıtlanmıştır. Solunum yollarına kırmızı ışık tutulduğunda solunumun hızlandığı ve kırmızı ışığa uzunca bakılınca göz kırpmaların sıklaştığı da kırmızı ışıkla ilgili saptanan bulgular arasındadır. Anneyi ve çocuğu korumak için lohusaya ve bebeğe kırmızı tül örtülür. Kırmızı altın takılır ve şeker yedirilir. Kırmızı ve beyazın kutsallığına inanıldığından loğusa kadının başına örtülen kırmızı örtü beyaz bir kurdale ile bağlanmaktadır. ____________Yeşil Sarı rengin sıcaklığı, mavi rengin sakinlik ve huzurunu bünyesinde barındıran bu renk doğa rengi olup doğada ağaçların, bitkilerin sembolüdür. İslâmiyetle kutsallık kazanan yeşil, Safevi türkmen devletinin bayrağının ana rengi olmuş, Osmanlı sancaklarında uzun süre kullanılmıştır. Eski Türkçe’de yaşıl olarak kullanılan ve yaş kökünden türeyen bu sözcük eski kullanımını dış Türklerde halen korumaktadır. Türklerin yeşille ilgili olarak manevi inanmalarının kökü en eski dini inanmalarından kaynaklanmaktadır. “Türk mitolojisine göre hayır ilahı Ülgen’in, koruyucu ruh olarak kabul edilen yedi oğlundan birinin adı Yaşıl (yeşil) Kaan idi ve umumiyetle bitkilerin yetişip-büyümesini düzenlediğine inanılırdı. Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın huzuruna kuzgun denilen kuşu göndererek yarattığı insan için can ister. Kuzgun semaya uçar. Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar. Gagasındaki can çam ormanına düşerek dağılır. Bundan dolayıdır ki çam, ardıç gibi ağaçlar yaz kış canlı kalıp yeşilliklerini muhafaza ederler.”12 Orta Asya bozkırlarında hayvancılıkla geçinen ve konar göçer bir yaşam süren Türk halkı için doğa hayvanlarını beslemenin ve yaşamlarını sürdürmenin ana kaynağı oluşu nedeniyle doğa ve doğanın simgesi yeşilin önemi yadsınamaz. İlkbaharda çimenlerin açık yeşilinden ormanların koyu yeşiline kadar her tonu yatıştırıcı, iyileştirici, huzurlu ve sakinleştiricidir. Bahar yeşili, yeniden yaşamayı, yeniden canlanmayı ve neşeyi temsil etmektedir. Yeşil renkle de tedavi edildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar, başta sinirsel rahatsızlıklar olmak üzere ülser, tifo, karın ağrısı, sıtma ve astımdır. Yaş sözü bütün Türk kavimlerinde insan ömrü için kullanılan bir sözcüktür. Eski Türkler yaşlarını söylerken örneğin “Ben kırk yaşarma (yeşerme) gördüm” Yani doğa yılda bir kez yeşerir, ben kırk kez doğanın yeşermesini görmüşüm. Yani kırk yaşındayım biçiminde yorumlandığı için yaş sözü ömür karşılığında kullanılmaktadır. Bağımsızlık mücadelesi veren esir Türk illerinin kurtuluş mücadelelerinde bu renkler bayraklara, kıyafetlere yansıtılmıştır. Doğu Türkistan dâvasının ulu savaşçısı, görklü lideri, büyük alpereni rahmetli İsa Yusuf ALPTEKİN’in, 94 yıllık ömrü boyunca uçmağa varıncaya kadar sırtından çıkarmadığı “Çapan”ının renkleri de sarı, kırmızı, yeşil’den mürekkepti. Doğu Türkistan Göçmenler Vakfı 2. Başkanı Arslan ALPTEKİN, “Bu renklerin Orta Asya steplerinde yaşayan Türk topluluklarının sosyo-kültürel ve günlük hayatlarında yoğun olarak kullanıldığını” ifade ederek: “Sarı, kırmızı, yeşil renkleri Türk kızlarımızın el işlerinde, kıyafetlerinde, bindallı’larında, düğün, toy, şölen yeri süslemelerinde görebiliriz. Kırmızı: şehit kanlarını, yeşil: tabiatı (doğayı), sarı: bereketi, beyaz: barışı, mavi ise gökyüzünü, Göktürklüğü ifade eder” demektedir. GÖKTÜRKLERDE YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER 1935''de, Altay'larda; VII-XI. asırlarda yaşamış Türk beylerinin mezarlarında yapılan kazılarda; yeşil, sarı, kırmızı ipekli elbise giydirilmiş cesetlerin bulunması, bu üç rengin Türklerde milli olduğu kadar dini değeri de haiz bulunduğunu göstermektedir.(Belleten Sayı 43, 1947) SELÇUKLULARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER Abdülcelil El Kazvini diyor ki: Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bayrağı de yeşil-sarı-kırmızı idi. 1110-1189 yıllarında yaşayan İranlı büyük alim Abdülcelil el Kazvini (Hicri 556-560) (Miladi 1161-1165) yıllarında yazdığı Kitab'un Nakz adlı eserinin konu ile ilgili 608. sayfasında Türkçe tercümesiyle söyle diyor: "Selçukluların melikleri ve sultanları eğer yüzbin asker toplarlarsa, siyah Sancak askerlerde bulunmazdı; yeşil, sarı ve kırmızı Sancak bulundururlardı. OSMANLILARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER Osmanlı İmparatorluğu ordularında da Sancaklar, Bayraklar ve Tuğlar Yeşil - Sarı - Kırmızı renkleri taşımışlardır. Osmanlıda hükümranlık bayrağı ve devlet başkanlığı forsu olarak kullanılan renkler de "sarı, kırmızı, yeşil" olarak görülmektedir. Türk kültür tarihinin başlangıcından bu yana milli birlik ve beraberliğimizin simgesi olarak kullanılan semboller ve renkler, bugün halen aynı işlevini sürdürmektedir. Türk Tarihi boyunca sarı kırmızı yeşil renkler hükümranlık renkleridir. Kaynaklar: -RENK DÜNYAMIZ VE TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI -PROF. DR. REŞAT GENÇ " TÜRK İNANIŞLARI İLE MİLLİ GELENEKLERİNDE RENKLER VE SARI KIRMIZI YEŞİL - ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI " -PROF. DR. Mustafa Kafalı "TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER- (YÖRTÜRK DERGİSİ SAYI : 42)" -PROF. DR. SADIK TURAL "ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANI"
    0 Commenti 0 condivisioni
  • Denge Sütununun Amacı

    Ülkemizde bazı cami, konak ve medreselerde rastlanılan elle çevirilince dönen denge sütununun amacı depremin binaya verdiği hasarı görmek.

    Dönen taş denge sütunun dönmemesi durumu, yapının statik formunun ideal değerleri dışına çıktığına ve yapının görülen veya görülemeyen bir hasar aldığına işaret eder. Kısaca sütun dönmüyorsa yapının temel unsurları hasar görmüştür.

    Birçok fay hattı üzerinde bulunan Türkiye’de, depremin yaptığı etkileri görmek amacıyla tasarlanan bu sütun günümüz mimari yapıları ile kıyaslanamıyor bile…

    Öyle ki, 800 yıl önce yapılan bu yapılar, insan canının neredeyse hiçe sayıldığı, en ucuz malzemenin kullanıldığı, betonun ve demirin en kalitesiz halinin kullanıldığı son 100 yıldaki yapılardan çok daha ince düşünülmüş ve önem gösterilmiş durumda.

    Denge Sütununun Kullanıldığı Bazı Yerler:
    Kayseri Develi Ulu Camii,
    Amasya Beyazıt Camii,
    Sivas Divriği Ulucamii (depremden hasar almış durumda ve dönmüyor),
    Manisa Muradiye Camii,
    Kırşehir Cacabey Medresesi (depremden hasar almış durumda ve dönmüyor),
    Tokat Niksar Belediye Hizmet Binası,
    Diyarbakır Ulu Camii,
    Bursa Yeşil Camii,
    Edremit Eğilmez Camii,
    Bergama Ulu Camii,
    Bolu yıldırım Beyazıt Camii,
    Bir şunu diyen bir yazı '29.42 Bergama Ulu Cami veya Yıldırım Camii, Sultan Yıldırım Bayezid tarafından 1399 tarihinde yaptırılmış, İzmir'in Bergama ilçesinde bulunan tarihî cami.
    Denge Sütununun Amacı Ülkemizde bazı cami, konak ve medreselerde rastlanılan elle çevirilince dönen denge sütununun amacı depremin binaya verdiği hasarı görmek. Dönen taş denge sütunun dönmemesi durumu, yapının statik formunun ideal değerleri dışına çıktığına ve yapının görülen veya görülemeyen bir hasar aldığına işaret eder. Kısaca sütun dönmüyorsa yapının temel unsurları hasar görmüştür. Birçok fay hattı üzerinde bulunan Türkiye’de, depremin yaptığı etkileri görmek amacıyla tasarlanan bu sütun günümüz mimari yapıları ile kıyaslanamıyor bile… Öyle ki, 800 yıl önce yapılan bu yapılar, insan canının neredeyse hiçe sayıldığı, en ucuz malzemenin kullanıldığı, betonun ve demirin en kalitesiz halinin kullanıldığı son 100 yıldaki yapılardan çok daha ince düşünülmüş ve önem gösterilmiş durumda. Denge Sütununun Kullanıldığı Bazı Yerler: Kayseri Develi Ulu Camii, Amasya Beyazıt Camii, Sivas Divriği Ulucamii (depremden hasar almış durumda ve dönmüyor), Manisa Muradiye Camii, Kırşehir Cacabey Medresesi (depremden hasar almış durumda ve dönmüyor), Tokat Niksar Belediye Hizmet Binası, Diyarbakır Ulu Camii, Bursa Yeşil Camii, Edremit Eğilmez Camii, Bergama Ulu Camii, Bolu yıldırım Beyazıt Camii, Bir şunu diyen bir yazı '29.42 Bergama Ulu Cami veya Yıldırım Camii, Sultan Yıldırım Bayezid tarafından 1399 tarihinde yaptırılmış, İzmir'in Bergama ilçesinde bulunan tarihî cami.
    0 Commenti 0 condivisioni
Pagine in Evidenza