• Türkiye Hakkında Bilmeyebileceğiniz 15 İlginç Gerçek

    1. İstanbul, dünyada iki kıtayı kapsayan tek şehirdir: Avrupa ve Asya, Boğaz Boğazı ile bölünmüştür.
    2. Türkiye, bilinen en eski insan yerleşimlerinden biri olan Göbekli Tepe'ye ev sahipliği yapıyor. 11.000 yılı aşkın bir süre öncesine dayanan.
    3. Homeros'un *İlyada*'sından ünlü Truva antik kenti günümüz Türkiye'sinde yer alıyor.
    4. Ülke, Bizans İmparatorluğu'nun ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbiydi, her ikisi de zengin kültürel ve tarihi miraslar bıraktı.
    5. Türkiye, günümüz Noel Baba'sının ilham kaynağı olan Aziz Nikolas'ın doğum yeridir.
    6. Kapadokya bölgesi, eşsiz kaya oluşumları, yeraltı şehirleri ve sıcak hava balonu sürüşleriyle ünlüdür.
    7. Zengin lezzeti ve kalın tutarlılığı ile bilinen Türk kahvesi UNESCO tarafından soyut olmayan bir kültür mirası olarak kabul ediliyor.
    8. İstanbul'daki 1455 yılına dayanan Grand Çarşı, dünyanın en büyük ve en eski kapalı pazarlarından biri.
    9. Önce kilise, sonra cami, sonra müze, şimdi de yeniden cami olan Ayasofya, Türkiye’nin katmanlı tarihini simgeliyor.
    10. Türkiye, çoğu Nutella gibi ürünlerde kullanılan dünya fındığının %75'ini üretiyor.
    11. Türkçe’de “pamukkale” anlamına gelen Pamukkale, beyaz traverten teraslarından oluşan doğal termal havuzlara sahiptir.
    12. Nuh’un gemisinin indiğine inanılan Ararat Dağı, Türkiye’nin en yüksek zirvesi.
    13. Genellikle Hollanda ile ilişkili olan laleler Türkiye kökenli ve 16. yüzyılda Avrupa'ya tanıtıldı.
    14. Tatlı bir şekerleme olan Türk lokumu (*lokum*), 500 yılı aşkın süredir ülke mutfağının bir parçası.
    15. Efes'te yer alan antik Celsus Kütüphanesi, antik dünyanın en büyük kütüphanelerinden biriydi.
    Türkiye 🇹🇷 Hakkında Bilmeyebileceğiniz 15 İlginç Gerçek 1. İstanbul, dünyada iki kıtayı kapsayan tek şehirdir: Avrupa ve Asya, Boğaz Boğazı ile bölünmüştür. 2. Türkiye, bilinen en eski insan yerleşimlerinden biri olan Göbekli Tepe'ye ev sahipliği yapıyor. 11.000 yılı aşkın bir süre öncesine dayanan. 3. Homeros'un *İlyada*'sından ünlü Truva antik kenti günümüz Türkiye'sinde yer alıyor. 4. Ülke, Bizans İmparatorluğu'nun ve daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbiydi, her ikisi de zengin kültürel ve tarihi miraslar bıraktı. 5. Türkiye, günümüz Noel Baba'sının ilham kaynağı olan Aziz Nikolas'ın doğum yeridir. 6. Kapadokya bölgesi, eşsiz kaya oluşumları, yeraltı şehirleri ve sıcak hava balonu sürüşleriyle ünlüdür. 7. Zengin lezzeti ve kalın tutarlılığı ile bilinen Türk kahvesi UNESCO tarafından soyut olmayan bir kültür mirası olarak kabul ediliyor. 8. İstanbul'daki 1455 yılına dayanan Grand Çarşı, dünyanın en büyük ve en eski kapalı pazarlarından biri. 9. Önce kilise, sonra cami, sonra müze, şimdi de yeniden cami olan Ayasofya, Türkiye’nin katmanlı tarihini simgeliyor. 10. Türkiye, çoğu Nutella gibi ürünlerde kullanılan dünya fındığının %75'ini üretiyor. 11. Türkçe’de “pamukkale” anlamına gelen Pamukkale, beyaz traverten teraslarından oluşan doğal termal havuzlara sahiptir. 12. Nuh’un gemisinin indiğine inanılan Ararat Dağı, Türkiye’nin en yüksek zirvesi. 13. Genellikle Hollanda ile ilişkili olan laleler Türkiye kökenli ve 16. yüzyılda Avrupa'ya tanıtıldı. 14. Tatlı bir şekerleme olan Türk lokumu (*lokum*), 500 yılı aşkın süredir ülke mutfağının bir parçası. 15. Efes'te yer alan antik Celsus Kütüphanesi, antik dünyanın en büyük kütüphanelerinden biriydi.
    0 Kommentare 0 Anteile
  • AŞURE TARİFİ İÇİN MALZEMELER
    - 700 gram buğday
    - 2 su bardağı nohut
    - 2 su bardağı fasulye
    - 1 su bardağı kuru üzüm
    - 200 gram kuru incir
    - 200 gram kuru kayısı
    - 3,5 su bardağı şeker
    - Bir fiske tuz
    - 2 litre su
    SÜSLEMEK İÇİN:
    - 1 adet nar
    - 3 yemek kaşığı kuş üzümü
    - 2 yemek kaşığı tarçın
    - 1 su bardağı fındık
    - 1 su bardağı ceviz
    HAZIRLANIŞI
    Buğday, nohut ve fasulye bir gece önceden ıslanır. Ardından tencereye alınırlar ve yumuşayana kadar kaynatılırlar. Kuru incir ve kuru kayısı doğranır. İncirin aşureyi karartması ve çekirdeklerinin dağılmaması için içi yıkanabilir. Bakliyatlar yumuşayınca içine doğranmış incir, kayısı, üzüm ve şekeri de atılarak 10 dakika kadar daha kaynatılır. Ocaktan alınan aşure, kaselere doldurulur. Soğuduğu zaman üzeri nar, kuş üzümü, fındık ve cevizle süslenir. Afiyet olsun
    AŞURE TARİFİ İÇİN MALZEMELER - 700 gram buğday - 2 su bardağı nohut - 2 su bardağı fasulye - 1 su bardağı kuru üzüm - 200 gram kuru incir - 200 gram kuru kayısı - 3,5 su bardağı şeker - Bir fiske tuz - 2 litre su SÜSLEMEK İÇİN: - 1 adet nar - 3 yemek kaşığı kuş üzümü - 2 yemek kaşığı tarçın - 1 su bardağı fındık - 1 su bardağı ceviz HAZIRLANIŞI Buğday, nohut ve fasulye bir gece önceden ıslanır. Ardından tencereye alınırlar ve yumuşayana kadar kaynatılırlar. Kuru incir ve kuru kayısı doğranır. İncirin aşureyi karartması ve çekirdeklerinin dağılmaması için içi yıkanabilir. Bakliyatlar yumuşayınca içine doğranmış incir, kayısı, üzüm ve şekeri de atılarak 10 dakika kadar daha kaynatılır. Ocaktan alınan aşure, kaselere doldurulur. Soğuduğu zaman üzeri nar, kuş üzümü, fındık ve cevizle süslenir. Afiyet olsun
    0 Kommentare 0 Anteile
  • Mısır Afrika’nındır:
    En yüksek Buğday üreticisi
    En yüksek Kuru Soğan üreticisi
    En yüksek domates üreticisi
    En yüksek patates üreticisi
    En yüksek salatalık üreticisi
    En yüksek Sarımsak üreticisi
    En yüksek portakal üreticisi
    Şeker Pancarının En Yüksek Üreticisi
    2. en yüksek Lahana üreticisi
    2. en yüksek Üzüm üreticisi
    2. en yüksek limon üreticisi
    2. en yüksek Mango üreticisi
    4'üncü büyük Mısır üreticisi
    5'inci büyük havuç üreticisi
    Diğerleri arasında
    Yukarıdakiler yıllık ortalama üretime dayanmaktadır (2017 - 2021)
    Mısır'ın Ekilebilir Alanı yaklaşık 3,5 Milyon Hektar olup kıtanın en küçük 13'üncü alanıdır
    Mısır'ın yaklaşık %96'sı çöldür
    Mısır 🇪🇬 Afrika’nındır: ▪️En yüksek Buğday üreticisi ▪️En yüksek Kuru Soğan üreticisi ▪️En yüksek domates üreticisi ▪️En yüksek patates üreticisi ▪️En yüksek salatalık üreticisi ▪️En yüksek Sarımsak üreticisi ▪️En yüksek portakal üreticisi ▪️Şeker Pancarının En Yüksek Üreticisi ▪️2. en yüksek Lahana üreticisi ▪️2. en yüksek Üzüm üreticisi ▪️2. en yüksek limon üreticisi ▪️2. en yüksek Mango üreticisi ▪️4'üncü büyük Mısır üreticisi ▪️5'inci büyük havuç üreticisi Diğerleri arasında Yukarıdakiler yıllık ortalama üretime dayanmaktadır (2017 - 2021) ▪️Mısır'ın Ekilebilir Alanı yaklaşık 3,5 Milyon Hektar olup kıtanın en küçük 13'üncü alanıdır ▪️ Mısır'ın yaklaşık %96'sı çöldür
    0 Kommentare 0 Anteile
  • ŞAMAMA...
    Öyle bir kavun düşünün ki elma büyüklüğünde, parfüm kadar etkili mis gibi kokan bir lezzet.
    Şamama kavunu günümüzde unutulmuş lezzetlerden biridir.

    Arapçadaki “şemm (hoş kokan,güzel kokulu)” sözcüğünden türemiştir. Şamama ile ilgili en eski kayıtlar Divanü Lugat-ıt Türk’te karşımıza çıkmaktadır.
    Eskiden evlerde evin birçok noktasına asılır, elbiselerin arasına konulur, gelin çeyizlerine eklenir, askere giden gençlerin bohçalarına konulan bir parfümdür.
    Şamama kavunu, günümüz kavunları gibi tatlı değildi, bundan dolayı yiyecek olarak tüketilmezdi.
    Fakat aroması bir çok lezet için şurup, tatlı, şeker, lokum, şerbet yapımında kullanılmaktaydı. Şamama, hasat edildiği zaman çok güzel kokmazmış.
    Un ve ya kepek çuvallarının içinde 2 hafta bekletildikten sonra mis gibi kokmaya başlarmış.
    Anadolu’nun hemen hemen heryerinde yetişebilen bir meyvedir.
    Anadolu’daki bazı isimleri şöyledir; alabaş (Osmaniye), cırdatan (Bolu), cırlangıç (Denizli), eşememe (Mersin), şebeden (Maraş) şememe Gaziantep şeklindedir.
    Eşref Bin Muhammed’in 14. yüzyılda yazdığı eserlerinde tıpta şamama koklamanın beyin sağlığına çok iyi geldiğini, tüketmenin ise mide rahatsızlıklarını giderdiğini bildirmektedir.
    Ayrıca Evliya Çelebinin seyahatnamesinde Şamama kavunlarının zenginler ve padişahlar arasında hediye olarak sunulmakta olduğu yazmaktadır.
    Osmanlı döneminde elde şamama taşımak adet haline gelmiştir.
    İnsanlar hem güzel kokmak hem de arada koklayıp mutlu olmak için yanlarında taşırlarmış.
    Anadolu edebiyatını incelediğimizde bir çok şiirde şamama kavunundan bahsetmektedir.
    Geçmişte bir cep telefonu gibi insanların yanlarında taşıdığı, önem vermiş olduğu bu güzellik günümüzde unutulmuştur.
    ŞAMAMA... Öyle bir kavun düşünün ki elma büyüklüğünde, parfüm kadar etkili mis gibi kokan bir lezzet. Şamama kavunu günümüzde unutulmuş lezzetlerden biridir. Arapçadaki “şemm (hoş kokan,güzel kokulu)” sözcüğünden türemiştir. Şamama ile ilgili en eski kayıtlar Divanü Lugat-ıt Türk’te karşımıza çıkmaktadır. Eskiden evlerde evin birçok noktasına asılır, elbiselerin arasına konulur, gelin çeyizlerine eklenir, askere giden gençlerin bohçalarına konulan bir parfümdür. Şamama kavunu, günümüz kavunları gibi tatlı değildi, bundan dolayı yiyecek olarak tüketilmezdi. Fakat aroması bir çok lezet için şurup, tatlı, şeker, lokum, şerbet yapımında kullanılmaktaydı. Şamama, hasat edildiği zaman çok güzel kokmazmış. Un ve ya kepek çuvallarının içinde 2 hafta bekletildikten sonra mis gibi kokmaya başlarmış. Anadolu’nun hemen hemen heryerinde yetişebilen bir meyvedir. Anadolu’daki bazı isimleri şöyledir; alabaş (Osmaniye), cırdatan (Bolu), cırlangıç (Denizli), eşememe (Mersin), şebeden (Maraş) şememe Gaziantep şeklindedir. Eşref Bin Muhammed’in 14. yüzyılda yazdığı eserlerinde tıpta şamama koklamanın beyin sağlığına çok iyi geldiğini, tüketmenin ise mide rahatsızlıklarını giderdiğini bildirmektedir. Ayrıca Evliya Çelebinin seyahatnamesinde Şamama kavunlarının zenginler ve padişahlar arasında hediye olarak sunulmakta olduğu yazmaktadır. Osmanlı döneminde elde şamama taşımak adet haline gelmiştir. İnsanlar hem güzel kokmak hem de arada koklayıp mutlu olmak için yanlarında taşırlarmış. Anadolu edebiyatını incelediğimizde bir çok şiirde şamama kavunundan bahsetmektedir. Geçmişte bir cep telefonu gibi insanların yanlarında taşıdığı, önem vermiş olduğu bu güzellik günümüzde unutulmuştur.
    0 Kommentare 0 Anteile
  • ■ ALMAN BASININDA RAMAZAN VE BAYRAM, 1853

    [Alman Der Sammler Gazetesi, 20 Temmuz 1853 tarihli nüshasında İstanbul'daki Ramazan ve Bayramı anlatıyor]:

    "İFTAR TOPU

    Güneş batarken, bütün bataryalardan ateşlenen toplar, gündüz orucunun bittiğini ve yaklaşan gecenin türlü zevklere yeniden izin verdiğini göstermek için gümbürdüyor.

    Tüm kahveler açılıyor ve pırıl pırıl aydınlatılıyor. Tüm cami kubbeleri ışıklandırılıyor ve renkli kağıt fenerler bir minareden diğerine uzanan ipler üzerinde karanlık gecede parlayan meteorlar gibi sallanıyor.

    Camilerin pencerelerinden bir ışık denizi parlıyor ve sokaklardaki muhteşem çeşmeler ise etraflarını saran kandillerin binlerce gökkuşağı renkleriyle ışıl ışıl parlıyor.

    KAPALIÇARŞI

    Çeşitli revaklarıyla şehrin bir parçasını oluşturan büyük çarşının tüm tezgahları ve tonozları da parlak ışıklarla parlıyor. Burada sergilenen muhteşem eşyalar, özellikle halı, şal ve silahlar göze sunulmak üzere artan bir ihtişam içinde çarşı koridorlarında sergileniyor.

    Muazzam Konstantinopolis'te gözlemci yabancıların görme ve tatma duyularını dört hafta boyunca her akşam doyuran, neşeli ve bilinmeyen bir pasta dünyasına taşıyan, sihirli bir günde yol alıyoruz.

    Yabancılar bu gece saatlerinde kahvelerde eğlence aramak isterlerse, misafirleri sanatlarıyla eğlendirmek için mekandan mekana dolaşan hikaye anlatıcıları (meddahlar) ve Rum müzisyenleri bulacaktır.

    ZENGİN FAKİR YANYANA

    Fakat bütün bunlar anlamlı sîmalarıyla asaletli ve güçlü doğulu figürlerin sunduklarından daha az dikkat çekicidir. Divanlarda uzun bir sıra halinde oturan bu insanlar eski düşman bile olsalar, zengin-fakir yanyana dostça sohbetler ederler. Zira zaman, Ramazan için barışma zamanıdır. Burada her türlü statü farkı ve her olumsuz ilişki yasaklanmış gibi görünüyor. Herkese dostça bir neşe yayılmış durumda.

    YAKLAŞAN SAHUR

    Sahur yaklaştıkça yaklaşıyor ve biz ışıklı sokaklarda bir kez daha acele ediyoruz. Konuklar daha şimdiden parlak bir şekilde aydınlatılmış saraydan boşalıyor ve muhteşem atlarına binerek evlerine doğru sürüyorlar. Kendi evlerinin efendisi olarak, Ramazan'da her Müslüman'ın sabah namazından yaklaşık bir saat önce yediği yemeğe (sahur) oturuyorlar, ama içlerinde yabancının olmadığı sadece kendi aile üyeleri ile birlikte.

    Bu yemeğe "günlük oruç hazırlığı" anlamına gelen "imsak" deniliyor. Sonra alçak bir evin yanından geçerken açık kalmış pencereler evin içindeki arka odaları görmemize imkan tanıyor. Orada yaşlı bir baba, eşi, çocukları ve hizmetçileriyle birlikte, doğudaki ilk Hıristiyanların, geceleri düzenlenen eski aşk şölenlerini anımsatan yemekte ataerkil bir sakinlikle oturuyor.

    PERA

    Şimdi, Avrupalıların yaşadığı banliyö olan Pera'ya geçmek için sokaklardan limana doğru daha hızlı koşarsak, etrafımızda hala hareketli bir hayat vızıldıyor, şafak yaklaştıkça neşesi artıyor gibi görünüyor.

    Seyyar şeker ve tatlı satıcıları, mallarını seslice haykırarak satıyor. Pastaneciler dükkânlarında sık sık boşaltılan teneke tepsileri doldurmaya devam ediyor. Daha yoğun bir zevk sevenler, tütsülenmiş muhallebi çömlekleri ve çeşitli kuzu yemeklerinin etrafında toplanıyor.

    YEMEK İKRAMLARI

    Büyük bir pilav kazanı ve bir direğin üzerinde et taşıyan ve onu yer sofrasına oturmuş ahalinin önüne seren iki siyah köleyle karşılaşıyoruz. "Peygamberin dağıttığı gibi kendilerine ihsan edilen nimetleri cömertçe dağıtanlardan Allah razı olur!" diye yüksek sesle bağıran siyah adam üç kere "Elhamdülillah!" diyor. Fakirler topluluğu ise hep bir ağızdan cevap veriyorlar: "Allah hayır sahibinden ebeden razı olsun!"

    Kısa bir süre içinde biten ziyafetten sonra karnı doyanların teşekkür seslerini uzaklardan bile işitiyoruz: "Allah karnımızı doyuranların keselerini doldursun!" ve "Allah hayır sahibi zenginlerden razı olsun ve bize verdiklerinin bin katını onlara geri versin!"

    BAYRAM GÜNÜ

    Oruç ayı Ramazan'ın son akşamında yeni ay mutlu Şevval ayını ilan ediyor. (Bu yılın takvimine göre 7 Temmuz Perşembe), Dini bir bayram olan Büyük Bayram, "Iyd-ı fıtır" olarak da adlandırılır. Son orucun açılmasından sonra başlar ve eski Türk geleneğine göre bunu ikinci ve üçüncü bir kutlama günü takip eder.

    Bayramın ilk günün başlangıcı -bütün büyük kutlamalar gibi- kıyıdan ve limanın zengin bayraklı gemilerinden aralıksız bir top ateşi ile karşılanır. Müminler namaza gitmeden önce, şeriat, mümkün olduğu kadar güzel giysiler giymeyi övülmeye değer görür ki bu da mümkün olduğunca yapılmaya çalışılır. Öyle ki Türkçe bir deyimde bir insanın ne kadar fakir olduğu anlatılabilmek için şöyle denilir: "Kendine bir bayram elbisesi bile alamayacak kadar fakir"

    BAYRAM TEBRİKLERİ

    Yolda sürekli olarak emredilen dua kelimelerinin mırıltısı duyuluyor: "Allahu ekber!" "Tanrı büyüktür! Bayram kısmen Alman Yeni Yılı'na benziyor, çünkü bunda olduğu gibi herkes birbirine iyi dileklerde bulunur. Sokakta karşılaşan tamamen yabancılar bile birbirlerini bayram selamı ile selamlıyorlar: "Bayramın mübarek olsun!"

    KÜSLERİN BARIŞMASI

    Ramazan'da henüz bırakılamayan düşmanlıklar Bayram'da genellikle azalır ve kendisine sunulan barıştırma teşebbüsünü reddedenler halk arasında genel bir ayıplamayla karşılanır.

    Aynı zamanda birbirlerine hediyeler vermek de bu günde bir adettir ve Doğu geleneklerinin izin verdiği ölçüde kadınlar bu konuda daha fazla özgürlüğe sahiptir. Özenle dekore edilmiş uzun araba konvoylarındaki bütün harem halkı -elbette yeşil pelerinlere sarılmış ve sadece burunlarını ve gözlerini gösteren hanımlar- birbirlerini ziyaret ederler.

    BAYRAMDA KIR GEZİLERİ

    Bu bayram günlerinde insanlar yakın ve uzak eğlencelik yerlerde, Kağıthane Deresi'nde, Büyükdere'de, Dolmabahçe'de, Prens Adaları'nda birlikte kendilerini eğlendirirler. Bayram, Türkler gibi, zevk düşkünü Hıristiyanlar tarafından da aynı coşkuyla kutlanır.."

    Daha fazlası için lütfen takip ediniz: https://www.facebook.com/TariheSeyahat
    ■ ALMAN BASININDA RAMAZAN VE BAYRAM, 1853 ❤️ [Alman Der Sammler Gazetesi, 20 Temmuz 1853 tarihli nüshasında İstanbul'daki Ramazan ve Bayramı anlatıyor]: "İFTAR TOPU Güneş batarken, bütün bataryalardan ateşlenen toplar, gündüz orucunun bittiğini ve yaklaşan gecenin türlü zevklere yeniden izin verdiğini göstermek için gümbürdüyor. Tüm kahveler açılıyor ve pırıl pırıl aydınlatılıyor. Tüm cami kubbeleri ışıklandırılıyor ve renkli kağıt fenerler bir minareden diğerine uzanan ipler üzerinde karanlık gecede parlayan meteorlar gibi sallanıyor. Camilerin pencerelerinden bir ışık denizi parlıyor ve sokaklardaki muhteşem çeşmeler ise etraflarını saran kandillerin binlerce gökkuşağı renkleriyle ışıl ışıl parlıyor. KAPALIÇARŞI Çeşitli revaklarıyla şehrin bir parçasını oluşturan büyük çarşının tüm tezgahları ve tonozları da parlak ışıklarla parlıyor. Burada sergilenen muhteşem eşyalar, özellikle halı, şal ve silahlar göze sunulmak üzere artan bir ihtişam içinde çarşı koridorlarında sergileniyor. Muazzam Konstantinopolis'te gözlemci yabancıların görme ve tatma duyularını dört hafta boyunca her akşam doyuran, neşeli ve bilinmeyen bir pasta dünyasına taşıyan, sihirli bir günde yol alıyoruz. Yabancılar bu gece saatlerinde kahvelerde eğlence aramak isterlerse, misafirleri sanatlarıyla eğlendirmek için mekandan mekana dolaşan hikaye anlatıcıları (meddahlar) ve Rum müzisyenleri bulacaktır. ZENGİN FAKİR YANYANA Fakat bütün bunlar anlamlı sîmalarıyla asaletli ve güçlü doğulu figürlerin sunduklarından daha az dikkat çekicidir. Divanlarda uzun bir sıra halinde oturan bu insanlar eski düşman bile olsalar, zengin-fakir yanyana dostça sohbetler ederler. Zira zaman, Ramazan için barışma zamanıdır. Burada her türlü statü farkı ve her olumsuz ilişki yasaklanmış gibi görünüyor. Herkese dostça bir neşe yayılmış durumda. YAKLAŞAN SAHUR Sahur yaklaştıkça yaklaşıyor ve biz ışıklı sokaklarda bir kez daha acele ediyoruz. Konuklar daha şimdiden parlak bir şekilde aydınlatılmış saraydan boşalıyor ve muhteşem atlarına binerek evlerine doğru sürüyorlar. Kendi evlerinin efendisi olarak, Ramazan'da her Müslüman'ın sabah namazından yaklaşık bir saat önce yediği yemeğe (sahur) oturuyorlar, ama içlerinde yabancının olmadığı sadece kendi aile üyeleri ile birlikte. Bu yemeğe "günlük oruç hazırlığı" anlamına gelen "imsak" deniliyor. Sonra alçak bir evin yanından geçerken açık kalmış pencereler evin içindeki arka odaları görmemize imkan tanıyor. Orada yaşlı bir baba, eşi, çocukları ve hizmetçileriyle birlikte, doğudaki ilk Hıristiyanların, geceleri düzenlenen eski aşk şölenlerini anımsatan yemekte ataerkil bir sakinlikle oturuyor. PERA Şimdi, Avrupalıların yaşadığı banliyö olan Pera'ya geçmek için sokaklardan limana doğru daha hızlı koşarsak, etrafımızda hala hareketli bir hayat vızıldıyor, şafak yaklaştıkça neşesi artıyor gibi görünüyor. Seyyar şeker ve tatlı satıcıları, mallarını seslice haykırarak satıyor. Pastaneciler dükkânlarında sık sık boşaltılan teneke tepsileri doldurmaya devam ediyor. Daha yoğun bir zevk sevenler, tütsülenmiş muhallebi çömlekleri ve çeşitli kuzu yemeklerinin etrafında toplanıyor. YEMEK İKRAMLARI Büyük bir pilav kazanı ve bir direğin üzerinde et taşıyan ve onu yer sofrasına oturmuş ahalinin önüne seren iki siyah köleyle karşılaşıyoruz. "Peygamberin dağıttığı gibi kendilerine ihsan edilen nimetleri cömertçe dağıtanlardan Allah razı olur!" diye yüksek sesle bağıran siyah adam üç kere "Elhamdülillah!" diyor. Fakirler topluluğu ise hep bir ağızdan cevap veriyorlar: "Allah hayır sahibinden ebeden razı olsun!" Kısa bir süre içinde biten ziyafetten sonra karnı doyanların teşekkür seslerini uzaklardan bile işitiyoruz: "Allah karnımızı doyuranların keselerini doldursun!" ve "Allah hayır sahibi zenginlerden razı olsun ve bize verdiklerinin bin katını onlara geri versin!" BAYRAM GÜNÜ Oruç ayı Ramazan'ın son akşamında yeni ay mutlu Şevval ayını ilan ediyor. (Bu yılın takvimine göre 7 Temmuz Perşembe), Dini bir bayram olan Büyük Bayram, "Iyd-ı fıtır" olarak da adlandırılır. Son orucun açılmasından sonra başlar ve eski Türk geleneğine göre bunu ikinci ve üçüncü bir kutlama günü takip eder. Bayramın ilk günün başlangıcı -bütün büyük kutlamalar gibi- kıyıdan ve limanın zengin bayraklı gemilerinden aralıksız bir top ateşi ile karşılanır. Müminler namaza gitmeden önce, şeriat, mümkün olduğu kadar güzel giysiler giymeyi övülmeye değer görür ki bu da mümkün olduğunca yapılmaya çalışılır. Öyle ki Türkçe bir deyimde bir insanın ne kadar fakir olduğu anlatılabilmek için şöyle denilir: "Kendine bir bayram elbisesi bile alamayacak kadar fakir" BAYRAM TEBRİKLERİ Yolda sürekli olarak emredilen dua kelimelerinin mırıltısı duyuluyor: "Allahu ekber!" "Tanrı büyüktür! Bayram kısmen Alman Yeni Yılı'na benziyor, çünkü bunda olduğu gibi herkes birbirine iyi dileklerde bulunur. Sokakta karşılaşan tamamen yabancılar bile birbirlerini bayram selamı ile selamlıyorlar: "Bayramın mübarek olsun!" KÜSLERİN BARIŞMASI Ramazan'da henüz bırakılamayan düşmanlıklar Bayram'da genellikle azalır ve kendisine sunulan barıştırma teşebbüsünü reddedenler halk arasında genel bir ayıplamayla karşılanır. Aynı zamanda birbirlerine hediyeler vermek de bu günde bir adettir ve Doğu geleneklerinin izin verdiği ölçüde kadınlar bu konuda daha fazla özgürlüğe sahiptir. Özenle dekore edilmiş uzun araba konvoylarındaki bütün harem halkı -elbette yeşil pelerinlere sarılmış ve sadece burunlarını ve gözlerini gösteren hanımlar- birbirlerini ziyaret ederler. BAYRAMDA KIR GEZİLERİ Bu bayram günlerinde insanlar yakın ve uzak eğlencelik yerlerde, Kağıthane Deresi'nde, Büyükdere'de, Dolmabahçe'de, Prens Adaları'nda birlikte kendilerini eğlendirirler. Bayram, Türkler gibi, zevk düşkünü Hıristiyanlar tarafından da aynı coşkuyla kutlanır.." Daha fazlası için lütfen takip ediniz: https://www.facebook.com/TariheSeyahat
    0 Kommentare 0 Anteile
  • İstanbul’da “Kadir Alayı” Yürüyüşü Gerçekleşti
    İstanbul Fatih'te Kadir Gecesi dolayısıyla Mehteran takımı eşliğinde “Kadir Alayı" yürüyüşü düzenlendi.
    İstanbul Müftülüğü ve Türkiye Diyanet Vakfı İstanbul Şubesi tarafından Osmanlı Devleti'nde kadir gecelerinde padişahın büyük bir alayla Topkapı Sarayından çıkarak Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi'ne giderken düzenlediği "Kadir Alayı" töreni yeniden ihya ediliyor.
    İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Safi Arpaguş, törende yaptığı konuşmada, bu özel güne kavuştukları için Allah'a hamdettiğini belirterek, "Kadir Alayı" geleneğini sürdürmek istediklerini söyledi. Müftü Arpaguş, “Ramazan-ı şerifin evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluştur.' der sevgili Peygamberimiz. Bu kutlu ay, bugünlerde tamamlanmak üzere. Cenab-ı Hakk, onu hayırla tamamlayanlardan eylesin bizleri." dedi. Müftü Arpaguş, daha sonra dua etti.
    Program öncesinde vatandaşlara iftar ikram edilirken program bitiminde ise yaklaşık 3000 (üç bin) kişiye Osmanlı macunu, pamuk şeker, patlamış mısır ve lokum dağıtıldı.
    Programın ardından Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi'nde teravih namazı kılındı.

    https://istanbul.diyanet.gov.tr/sayfalar/contentdetail.aspx?MenuCategory=Kurumsal&ContentId=2427
    İstanbul’da “Kadir Alayı” Yürüyüşü Gerçekleşti İstanbul Fatih'te Kadir Gecesi dolayısıyla Mehteran takımı eşliğinde “Kadir Alayı" yürüyüşü düzenlendi. İstanbul Müftülüğü ve Türkiye Diyanet Vakfı İstanbul Şubesi tarafından Osmanlı Devleti'nde kadir gecelerinde padişahın büyük bir alayla Topkapı Sarayından çıkarak Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi'ne giderken düzenlediği "Kadir Alayı" töreni yeniden ihya ediliyor. İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Safi Arpaguş, törende yaptığı konuşmada, bu özel güne kavuştukları için Allah'a hamdettiğini belirterek, "Kadir Alayı" geleneğini sürdürmek istediklerini söyledi. Müftü Arpaguş, “Ramazan-ı şerifin evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluştur.' der sevgili Peygamberimiz. Bu kutlu ay, bugünlerde tamamlanmak üzere. Cenab-ı Hakk, onu hayırla tamamlayanlardan eylesin bizleri." dedi. Müftü Arpaguş, daha sonra dua etti. Program öncesinde vatandaşlara iftar ikram edilirken program bitiminde ise yaklaşık 3000 (üç bin) kişiye Osmanlı macunu, pamuk şeker, patlamış mısır ve lokum dağıtıldı. Programın ardından Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi'nde teravih namazı kılındı. https://istanbul.diyanet.gov.tr/sayfalar/contentdetail.aspx?MenuCategory=Kurumsal&ContentId=2427
    0 Kommentare 0 Anteile
  • TÜRK Kültüründe "SARI - KIRMIZI - YEŞİL"

    İnsanları bir araya getiren, onların ortak değerlerde birleşip
    bir ulus olmalarına etki eden değerlerin başında renkler gelir.

    Sarı, kırmızı, yeşil, beyaz ve mavi...
    bu renkleri Türkler tarihleri boyunca kültürlerinde,
    günlük hayatlarında kullanmış, kimi zaman halı desenlerinde,
    kimi zaman giyim kuşamlarında hep bu renklerle bezenmişlerdir.

    Günümüzde, Türkmen-Yörüklerin kullandığı cepken, entari, potur, dizlik, çorap, çarık ve başlarına bağladıkları poçu’ları bu renklerle boyanmaktadır. Bu renkler ayrıca tarihte kurulmuş.

    Türk devletlerinin bayraklarında da kullanılmıştır.

    Bayrağımızdaki kırmızı ve beyaz
    Türk halkını bir bayrak altında toplayan renklerdir.

    Renklerin değişik anlamlar ifade etmesi ise
    mitolojiden de kaynaklanmakla birlikte uygarlıkla ilgilidir

    Bugün suni bir şekilde etnik hale getirilmeye çalışılan
    Sarı , kırmızı ve yeşil de
    tamamen Türk kültüründe önem verilen renkleridir zaten.

    Türklerden, renklerin yön belirten sembolik anlamları konusuna
    ilk defa dikkatimizi çeken Ziya Gökalp’tir.

    Renkler Türk kültüründe yön bildiren kavramlardır.

    Bunların ötesinde Türk gelenek, görenek ve kültüründe
    gücü, kuvveti, hakimiyeti işaret etmek için sarı rengin ön plana çıktığı görülmektedir.

    3 RENGİN ANLAMI

    YEŞİL : DİRİLİK,TAZELİK,GENÇLİK

    SARI : MERKEZ,HÜKÜMRANLIK

    KIRMIZI : TANRI, KORUYUCU RUH, OCAK(EV),

    DİRLİK, BAĞIMSIZLIK, HÜRRİYET



    Türk tarihinin muhtelif devrelerinde renklerin yönleri ifade etmek için kullanıldığını biliyoruz. Dört yönün her birisi ayrı renk ile şekillenmiştir

    Kara Kuzey
    Kızıl (Al) Güney
    Gök (Yeşil) Doğu
    Ak Batı

    Bu konuda Alföldi’nin II. Tarih Kongresinde sunduğu bildiride:

    “Moğol kavimlerinin bayrak direklerinde sallanan beş renkli hamailler
    (yeşil, beyaz,kırmızı, kara ve sarı)
    şüphesiz Çinlilerde olduğu gibi onlarda da dört kutbun
    ve dünyanın merkezinin renklerine tekabül eder.

    ____________Sarı

    Temel olarak neşe ve keyif verici bir renk olan sarı,
    Türk kültüründe yön bildirme açısından dünyanın merkezinin sembolüdür.

    Aynı zamanda bilgeliği, anlayışı
    ve yüksek düzeyde sezgisel kavrayışı da açığa çıkarır.

    Bu renk Türk mitolojisindeki Ülgen’le doğrudan doğruya ilintilidir.

    Ülgen’in öyle bir sarayı vardır ki bu sarayın kapıları altından olup Ülgen
    de altın bir taht üzerinde oturmaktadır.

    Bugün kullanılan sarı da, Osmanlı dörneminde sırma sarısı olarak ifade edilen sarı da hep altın sarısı olmuştur.

    Altın tonlarındaki sarı,
    ruhsal kusursuzluğu, huzur ve dinlenmeyi temsil eder.

    Ögel:
    “Kanaatimizce, Ülgen’in altın tahtının sembolü olarak dünyanın merkezinin işareti diye kabul edilmiş olan sarı renk, bu sembol anlamını Türklerin çizmelerinin (edik) rengi olarak da uzun yıllar sürdürmüştür.

    Zira, bilindiği gibi Türkmenler yüzyıllarca, sarı edik ile
    kızıl keçeden külah giymişlerdir.

    Halkımız arasında bugün de çok yaygın olarak kullanılan
    ‘Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ deyiminin de kaynağı
    bu tarih ve kültür geleneğimizdir...

    Türklerde sarı rengin hükümranlık rengi olarak
    kullanılmasıyla ilgili tarihi bilgilere baktığımız zaman ise:

    Meselâ Uygur Türk yazılı belgelerinde ‘sarıg urunggu’ yani sarı bayrak,
    bir burcun adı olarak geçmektedir.”13 demektedir.

    Sarı renk, Memlük ve ve Altın Ordusu devletlerinde çok kullanılmış, bayraklarının ana rengi olmuştur.

    Sarı renk aynı zamanda güneşin rengi ve simgesidir.

    Sarı tonlu meyve ve sebzelerin, bağırsaklar için
    iyileştirici etki yapan ve sinirleri sakinleştiren bir eğilim gösterir.

    Sarı renk ile de tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar arasında böbrek rahatsızlıkları, hazımsızlık, felç, bitkinlik,
    egzama ile sindirim sistemiyle ilgili bazı hastalıklar sayılabilir.

    Türk destanlarında ise
    sarı renk kötülük ve felaket sembolü olarak görülmüştür.

    Sarı ejderha Türk masallarında kuşku ve kötü duygular veren bir motiftir.

    Sarı renk Anadolu kültüründe hastalık sembolü olarak bilinir.

    ____________Kırmızı (Al, Kızıl)

    Halk arasında al ve kızıl adları ile de bilinen kırmızı renk
    genel kültürümüzde heyecan, kudret ve akıncılığın sembolüdür.

    Cesaret, hayatta kalma ve hayat verme unsuru olarak bilinen kırmızı
    kan rengi olup yüzyıllar boyu Tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur.
    Trafik ışıklarında dur sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur.

    Tarihimizin başlangıcından beri manevi ve milli renk olarak algılanmakta, Türk duygusunu yansıtan milli bir sembol olarak görülmektedir.

    Rengini kandan alan kırmızı eski çağlarda yaşamın yenilenmesi olarak düşünülmüş, yontma taş ve cilalı taş dönemlerinde gömütlerde bulunan kemiklerin kırmızı renge boyanmış olmasının nedeni buna bağlanmaktadır.

    Anadolu’nun ana tanrıçası Kibele’nin olduğu gibi
    İbrahim Peygamber ve Meryem’in de simgesi kırmızıdır.

    Hakanların al kaftan giymeleri hakanlık sembolü idi.

    Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Ridaniye savaşına giderken ve savaş alanında kırmızı kaftan giyip beline kırmızı kemer takıp ayağına da sarı çizme giydiği tarihî belgelerden anlaşılmaktadır.

    Bu sembol zamanla anlam değiştirip düğünlerde damada al kaftan giydirme ve gelinlere al duvak takma geleneğine dönüşmüş, zamanla bu gelenek de değişime uğrayarak damada siyah elbise giydirilmiş, geline de beyaz duvak ve gelinlik takılır olmuştur.

    Halen Başkurtlarda sürdürülen damada kızıl cepken giydirilme geleneği,
    eski kızıl kaftanın kalıntısı olarak görülmektedir.

    Kırmızı güneşin doğuşunda ve batışında büründüğü renk olduğu için Türkmenlerce kutsal sayılmıştır.

    Türklerin eski inançları arasında
    koruyucu ruh olarak “Al Ateş” denilen
    ateş tanrısına inanılmakta idi.

    Eski devirlerden beri Türk hakanlarının al bayrak kullanması
    ateş kültü ve koruyucu ruh inancına dayanmaktadır.

    Rusların İgor destanında Kıpçak Türklerinin kızıl bayrağından söz edilmesi Türkleri savaşlarda kırmızı bayrak kullanması konusunda ileri sürülen bilgileri
    doğrulamaktadır.

    Kırgızların bayrak yerine aslı alev olan yalav sözcüğünü kullanması da
    ateş kültünden kaynaklanmaktadır.

    Kaşgarlı Mahmud’un:
    Ağdı kızıl bayrak
    Toğdı kara toprak

    biçimindeki dizeleri Türklerde kızıl bayrağın savaş bayrağı olarak kullanılışını işaret eden belgelerdendir.

    Osmanlıların kırmızı bayrağı seçmesi olayı da Reşat Genç tarafından: “Osmangazi hazretleri ak sancağı (Anadolu Selçuklu Sultanı’ndan) almadan önce, harb bayrağı için kızıl rengi seçip kabul etmişlerdi.

    Aşiret mensuplarını kolayca harb bayrağı altına toplayabilmek için onların tab’an meclup oldukları (yani yaradılışlarından tutkun oldukları) al renkli bayrağın manevi tesiri bulunduğunu takdir eylemişlerdi.”8 diye açıklanmaktadır.

    Abdülkadır İnan: “Al kelimesinin ateş kültü ile bağlı olduğunu gösteren bir emmare de bütün Türk kavimlerinde yaygın olan Alaslama merasimidir.

    Alaslama orta ve doğu Türklerinde ateşle temizleme ve takdis merasimidir.

    Anadolu’da da alaslama bir tedavi usulüdür.
    Bunun için kırk bır tane al renkli keten bezinden, okuya okuya parmağa bir ip yumağı yapılır. Sonra bu yumak ateşte yakılarak külü tekrar bir al bez üzerine konur ve bununla alazlanır.

    Al ruhu eski Türk panteonunda kuvvetli, belki hami tanrılardan biri olmuştur.

    Al kelimesinin ateş kültüyle alakası olması bilhassa bu ruhun en eski devirlerde hami ruh, ateş ve ocak ilahesi olduğunu göstermektedir.9

    Türk sosyal yaşamında kırmızı renk o kadar geniş yer tutmuştur ki
    Türk halılarında da genç kızlar kırmızı rengi hakim renk olarak kullanmışlardır.

    Türkün gözü alda olur söylemi de
    sosyal yaşamda kırmızının etkinliğini vurgulamaktadır.

    Al renk ile ilgili geleneklerden günümüzde hamile kadınlarla ilgili Al bastı olgusu da aynı kültün devamı konumunda görülmektedir.

    Kırmızı renk ile tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar olduğu bilinmektedir.
    Bunlardan astım, felç, bronşit, zatürre, kabızlık ve tüberkülozdur.
    Kırmızı titreşimlerin kan basıncını artırıp tansiyonu yükselttiği deneylerle
    kanıtlanmıştır. Solunum yollarına kırmızı ışık tutulduğunda solunumun hızlandığı ve kırmızı ışığa uzunca bakılınca göz kırpmaların sıklaştığı da kırmızı ışıkla ilgili saptanan bulgular arasındadır.

    Anneyi ve çocuğu korumak için lohusaya ve bebeğe kırmızı tül örtülür. Kırmızı altın takılır ve şeker yedirilir. Kırmızı ve beyazın kutsallığına inanıldığından loğusa kadının başına örtülen kırmızı örtü beyaz bir kurdale
    ile bağlanmaktadır.

    ____________Yeşil

    Sarı rengin sıcaklığı, mavi rengin sakinlik ve huzurunu bünyesinde barındıran bu renk doğa rengi olup doğada ağaçların, bitkilerin sembolüdür.

    İslâmiyetle kutsallık kazanan yeşil, Safevi türkmen devletinin bayrağının ana rengi olmuş, Osmanlı sancaklarında uzun süre kullanılmıştır.

    Eski Türkçe’de yaşıl olarak kullanılan
    ve yaş kökünden türeyen bu sözcük eski kullanımını dış Türklerde halen korumaktadır.

    Türklerin yeşille ilgili olarak manevi inanmalarının kökü
    en eski dini inanmalarından kaynaklanmaktadır.

    “Türk mitolojisine göre hayır ilahı Ülgen’in,
    koruyucu ruh olarak kabul edilen yedi oğlundan birinin adı Yaşıl (yeşil) Kaan idi ve umumiyetle bitkilerin yetişip-büyümesini düzenlediğine inanılırdı.

    Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın huzuruna kuzgun denilen
    kuşu göndererek yarattığı insan için can ister.

    Kuzgun semaya uçar. Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar. Gagasındaki can çam
    ormanına düşerek dağılır.

    Bundan dolayıdır ki çam, ardıç gibi ağaçlar yaz kış canlı kalıp
    yeşilliklerini muhafaza ederler.”12

    Orta Asya bozkırlarında hayvancılıkla geçinen ve konar göçer bir yaşam süren Türk halkı için doğa hayvanlarını beslemenin ve yaşamlarını sürdürmenin ana kaynağı oluşu nedeniyle doğa ve doğanın simgesi yeşilin önemi yadsınamaz. İlkbaharda çimenlerin açık yeşilinden ormanların koyu yeşiline kadar her tonu yatıştırıcı, iyileştirici, huzurlu ve sakinleştiricidir. Bahar yeşili, yeniden yaşamayı, yeniden canlanmayı ve neşeyi temsil etmektedir.

    Yeşil renkle de tedavi edildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar, başta sinirsel rahatsızlıklar olmak üzere ülser, tifo, karın ağrısı, sıtma ve astımdır.

    Yaş sözü bütün Türk kavimlerinde insan ömrü için kullanılan bir sözcüktür.

    Eski Türkler yaşlarını söylerken örneğin “Ben kırk yaşarma (yeşerme) gördüm” Yani doğa yılda bir kez yeşerir, ben kırk kez doğanın yeşermesini görmüşüm. Yani kırk yaşındayım biçiminde yorumlandığı için yaş sözü ömür karşılığında kullanılmaktadır.

    Bağımsızlık mücadelesi veren esir Türk illerinin kurtuluş mücadelelerinde bu renkler bayraklara, kıyafetlere yansıtılmıştır. Doğu Türkistan dâvasının ulu savaşçısı, görklü lideri, büyük alpereni rahmetli İsa Yusuf ALPTEKİN’in, 94 yıllık ömrü boyunca uçmağa varıncaya kadar sırtından çıkarmadığı “Çapan”ının renkleri de sarı, kırmızı, yeşil’den mürekkepti. Doğu Türkistan Göçmenler Vakfı 2. Başkanı Arslan ALPTEKİN, “Bu renklerin Orta Asya steplerinde yaşayan Türk topluluklarının sosyo-kültürel ve günlük hayatlarında yoğun olarak kullanıldığını” ifade ederek: “Sarı, kırmızı, yeşil renkleri Türk kızlarımızın el işlerinde, kıyafetlerinde, bindallı’larında, düğün, toy, şölen yeri süslemelerinde görebiliriz. Kırmızı: şehit kanlarını, yeşil: tabiatı (doğayı), sarı: bereketi, beyaz: barışı, mavi ise gökyüzünü, Göktürklüğü ifade eder” demektedir.

    GÖKTÜRKLERDE YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER

    1935''de, Altay'larda; VII-XI. asırlarda yaşamış Türk beylerinin mezarlarında yapılan kazılarda; yeşil, sarı, kırmızı ipekli elbise giydirilmiş cesetlerin bulunması, bu üç rengin Türklerde milli olduğu kadar dini değeri de haiz bulunduğunu göstermektedir.(Belleten Sayı 43, 1947)

    SELÇUKLULARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER

    Abdülcelil El Kazvini diyor ki: Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bayrağı de yeşil-sarı-kırmızı idi. 1110-1189 yıllarında yaşayan İranlı büyük alim Abdülcelil el Kazvini (Hicri 556-560) (Miladi 1161-1165) yıllarında yazdığı Kitab'un Nakz adlı eserinin konu ile ilgili 608. sayfasında Türkçe tercümesiyle söyle diyor:

    "Selçukluların melikleri ve sultanları eğer yüzbin asker toplarlarsa, siyah Sancak askerlerde bulunmazdı; yeşil, sarı ve kırmızı Sancak bulundururlardı.

    OSMANLILARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER

    Osmanlı İmparatorluğu ordularında da Sancaklar, Bayraklar ve Tuğlar Yeşil - Sarı - Kırmızı renkleri taşımışlardır.

    Osmanlıda hükümranlık bayrağı ve devlet başkanlığı forsu olarak kullanılan renkler de "sarı, kırmızı, yeşil" olarak görülmektedir.
    Türk kültür tarihinin başlangıcından bu yana milli birlik ve beraberliğimizin simgesi olarak kullanılan semboller ve renkler, bugün halen aynı işlevini sürdürmektedir.

    Türk Tarihi boyunca sarı kırmızı yeşil renkler hükümranlık renkleridir.

    Kaynaklar:

    -RENK DÜNYAMIZ VE TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER
    Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI
    -PROF. DR. REŞAT GENÇ " TÜRK İNANIŞLARI İLE MİLLİ GELENEKLERİNDE RENKLER VE SARI KIRMIZI YEŞİL - ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI "
    -PROF. DR. Mustafa Kafalı "TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER- (YÖRTÜRK DERGİSİ SAYI : 42)"
    -PROF. DR. SADIK TURAL "ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANI"
    TÜRK Kültüründe "SARI - KIRMIZI - YEŞİL" İnsanları bir araya getiren, onların ortak değerlerde birleşip bir ulus olmalarına etki eden değerlerin başında renkler gelir. Sarı, kırmızı, yeşil, beyaz ve mavi... bu renkleri Türkler tarihleri boyunca kültürlerinde, günlük hayatlarında kullanmış, kimi zaman halı desenlerinde, kimi zaman giyim kuşamlarında hep bu renklerle bezenmişlerdir. Günümüzde, Türkmen-Yörüklerin kullandığı cepken, entari, potur, dizlik, çorap, çarık ve başlarına bağladıkları poçu’ları bu renklerle boyanmaktadır. Bu renkler ayrıca tarihte kurulmuş. Türk devletlerinin bayraklarında da kullanılmıştır. Bayrağımızdaki kırmızı ve beyaz Türk halkını bir bayrak altında toplayan renklerdir. Renklerin değişik anlamlar ifade etmesi ise mitolojiden de kaynaklanmakla birlikte uygarlıkla ilgilidir Bugün suni bir şekilde etnik hale getirilmeye çalışılan Sarı , kırmızı ve yeşil de tamamen Türk kültüründe önem verilen renkleridir zaten. Türklerden, renklerin yön belirten sembolik anlamları konusuna ilk defa dikkatimizi çeken Ziya Gökalp’tir. Renkler Türk kültüründe yön bildiren kavramlardır. Bunların ötesinde Türk gelenek, görenek ve kültüründe gücü, kuvveti, hakimiyeti işaret etmek için sarı rengin ön plana çıktığı görülmektedir. 3 RENGİN ANLAMI YEŞİL : DİRİLİK,TAZELİK,GENÇLİK SARI : MERKEZ,HÜKÜMRANLIK KIRMIZI : TANRI, KORUYUCU RUH, OCAK(EV), DİRLİK, BAĞIMSIZLIK, HÜRRİYET Türk tarihinin muhtelif devrelerinde renklerin yönleri ifade etmek için kullanıldığını biliyoruz. Dört yönün her birisi ayrı renk ile şekillenmiştir Kara Kuzey Kızıl (Al) Güney Gök (Yeşil) Doğu Ak Batı Bu konuda Alföldi’nin II. Tarih Kongresinde sunduğu bildiride: “Moğol kavimlerinin bayrak direklerinde sallanan beş renkli hamailler (yeşil, beyaz,kırmızı, kara ve sarı) şüphesiz Çinlilerde olduğu gibi onlarda da dört kutbun ve dünyanın merkezinin renklerine tekabül eder. ____________Sarı Temel olarak neşe ve keyif verici bir renk olan sarı, Türk kültüründe yön bildirme açısından dünyanın merkezinin sembolüdür. Aynı zamanda bilgeliği, anlayışı ve yüksek düzeyde sezgisel kavrayışı da açığa çıkarır. Bu renk Türk mitolojisindeki Ülgen’le doğrudan doğruya ilintilidir. Ülgen’in öyle bir sarayı vardır ki bu sarayın kapıları altından olup Ülgen de altın bir taht üzerinde oturmaktadır. Bugün kullanılan sarı da, Osmanlı dörneminde sırma sarısı olarak ifade edilen sarı da hep altın sarısı olmuştur. Altın tonlarındaki sarı, ruhsal kusursuzluğu, huzur ve dinlenmeyi temsil eder. Ögel: “Kanaatimizce, Ülgen’in altın tahtının sembolü olarak dünyanın merkezinin işareti diye kabul edilmiş olan sarı renk, bu sembol anlamını Türklerin çizmelerinin (edik) rengi olarak da uzun yıllar sürdürmüştür. Zira, bilindiği gibi Türkmenler yüzyıllarca, sarı edik ile kızıl keçeden külah giymişlerdir. Halkımız arasında bugün de çok yaygın olarak kullanılan ‘Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ deyiminin de kaynağı bu tarih ve kültür geleneğimizdir... Türklerde sarı rengin hükümranlık rengi olarak kullanılmasıyla ilgili tarihi bilgilere baktığımız zaman ise: Meselâ Uygur Türk yazılı belgelerinde ‘sarıg urunggu’ yani sarı bayrak, bir burcun adı olarak geçmektedir.”13 demektedir. Sarı renk, Memlük ve ve Altın Ordusu devletlerinde çok kullanılmış, bayraklarının ana rengi olmuştur. Sarı renk aynı zamanda güneşin rengi ve simgesidir. Sarı tonlu meyve ve sebzelerin, bağırsaklar için iyileştirici etki yapan ve sinirleri sakinleştiren bir eğilim gösterir. Sarı renk ile de tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar arasında böbrek rahatsızlıkları, hazımsızlık, felç, bitkinlik, egzama ile sindirim sistemiyle ilgili bazı hastalıklar sayılabilir. Türk destanlarında ise sarı renk kötülük ve felaket sembolü olarak görülmüştür. Sarı ejderha Türk masallarında kuşku ve kötü duygular veren bir motiftir. Sarı renk Anadolu kültüründe hastalık sembolü olarak bilinir. ____________Kırmızı (Al, Kızıl) Halk arasında al ve kızıl adları ile de bilinen kırmızı renk genel kültürümüzde heyecan, kudret ve akıncılığın sembolüdür. Cesaret, hayatta kalma ve hayat verme unsuru olarak bilinen kırmızı kan rengi olup yüzyıllar boyu Tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik ışıklarında dur sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur. Tarihimizin başlangıcından beri manevi ve milli renk olarak algılanmakta, Türk duygusunu yansıtan milli bir sembol olarak görülmektedir. Rengini kandan alan kırmızı eski çağlarda yaşamın yenilenmesi olarak düşünülmüş, yontma taş ve cilalı taş dönemlerinde gömütlerde bulunan kemiklerin kırmızı renge boyanmış olmasının nedeni buna bağlanmaktadır. Anadolu’nun ana tanrıçası Kibele’nin olduğu gibi İbrahim Peygamber ve Meryem’in de simgesi kırmızıdır. Hakanların al kaftan giymeleri hakanlık sembolü idi. Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Ridaniye savaşına giderken ve savaş alanında kırmızı kaftan giyip beline kırmızı kemer takıp ayağına da sarı çizme giydiği tarihî belgelerden anlaşılmaktadır. Bu sembol zamanla anlam değiştirip düğünlerde damada al kaftan giydirme ve gelinlere al duvak takma geleneğine dönüşmüş, zamanla bu gelenek de değişime uğrayarak damada siyah elbise giydirilmiş, geline de beyaz duvak ve gelinlik takılır olmuştur. Halen Başkurtlarda sürdürülen damada kızıl cepken giydirilme geleneği, eski kızıl kaftanın kalıntısı olarak görülmektedir. Kırmızı güneşin doğuşunda ve batışında büründüğü renk olduğu için Türkmenlerce kutsal sayılmıştır. Türklerin eski inançları arasında koruyucu ruh olarak “Al Ateş” denilen ateş tanrısına inanılmakta idi. Eski devirlerden beri Türk hakanlarının al bayrak kullanması ateş kültü ve koruyucu ruh inancına dayanmaktadır. Rusların İgor destanında Kıpçak Türklerinin kızıl bayrağından söz edilmesi Türkleri savaşlarda kırmızı bayrak kullanması konusunda ileri sürülen bilgileri doğrulamaktadır. Kırgızların bayrak yerine aslı alev olan yalav sözcüğünü kullanması da ateş kültünden kaynaklanmaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un: Ağdı kızıl bayrak Toğdı kara toprak biçimindeki dizeleri Türklerde kızıl bayrağın savaş bayrağı olarak kullanılışını işaret eden belgelerdendir. Osmanlıların kırmızı bayrağı seçmesi olayı da Reşat Genç tarafından: “Osmangazi hazretleri ak sancağı (Anadolu Selçuklu Sultanı’ndan) almadan önce, harb bayrağı için kızıl rengi seçip kabul etmişlerdi. Aşiret mensuplarını kolayca harb bayrağı altına toplayabilmek için onların tab’an meclup oldukları (yani yaradılışlarından tutkun oldukları) al renkli bayrağın manevi tesiri bulunduğunu takdir eylemişlerdi.”8 diye açıklanmaktadır. Abdülkadır İnan: “Al kelimesinin ateş kültü ile bağlı olduğunu gösteren bir emmare de bütün Türk kavimlerinde yaygın olan Alaslama merasimidir. Alaslama orta ve doğu Türklerinde ateşle temizleme ve takdis merasimidir. Anadolu’da da alaslama bir tedavi usulüdür. Bunun için kırk bır tane al renkli keten bezinden, okuya okuya parmağa bir ip yumağı yapılır. Sonra bu yumak ateşte yakılarak külü tekrar bir al bez üzerine konur ve bununla alazlanır. Al ruhu eski Türk panteonunda kuvvetli, belki hami tanrılardan biri olmuştur. Al kelimesinin ateş kültüyle alakası olması bilhassa bu ruhun en eski devirlerde hami ruh, ateş ve ocak ilahesi olduğunu göstermektedir.9 Türk sosyal yaşamında kırmızı renk o kadar geniş yer tutmuştur ki Türk halılarında da genç kızlar kırmızı rengi hakim renk olarak kullanmışlardır. Türkün gözü alda olur söylemi de sosyal yaşamda kırmızının etkinliğini vurgulamaktadır. Al renk ile ilgili geleneklerden günümüzde hamile kadınlarla ilgili Al bastı olgusu da aynı kültün devamı konumunda görülmektedir. Kırmızı renk ile tedavi edilebildiği söylenen bazı hastalıklar olduğu bilinmektedir. Bunlardan astım, felç, bronşit, zatürre, kabızlık ve tüberkülozdur. Kırmızı titreşimlerin kan basıncını artırıp tansiyonu yükselttiği deneylerle kanıtlanmıştır. Solunum yollarına kırmızı ışık tutulduğunda solunumun hızlandığı ve kırmızı ışığa uzunca bakılınca göz kırpmaların sıklaştığı da kırmızı ışıkla ilgili saptanan bulgular arasındadır. Anneyi ve çocuğu korumak için lohusaya ve bebeğe kırmızı tül örtülür. Kırmızı altın takılır ve şeker yedirilir. Kırmızı ve beyazın kutsallığına inanıldığından loğusa kadının başına örtülen kırmızı örtü beyaz bir kurdale ile bağlanmaktadır. ____________Yeşil Sarı rengin sıcaklığı, mavi rengin sakinlik ve huzurunu bünyesinde barındıran bu renk doğa rengi olup doğada ağaçların, bitkilerin sembolüdür. İslâmiyetle kutsallık kazanan yeşil, Safevi türkmen devletinin bayrağının ana rengi olmuş, Osmanlı sancaklarında uzun süre kullanılmıştır. Eski Türkçe’de yaşıl olarak kullanılan ve yaş kökünden türeyen bu sözcük eski kullanımını dış Türklerde halen korumaktadır. Türklerin yeşille ilgili olarak manevi inanmalarının kökü en eski dini inanmalarından kaynaklanmaktadır. “Türk mitolojisine göre hayır ilahı Ülgen’in, koruyucu ruh olarak kabul edilen yedi oğlundan birinin adı Yaşıl (yeşil) Kaan idi ve umumiyetle bitkilerin yetişip-büyümesini düzenlediğine inanılırdı. Ayrıca, yeşilliklerin Ülgen inanışı ile bağını gösteren mitolojik inanmaya göre Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra Kuday’ın huzuruna kuzgun denilen kuşu göndererek yarattığı insan için can ister. Kuzgun semaya uçar. Canı alıp dönerken yerde bir leş görür. Dayanamayarak leşi yemek için ağzını açar. Gagasındaki can çam ormanına düşerek dağılır. Bundan dolayıdır ki çam, ardıç gibi ağaçlar yaz kış canlı kalıp yeşilliklerini muhafaza ederler.”12 Orta Asya bozkırlarında hayvancılıkla geçinen ve konar göçer bir yaşam süren Türk halkı için doğa hayvanlarını beslemenin ve yaşamlarını sürdürmenin ana kaynağı oluşu nedeniyle doğa ve doğanın simgesi yeşilin önemi yadsınamaz. İlkbaharda çimenlerin açık yeşilinden ormanların koyu yeşiline kadar her tonu yatıştırıcı, iyileştirici, huzurlu ve sakinleştiricidir. Bahar yeşili, yeniden yaşamayı, yeniden canlanmayı ve neşeyi temsil etmektedir. Yeşil renkle de tedavi edildiği söylenen bazı hastalıklar bulunmaktadır. Bunlar, başta sinirsel rahatsızlıklar olmak üzere ülser, tifo, karın ağrısı, sıtma ve astımdır. Yaş sözü bütün Türk kavimlerinde insan ömrü için kullanılan bir sözcüktür. Eski Türkler yaşlarını söylerken örneğin “Ben kırk yaşarma (yeşerme) gördüm” Yani doğa yılda bir kez yeşerir, ben kırk kez doğanın yeşermesini görmüşüm. Yani kırk yaşındayım biçiminde yorumlandığı için yaş sözü ömür karşılığında kullanılmaktadır. Bağımsızlık mücadelesi veren esir Türk illerinin kurtuluş mücadelelerinde bu renkler bayraklara, kıyafetlere yansıtılmıştır. Doğu Türkistan dâvasının ulu savaşçısı, görklü lideri, büyük alpereni rahmetli İsa Yusuf ALPTEKİN’in, 94 yıllık ömrü boyunca uçmağa varıncaya kadar sırtından çıkarmadığı “Çapan”ının renkleri de sarı, kırmızı, yeşil’den mürekkepti. Doğu Türkistan Göçmenler Vakfı 2. Başkanı Arslan ALPTEKİN, “Bu renklerin Orta Asya steplerinde yaşayan Türk topluluklarının sosyo-kültürel ve günlük hayatlarında yoğun olarak kullanıldığını” ifade ederek: “Sarı, kırmızı, yeşil renkleri Türk kızlarımızın el işlerinde, kıyafetlerinde, bindallı’larında, düğün, toy, şölen yeri süslemelerinde görebiliriz. Kırmızı: şehit kanlarını, yeşil: tabiatı (doğayı), sarı: bereketi, beyaz: barışı, mavi ise gökyüzünü, Göktürklüğü ifade eder” demektedir. GÖKTÜRKLERDE YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER 1935''de, Altay'larda; VII-XI. asırlarda yaşamış Türk beylerinin mezarlarında yapılan kazılarda; yeşil, sarı, kırmızı ipekli elbise giydirilmiş cesetlerin bulunması, bu üç rengin Türklerde milli olduğu kadar dini değeri de haiz bulunduğunu göstermektedir.(Belleten Sayı 43, 1947) SELÇUKLULARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER Abdülcelil El Kazvini diyor ki: Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun bayrağı de yeşil-sarı-kırmızı idi. 1110-1189 yıllarında yaşayan İranlı büyük alim Abdülcelil el Kazvini (Hicri 556-560) (Miladi 1161-1165) yıllarında yazdığı Kitab'un Nakz adlı eserinin konu ile ilgili 608. sayfasında Türkçe tercümesiyle söyle diyor: "Selçukluların melikleri ve sultanları eğer yüzbin asker toplarlarsa, siyah Sancak askerlerde bulunmazdı; yeşil, sarı ve kırmızı Sancak bulundururlardı. OSMANLILARDA YEŞİL-SARI-KIRMIZI RENKLER Osmanlı İmparatorluğu ordularında da Sancaklar, Bayraklar ve Tuğlar Yeşil - Sarı - Kırmızı renkleri taşımışlardır. Osmanlıda hükümranlık bayrağı ve devlet başkanlığı forsu olarak kullanılan renkler de "sarı, kırmızı, yeşil" olarak görülmektedir. Türk kültür tarihinin başlangıcından bu yana milli birlik ve beraberliğimizin simgesi olarak kullanılan semboller ve renkler, bugün halen aynı işlevini sürdürmektedir. Türk Tarihi boyunca sarı kırmızı yeşil renkler hükümranlık renkleridir. Kaynaklar: -RENK DÜNYAMIZ VE TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI -PROF. DR. REŞAT GENÇ " TÜRK İNANIŞLARI İLE MİLLİ GELENEKLERİNDE RENKLER VE SARI KIRMIZI YEŞİL - ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI " -PROF. DR. Mustafa Kafalı "TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER- (YÖRTÜRK DERGİSİ SAYI : 42)" -PROF. DR. SADIK TURAL "ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ BAŞKANI"
    0 Kommentare 0 Anteile
  • Urfa gelenek görenekleri ile İslâm ve inanç kültürü mübârek bir belde..
    Cuma akşamları Susamlı ve şekerli pide Hayırseverler ikram ederler...
    Hz.ibrahim bereket sofrası Urfa Turkey #göbeklitepe #Urfa #Şanlıurfa #Muslim #Muslims #Islamic #İslâm #Selam #Salaam #News #SelamNews #Turkey #world
    Urfa gelenek görenekleri ile İslâm ve inanç kültürü mübârek bir belde.. Cuma akşamları Susamlı ve şekerli pide Hayırseverler ikram ederler... Hz.ibrahim bereket sofrası Urfa Turkey #göbeklitepe #Urfa #Şanlıurfa #Muslim #Muslims #Islamic #İslâm #Selam #Salaam #News #SelamNews #Turkey #world
    0 Kommentare 0 Anteile
  • Kürt böreği olarak bu böreğin yaratan ve yaygınlaştıran kişi Bileceli Mehmet Efendi’dir. Pülümür ile Kiğı sınırında yer alan ve bir Alevi-Kürt köyü olan Bileceli Kürtler tarafından İstanbul'da yaygınlaştırıldığı için Kürt böreği adıyla tanınmıştır.
    Kürt böreği, yağlı kömbe"den türemiş bir börek çeşididir. Rengo" lakabıyla tanınan Bileceli Mehmet Efendi'nin İstanbul'da hazırladığı yağlı kömbelere sonradan Kürt böreği denmiştir. Bu böreğin pudralı şekerle servis edilmesi de sonradan geliştirilmişti.Ne var ki, Bileceli Mehmet Efendi Kasımpaşa'da gemilerde ve kum kosterlerinde çalışan Kürt işçilere satmak üzere hazırlaması, sonradan rivayet gibi anlatılmıştır. Tıpkı Balkan göçmenlerinin Türkiye'de tanıttığı Boşnak böreği gibi Kürt ustalarda bu böreğin tanıtım ve zaman süreci içinde geliştirilmesinde etkili olmuşturlar. Bu böreğin satıldığı en meşhur yer İstanbul Karaköy'dedir Böreğin servis edilmek üzere kesilirken çıkan "küt-küt" sesi üzerinden adının "küt böreği" olduğu bu rivayetlerden biridir.
    12 Eylül döneminde 'Kürt' isminin yasak olması nedeniyle 'Sade Börek' olarak satılmıştır. Daha sonra yeniden 'Kürt Böreği' olarak satışı yapılmıştır.#Gönüleren
    Kürt böreği olarak bu böreğin yaratan ve yaygınlaştıran kişi Bileceli Mehmet Efendi’dir. Pülümür ile Kiğı sınırında yer alan ve bir Alevi-Kürt köyü olan Bileceli Kürtler tarafından İstanbul'da yaygınlaştırıldığı için Kürt böreği adıyla tanınmıştır. Kürt böreği, yağlı kömbe"den türemiş bir börek çeşididir. Rengo" lakabıyla tanınan Bileceli Mehmet Efendi'nin İstanbul'da hazırladığı yağlı kömbelere sonradan Kürt böreği denmiştir. Bu böreğin pudralı şekerle servis edilmesi de sonradan geliştirilmişti.Ne var ki, Bileceli Mehmet Efendi Kasımpaşa'da gemilerde ve kum kosterlerinde çalışan Kürt işçilere satmak üzere hazırlaması, sonradan rivayet gibi anlatılmıştır. Tıpkı Balkan göçmenlerinin Türkiye'de tanıttığı Boşnak böreği gibi Kürt ustalarda bu böreğin tanıtım ve zaman süreci içinde geliştirilmesinde etkili olmuşturlar. Bu böreğin satıldığı en meşhur yer İstanbul Karaköy'dedir Böreğin servis edilmek üzere kesilirken çıkan "küt-küt" sesi üzerinden adının "küt böreği" olduğu bu rivayetlerden biridir. 12 Eylül döneminde 'Kürt' isminin yasak olması nedeniyle 'Sade Börek' olarak satılmıştır. Daha sonra yeniden 'Kürt Böreği' olarak satışı yapılmıştır.#Gönüleren
    0 Kommentare 0 Anteile
  • İpek Yolu New York’tan Geçer Mi?

    Doğrusu gümrük işlemlerimi yapıncaya kadar bu kadar heyecan verici bir yolculuk olacağını düşünmemiştim. Bir öğleden sonra tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktasına yani, Çin‘in bugünkü adıyla Xi’an (Şian) şehrinin kapısına geldim. Elimize tutuşturulan pasaporta soğuk damgayı vurduktan sonra, Xian’dan itibaren yaklaşık 2 saat sürecek ve Bağdat’ta sona erecek tarihi ipek yolu yolculuğuma başlıyorum.

    Şi’an ile Bağdat arasında uzanan efsanevi yolda, karlı dağlar, buz gibi stepler, kavrulmuş çöl kumları, coşkun nehirler, sarp vadiler, masalsı şehirler geçiyorsunuz. Açlık, susuzluk, güneş çarpması, kum fırtınası ve hırsızlar yolda sizi bekleyen tehlikelerden birkaçı. Yalnız başına çıkılacak yol değil. Bu sebeple bir katara katılmak en iyisi. Uzun ve meşakkatli seyahatlerde hem güvenlik hem de ihtiyaçlar için oluşturulan bu katarlar için nerdeyse bütün kültürler Farsça kökenli “kervan” adını kullanıyor. İngilizcenin ünlendirdiği “caravan” da buradan geliyor.

    Tahminim siz hala nasıl olacak da binlerce kilometreyi 2 saatte katedeceğimi düşünüyorsunuzdur. Aslında hala New York’tayım. Favori müzelerimden biri olan Amerikan Doğal Tarih Müzesi’nin, Ağustos ayına kadar açık kalacak muhteşem ‘İpek Yolu (Silk Road)’ sergisindeyim. Müzede özel bir alanda hazırlanmış sergide İpek Yolu güzergahının 4 önemli şehri arasında gerçekte 200 metre ancak hayal dünyasında aylarca süren heyecan verici bir yolculuğa çıkıyorsunuz. İpek Yolunun önemini yüzeysel bir tarih bilgisi olarak biliyordum ama sanırım ilk defa bu düzeyde fark ettim. Daha önemli bir işiniz yoksa, sizi 1000 yıl öncesinin Xian’ından Bağdat’a uzanacak bu yolculuğun kervanına katılmaya davet ediyorum.

    Uçsuz bucaksız Gobi Çölünün güneylerinde bir yer başlangıç noktamız. Asya’nın en büyük çölü olan Gobi, Orhun Anıtlarına da ev sahipliği yapar. Moğolca “gobi” çöl demekmiş. Daha 900’lü yıllarda nüfusu 1 milyonu geçen Şi’an’a hoşgeldiniz. “Xi’an” Çince’de “batıdaki barış diyarı” gibi bir anlama geliyor. İpek Yolu çağında ise bu şehrin adı Chang’an‘dı. Yani “ebedi barışın yeri”. 10’ncu yüzyılda dünyada dört metropol vardı; Roma, Kahire, Aden ve Şi’an. Fakat hiçbiri Şi’an kadar büyük Şi’an kadar kozmopolit değildi… Tang Hanedanlığının başkentiydi. Şehrin en geniş sokağı Heng sokağıydı. Bugünkü ölçülere vurursak 120 şeritli otoyol genişliğindeydi bu cadde. Geniş caddeler, antik ahşap şehirlerin en büyük düşmanı olan yangına karşı bir önlemdi.

    İmparatorluk binaları, tapınaklar, pazarlar yan yana dizili. Nüfusun büyük bölümü Çinli değil, “uzaklar”dan gelmiş insanlar. Yabancı tüccarlar, elçiler, bilginler, müzisyenler, dünyanın o tarihteki en kozmopolit şehrinin sokaklarını yeni inançlar, yeni fikirler, yeni müzikler, yeni mallarla dolduruyordu. Peki bu insanlar bu şehre nereden geliyordu? Elbette, İpek Yolundan…

    İpek Yolu, özellikle de en parlak dönemi olan 700’lü yıllardan 13’ncü yüzyıla kadar dünyaya şekil vermiş muazzam bir kültür ve ticaret ağı. Sadece develerin ve tüccarların değil, yeni fikirlerin, icatların, dinlerin de seyahat ettiği bir yoldu. Biz de aşağı yukarı bu döneme karşılık gelen bir dönemde kat edeceğiz İepk Yolunu.

    Yolculuğumuz ne kadar sürecek?

    Şi’an, Turfan, Semerkant ve son durak Bağdat. Bir baştan bir başa tam 7 bin 400 kilometre.

    Tahmini yolculuk süremiz ne kadar?

    En az 6 ay.

    Peki hava durumu..?

    Gündüzleri artı 50 dereceyi bulduğu da olacak, geceleri eksi 40 dereceye düştüğü de… Güzergahın büyük bölümünde en büyük düşman güneş. Bu nedenle de bir kervan geleneği olarak çoğunlukla gündüz uyuyup gece yol gideceğiz.

    Nerelerde konaklayacağız?

    Bölgeye göre değişir. Budist tapınaklarında, askeri kalelerde ya da İpek Yolu ile hayatımıza girmiş muhteşem dinlenme tesislerinde, yani kervansaraylarda…

    Alışverişimizi ne ile yapacağız?

    Çoğunlukla bir top ipek. En değerli ve geçerli para bu. Güzergahımızın adı zaten bu nedenle İpek Yolu. Bakır ve gümüş para da çoğu yerde geçiyor. Çin içinde bazı yerlerde kağıt para da geçerli. Tüccarlar bu özel basılmış kağıtları da kabul ediyor.

    Yolda, ilim peşindeki bilginler, mal peşindeki tüccarlar, macera peşinde seyyahlar, düşman peşinde askerler, Leyla peşinde Mecnunlar, kutsal menziller peşindeki hacılar zaman zaman kervanımıza katılacak. Onlar hedeflerine ulaştıkları duraklarda kervandan ayrılacak. Bizim için istikamet Bağdat.

    Biliyorum yolcu yolunda gerek ama yola çıkmadan önce heybemize birkaç bilgi daha yükleyelim.

    Efsaneye göre Şi Ling ya da Leizu adında bir Çin prensesi sarayının bahçesindeki dut ağacının gölgesinde çayını yudumlarken aniden yumurtaya benzeyen beyaz bir topak düşer. Biz buna “koza” diyoruz. Anglosaksonlar “cocoon” diyor. Koza aslında, Sanskritçe, sarıp sarmalama, içine almak demek olan “kuś” kelimesinden geliyor. Biz Farsçadaki “goza” söylenişinden almışız.

    Prenses, bu kozayı sıcak suyun içinden çıkarmaya çalışırken ip ip ayrıştığnı görür. Hasar görmemiş bir kozadan çıkan ipek ipi, 914 metre uzayabilir. Prenses henüz bunu bilmiyordu tabii ki… Ama kafasında bu ipleri dokumada kullanma fikri doğdu ve ipeğin tarihi başladı. Anglosaksonlar eski Yunancadaki “seric” kelimesinden gelmesi olası “silk” sözcüğünü kullanıyor. Biz ise, ip sözcüğünden gelmesi olası “ipek” kelimesini…

    Efsaneye geri döneyim… Neden dut ağacı? İpek böceğinin kebabıdır dut yaprağı. Müze, yolumuzun bu kısmında güzergahımıza canlı ipek böceklerini koymuş. O nefis ipekleri bu tırtılların yaptığına inanmak çok zor. Ama işte görünüşe aldanmayacaksın. Bu nedenle bu böcekler çok değerli. Yaklaşık yarım kilo ipek elde etmek için en az 2500 ipek böceğine ihtiyaç var. Emeklilik yok, sigorta yok, tazminat yok. Tek istedikleri dut yaprağı.

    O muhteşem güzellikleri üreten bu hayvancıkların aslında kör olduğunu öğrenmek ise sarsıcı. Kelebeğe dönüştüklerinde bile uçamıyorlar ve kendi örecekleri hapishanelerinde yani kozalarında yaşayıp ölüyorlar. Dişi bir koza kelebeği 500 yumurta bıraktıktan sonra ölüyor. 10 – 12 gün sonra tırtıllar yumurtadan çıkıyor. Dut yaprağıyla beslenen bu minik canlılar bir ayda 10 bin kat büyüyorlar. Sonra olgun tırtıl kendi etrafında kozasını örmeye başlıyor. Kozanın içinde tırtıl pupaya dönüşüyor ve kozadan çıkıyor. Çıkınca uçmaz bir kelebeğe dönüşüyor ve yumurtalarını bıraktıktan sonra ömrünü tamamlıyor. Döngü yeniden başlıyor.

    Çin, keşfettiği işte bu muhteşem döngüyü yüzlerce yıl bir sır olarak kendine saklamayı başardı. Bu sırrı yabancılara verenler öldürüldü. Çin bu ipek sayesinde bir dönemin lüks ve ticaret merkezine dönüştü, zenginliğine zenginlik kattı. İpeğin ilk bulunuşundan İpek Yolunda ticaretin başlamasına kadar yaklaşık 1000 yıl ipek piyasası Çin’in elinde kaldı. Bu dönemin uzunca bir döneminde ise ipek hanedanlık mensupları için dokundu. Ama iki kişinin bildiği sır değildir. Bu sır da nihayet dünyaya yayıldı. İpek bugün sadece dokumada değil, paraşüt yapımından yarış bisikleti tekerleği üretimine kadar birçok alanda kullanılıyor. Bazı cerrahlar bile artık ameliyatları ipek iple dikiyor. Ama tabii ki ipeği efsane haline getiren dokuma ve tekstildeki kullanımı oldu. Yazın serin, kışın sıcak tutan bu yumuşak kumaş adeta sihirli bir masal elbisesi gibi görülüyordu.

    Şian’dan çıktım yola yüküm ipektir…

    İşte Eski Dünyanın her köşesinden insanları Çin’e Xi’an’a çeken bu ipekti. Şi’an’dan çıkan kervanların en önemli yükü de ipekti. Elbette bu yolda, kıymetli taşlardan baharata, sebze meyveye kadar her türlü mal taşınıyordu ama ipeğin bu devasa ticaret yolundaki en muteber tedavül aracı olması nedeniyle bu yol, bugün İpek Yolu olarak anılıyor. İpek taşımak, metal paradan daha kolaydı. Hatta Çin hanedanlıklarından bazıları çalışanların maaşını ipek olarak ödüyordu.

    Çin’in özellikle de batı kesimleri kozmopolit bir coğrafyaya dönüştü. O tarihte Çin, inançlar açısından dünyanın en çoğulcu coğrafyasıydı. Mani dini müntesiplerinden Zerdüştilere, Taoistlerden, Konfüçyus takipçilerine, Nasturi Hıristiyanlardan Yahudilere kadar birçok dinden insanlar… Fakat İpek Yolunda çoğunluğu her zaman Budistler ve Müslümanlar oluşturdu.

    Çölün saygın efendileri, develer

    Şi’an’dan yola çıktıktan 2 bin 500 kilometre sonra İpek Yolu’nun ikinci önemli noktasına Turfan‘a ulaşacağız. Ama önce Şincan ile Pamir Dağları arasındaki Taklamakan Çölünün zor koşullarını aşmamız lazım.

    Çölde en güvenilir yoldaş devedir. Develer, sadece İpek Yolunun değil, insan uygarlığının destanı yazılmamış gizli kahramanlarıdır. Bir deve 140 kilograma kadar yük çekebiliyor. Ne at çeker bunu, ne eşek, ne de insan gücü… Yüklü bir deve hiç su içmeden 15 gün gün yol gidebiliyor. Ama yaygın yanılgının aksine develerin hörgücü su deposu değil, yağ deposu. Enerjisini oradan alıyor. Uzun kirpikleri gözlerini kum fırtınalarından ve güneşten koruyor. Ağzını kapatır gibi istediği zaman kapatabildiği burun delikleri de kum ve toz fırtınalarından etkilenmemesini sağlıyor. Kalın ve sert dudaklarıyla çölllerdeki en dikenli bitkileri bile yiyebiliyor. Yünlü derisi onu Orta Asya’nın eksi 30 derecelere kadar düşen soğuğundan koruyor. Keçeli geniş ayakları, çöl kumunda batmadan yürümesini, kayalık enegebeli yollarda dengesini kaybetmemesine yardım ediyor. İki hörgüçlü develer genelde İpek Yolunun doğusunda çalışıyordu. Çünkü soğuğa dayanaklıydılar. Tek hörgüçlü Arap develer ise batı yollarındaki kervanların tercihiydi.

    Turfan’da meyve sebze pazarı

    Taklamakan Çölüne yeterli erzakla girmek lazım. Çünkü bir sonraki erzak noktasına ulaşmak en az 10 gün. İşte karşıdan Turfan vahası gözüküyor. Doğu Türkistan’ın kuzey batı ucundayız. Bir yanımız Taklamakan Çölü bir yanımız Yanan Dağlar. Bu kırmızı tepeler güneşte aldıkları renkten dolayı böyle adlandırılıyor. Şehrin girişinde daha pasaportuma soğuk damgayı vurarken, ortama verilen pazar efektleri için müze küratörlerine bir selam daha yolluyorum. Müzenin sergiye kurduğu enfes ses düzeninde deve böğürtüleri, at kişnemeleri, koyun melemeleri, mallarını satan tüccarların bağırışları eşliğinde Turfan’ın ünlü pazarlarından birine giriyoruz.

    Turfan bir vaha. Çölün ortasında bu kadar sebze ve meyveyi nerden buluyorlar, hangi suyla yetiştiriyorlar? Burada bir başka Orta Asya efsanesi, “kehriz” sulama sistemi ile tanışıyoruz. Türkiye’nin Van gibi kentlerinde de yakın zaman öncesine kadar bu yer altı su sistemi aktifti. Bugün bile Asyanın birçok yerinde hala kullanılan kehriz sistemi ile dağlardan gelen yer altı suları, yer altında inşa edilen bir kuyular şebekesi ile hem içme suyu temininde hem de tarımda kullanılabilir hale geliyor. Birleşmiş Milletler, Azerbaycan’ın antik kehriz sistemini, dünyanın kuraklık yaşanan yerlerinde susuzluk problemini çözmede kullanmayı gündemine almış durumda…

    Bu kehrizler çorak arazileri bile cennete çeviriyordu. Bugün bile Turfan’da hala 1000 civarında kehriz sistemi aktif durumda. Turfan’a yılda 300 milyon metreküp su taşıyor bu kehrizler. Yani, 100 bin olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çok su. Günümüz dünyasında en çok kehriz İran’da var. Tam 50 bin ayrı kehriz ağına sahip İran.

    Turfan ne kadar vaha olsa da çöl sıcakları var. Bu nedenle de alışveriş pazarları gündüzleri kapalı. Akşam saatlerinde açılıyor. Kervanlar, burada ipek, kumaş ve mücevheratın yanına başka malllar yükleyecek.

    En başta deri ve kürk. Orta Asyalı avcılar kuzey steplerinde avladıkları tilki ve tavşanların kürklerini, beyaz as kürklerini satıyor. İpek Yolu ağına kürk büyük ölçüde Turfan’dan dahil oluyor. İran yönünden gelen kervanlar geyik ve ceylan derileri getiriyor. Bunlar özellikle bot yapımında çok makbul aranan deriler. Leopar derisi çok değerli. Çinli tüccarların peşinde olduğu daha özel bir mal daha var; vahşi hayvan kuyrukları. Çinli askerler, soylular bu kuyrukları şeref ve onur sembolü olarak takıyor. Leopar kuyruğu ise sembolik ve madddi değeri en yüksek olanı.

    Bu pazarlarda değerli taşlar da alınıp satılıyor. Yeşil akik taşı, sarı kehribar taşı, mor yakut taşı, cam göbeği yeşili beril(akuamarin), altın, yeşim taşı (jade), lacivert lapis taşı, kırmızı yakut, zümrüt, mavi safir taşı, inci, rengarenk spineller, sabuntaşı, topaz, turkuvaz, fildişi ve envai taş pazarlarda el değiştiriyordu. Lacivert lapis taşı şifa olarak da kullanılıyordu ki Afganistan ve güneydoğu Tacikistan bugün bile bu taşın dünyadaki en büyük kaynağı.

    Bunların yanı sıra yiyecek alıp satıyordu kervanlar Turfan pazarında. Meyve ve sebzeler dağlardan getirilen buz ve karla dolu özel sepetlerle uzak diyarlara gönderiliyordu. İran ve Ortadoğu’dan çerezler, Anadolu’dan incir, vahalardan meyveler, Orta Asya’dan sebzeler geliyordu. Herkes kendi coğrafyasından olanı satıyor, olmayanı alıyordu. Tuz, baharat, şeker, hardal Hindistan ve İran’dan Çin’e doğru gidiyordu. Çinden gelen şifalar, parfümler, koruyucular ve kozmetik Batıya gidiyordu. Ve elbette ki afrodizyak. Alanı da satanı da bugünkü kadar çoktu. Yeter ki bir yiyecek hakkında “kuvvet verir” dedikodusu yayılmaya görsün…

    Ve kokular…Ah güzelim kokular… Müzeye bir selam daha yolluyorum. Küplere konmuş İpek Yolu kokularını, küplerin kapaklarını açıp teker teker kokluyorum. Günümüzde önyargı kurbanı olan gül yağı. Küpün ağzını aralamamla çarpılmam bir oluyor. Benimle aynı kervanda olan herkesin de favorisi gül yağı oluyor. Dönüp dönüp kokluyor herkes… Misk küpü, çölde ıssız yıldızlı bir gecenin arzu aşılayan kokusu. Tütsüler, yasemin yağı, saussurea kökü, yalancı tesbih ağacı kökü ve daha nicesi…

    Tabii ki ilaçlar şifalar… Aspirin yok, vermidon yok. Ama Seylan tarçını var. Başağrısına iyi gelir derler. Isırgan otu, acı tere otu, epsom tuzu (magnezyum sülfat), zencefil kökü, alçı taşı, safran, insan saçı, sülfür, zerdeçal, ışgın (rebez), yosun, gergedan boynuzu, muskat… Hani cimrilerin başkasına bunu bile koklatmadığı berbat kokulu arsenik yani zırnık ve daha nice şifalı madde… Ama özellikle ikisini heybemize katalım. Biri ‘ginseng’. Enerji veren, güç kuvvet veren, stresi azaltan bu Çin bitkisi bugün pile popülaritesinden pek birşey yitirmemiş. İpek Yolu ehlinin en çok rağbet ettiği diğer şifa ise, geviş getiren hayvanların midesinde oluşan bezoar taşıydı.

    Bu İpek Yolu insanları bizim gibi sabit menüye koşullandırılmış tüketim insanları değildi. Aroma listeleri bile çeşitliliğiyle başdöndürür. Aselbent sakızı, kartal ağacı, Mekke pelesenk ağacı, mürrisafi sakızı (laden reçinesi), kafur ruhu, balzamik onika, sandalağacı ve daha sayması zor onlarca çeşit aroma da tezgahlarda el değiştiriyordu.

    Ve elbette tekstil. İpeğin yanı sıra en revaçta olan yündü. Bugünkü gibi sadece koyun yünü değil, deve ve yak yünü de bolca bulunurdu. Turfan’da kervanların yükleri arasına keten ve kenevir kumaşlar da dahil oluyordu.

    Turfan’ın bu müthiş pazarından yüklerimizi alıp, bir sonraki ana durağa Semerkant‘a doğru yola çıkıyoruz. Daha Bağdat’a kadar gidecek 4 bin 900 kilometre yol var. Semerkant yolunda Pamir Dağlarını, Fergana Vadisini geçeceğiz. Yolda Hindikuş Dağları da var Himalayalar da… Amuderya (Ceyhun) nehri de var, Siri Derya (Seyhun) nehri de…

    İpek Yolu’nun en iyi ipek sırmalarını mı arıyorsunuz? Samur paltoya mı ihtiyacınız var? Bir paket misk belki de… Ya da bir rulo krem rengi kaliteli kağıt? Sizin durağınız burası, Semerkant’a hoşgeldiniz. Özbekler ama daha çok da bugünkü Taciklerin ataları olan Soğd halkı, hiç kimsenin olmadığı kadar İpek Yolunun efendisiydi. Kervansaraylar, deve sürücüleri, klavuzlar hep Soğd’lardandı. Ve Semerkant onların ülkesinin tam kalbinde yer alıyordu. İpek Yolu vesilesiyle Soğd ahalisi, doğuya Çin’in içlerine kadar girdi. Birçok Çin şehrine yerleştiler.

    Semerkant öylesine muazzam bir ticaret ve kervan kavşağıydı ki yüzlerce kilometreden itibaren çevresi adeta kervansaray deryasıydı. Ünlü seyyah İbn-i Havkal, “Semerkant etrafında yolcuların her ihtiyacını giderebildiği kervansaraylardan bulunmayan tek bir kasaba, köy, vadi ya da çöl yoktu. Sadece Semerkant çevresinde 2000 kervansaray olduğunu duydum” diye anlatıyor o günleri. Kervansaraylar büyüleyici müesseseler… Hafızamı yokluyorum ama aklıma tek bir kervansaray filmi veya romanı bile gelmiyor, hayıflanıyorum…

    Semerkant’ın öyküsü kağıdın materyal olmaktan çıkıp uygarlık destanına dönüşmesinin öyküsüdür. MÖ 50 yılında Çinliler ilk kağıdı icat ettiler. Ancak kağıdın yazı için kullanılması MS 100 yılında oldu. MS 300 yılında ise kağıt yapma sanatı Semerkant’a ulaştı. Dünyanın ilk kağıt fabrikası ise 795 yılında Bağdat’ta kuruldu.

    Bugün kağıtsız yaşayabileceğimizi iddia edebiliyoruz ama İpek Yolunda taşınan onca mal içinde hiçbiri kağıt kadar kudretli değildi. Efsaneye göre 751 yılında Talas Savaşında Müslümanlar Çinlileri yenince kağıdın sırrını da ele geçirdi. Çinli kağıt ustaları Semerkant’a götürüldü ve Semerkant dünyanın en iyi kağıtlarının üretildiği merkez oldu. Kağıt günümüzde ağaç hamurundan elde ediliyor fakat o dönemlerde pamuk ve keten hamurundan da yapılıyordu. Kağıdın İslam Dünyasına girmesiyle bilim ve edebiyatın yaygınlaşmasında patlama meydana geldi. Bilgi akışı, o zaman ölçülerine göre inanılmaz bir hıza ulaştı. Bağdat’ta yaşayan bir bilginin, Endülüs’te basılan kitap eline birkaç ay sonra ulaştı diye “zamanımızda ilim geriledi” diye sitem ettiğini öğreniyoruz.

    Müslümanlar, süslü kağıtlar yaptılar. Kağıda iyi yazmak için onu pirinç nişastası ile kaplıyor, sonra yumuşak bir taşla zımparalıyor, sonra çeşitli renklerde boyuyorlardı. İpek Yolunun altın çağında Semerkant, eğitim kurumlarıyla, bilginleriyle, sanatçılarıyla, ustalarıyla, tüccarlarıyla dünyanın kültür başkentlerinden biri olmuştu.

    İpek Yolu kervanlarının Semerkant’tan sonraki ana hedefi Bağdat. Ne ki önce Karakum Çölü bilahare Zağros Dağları gibi iki çetin engeli de geçmek lazım. Barışın ülkesi Bağdat. İpek Yolunun altın çağı başlarken, 762 yılında Abbasi Halifesi Mansur tarafından Dicle Nehrinin kenarına kuruldu. Abbasiler başkenti Şam’dan bu yeni şehre taşıdılar. Kısa sürede Müslüman dünyasının kalbi haline geldi. Adı bir rivayete göre Farsça “bağ – dad (panayır bahçesi)”dan geliyor. Bir rivayete göre ise, yine Farsça “Be huda da (Allah verdi)” ifadesinden.

    İpek yolunun 3 sembol ürünü var. İpek ve kağıdı andık. İkisi de çoğunlukla doğudan batıya geliyordu. Üçüncüsü yani ”cam” ise Bağdat’tan doğuya doğru yola çıkıyordu. Camın tarihi Ortadoğuda başladı. Kum, kireç ve soda külünün karışımı 1370 derece sıcaklığa ulaştığında cama dönüşüyordu. Cam, İpek Yolu aracılığıyla Çin’e ulaştığında Çinliler uzun süre cama, “en pahalı mücevher” muamelesi yapmış. Tabi Çinliler, camın doğal bir madeni ürün değil de “üretilen” bir mamul olduğunu farkedinceye kadar tüccarlar iyi para kazanmış.

    Hindistan’dan yola çıkan sayı sistemleri, Bağdat’ta modern matematiğin bugünkü sayı sistemine dönüştü. Sıfır, matematiğe dahil oldu. Harun Reşid’in Bağdat’ta kurduğu “Dar-ul Hikme“, başta Antik Yunan klasikleri olmak üzere muazzam bir tercüme faaliyetine girişti. Tam bir icatlar çağı başladı. Müslüman bilginler, su servis edeninden zamanı gösterenine kadar sayısız makine icat ediyordu. El Ceziri 800’lü yıllarda su saatini icat etti. Bunun yanı sıra 50 ayrı makinenin de mucididir. İbn-i Heysem’den, özellikle tıpta çığırlar açan İbn-i Sina’ya, Ömer Hayyam’dan, El Kindi’ye, Abdurrahman El Sufi’den Harizmi’ye, burda sayması zor nice bilgin ve edebiyatçı İpek Yolunun çocuğudur.

    New York müzesindeki sergide Bağdat şehri bölümüne girdiğimde karşıma çıkan bilimsel şölen, bugünkü Bağdat’ı düşününce dokunaklı geliyor. Sergide en hayran kaldığım şeylerden biri olan ve bir Bağdat icadı olan ‘usturlab’ın(astrolobe) başına oturuyorum. Penceremsi bir derinliğin içine Bağdat’tan görünen uzayın derinliklerini temsil eden yıldızlar var. Yıldızlar karanlığın içinde ışıl ışıl yanıyor. Aleti kullanarak gördüğüm yıldızların uzaklığını ya da zamanı ölçmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Ta Şian’dan geliyorum, yol yorgunluğu olsa gerek. Bağdat’tan görünen uzayı biraz seyrettikten sonra kalkıp sağa dönünce duvarı boydan boya kaplayacak şekilde İngilizcesi yazılmış bir Hadis görüyorum; “İlim için yola çıkana, Allah da cennetin yolunu gösterir“.

    M.S. 8’nci yüzyıldaki bu yolculuktan istemeye istemeye günümüze dönüyorum. Kervanla ziyaret ettiğim yerlerin bugününü merak ediyorum. Bugün Çin’in uzay programına da ev sahipliği yapan Şian, 8 milyonluk bir şehir. Nüfusu günümüzde 250 bin civarında olan Turfan, ücra ve bir Doğu Türkistan şehri. Nüfusun yarısını hala Uygur Türkleri oluşturuyor. 600 bin nüfuslu Semerkant, dünyadan o kadar izole bir şehir ki ne siz sorun ne ben anlatayım.

    Ya Bağdat?

    1258 yılında Moğolların yerle bir ettiği bu uygarlık beşiği, 750 yıl sonra önce bir diktatörün, sonra petrol ve silah endüstrisinin ve günümüzde kapkara bir barbarlığın tehdidi altında üst üste yıkımlar yaşıyor.

    Müze içinde yaklaşık yaklaşık 200 metreyi bulan İpek Yolunda dolandığım iki saat boyunca seslerini dinlediğim, tüccarlar, bilginler, aşıklar, hacılar, müzisyenler, hatta keçiler, koyunlar, develer artık yok. Anılmayı hakedecek hayatlar yaşamışlar ve göçüp gitmişler… Sergiyi hazırlayanlar bu gerçeği de Ömer Hayyam‘ın bir dörtlüğünün İngilizcesini çıkış kapısına yazarak bizi uğurluyor;

    Bu dünya bir kervansaray
    Bir giriş bir de çıkış kapısı olan…
    Her gün bir yeni kervan gelir bu saraya,
    Bir diğeri giderken…

    CEMAL TUNÇDEMİR
    İpek Yolu New York’tan Geçer Mi? Doğrusu gümrük işlemlerimi yapıncaya kadar bu kadar heyecan verici bir yolculuk olacağını düşünmemiştim. Bir öğleden sonra tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktasına yani, Çin‘in bugünkü adıyla Xi’an (Şian) şehrinin kapısına geldim. Elimize tutuşturulan pasaporta soğuk damgayı vurduktan sonra, Xian’dan itibaren yaklaşık 2 saat sürecek ve Bağdat’ta sona erecek tarihi ipek yolu yolculuğuma başlıyorum. Şi’an ile Bağdat arasında uzanan efsanevi yolda, karlı dağlar, buz gibi stepler, kavrulmuş çöl kumları, coşkun nehirler, sarp vadiler, masalsı şehirler geçiyorsunuz. Açlık, susuzluk, güneş çarpması, kum fırtınası ve hırsızlar yolda sizi bekleyen tehlikelerden birkaçı. Yalnız başına çıkılacak yol değil. Bu sebeple bir katara katılmak en iyisi. Uzun ve meşakkatli seyahatlerde hem güvenlik hem de ihtiyaçlar için oluşturulan bu katarlar için nerdeyse bütün kültürler Farsça kökenli “kervan” adını kullanıyor. İngilizcenin ünlendirdiği “caravan” da buradan geliyor. Tahminim siz hala nasıl olacak da binlerce kilometreyi 2 saatte katedeceğimi düşünüyorsunuzdur. Aslında hala New York’tayım. Favori müzelerimden biri olan Amerikan Doğal Tarih Müzesi’nin, Ağustos ayına kadar açık kalacak muhteşem ‘İpek Yolu (Silk Road)’ sergisindeyim. Müzede özel bir alanda hazırlanmış sergide İpek Yolu güzergahının 4 önemli şehri arasında gerçekte 200 metre ancak hayal dünyasında aylarca süren heyecan verici bir yolculuğa çıkıyorsunuz. İpek Yolunun önemini yüzeysel bir tarih bilgisi olarak biliyordum ama sanırım ilk defa bu düzeyde fark ettim. Daha önemli bir işiniz yoksa, sizi 1000 yıl öncesinin Xian’ından Bağdat’a uzanacak bu yolculuğun kervanına katılmaya davet ediyorum. Uçsuz bucaksız Gobi Çölünün güneylerinde bir yer başlangıç noktamız. Asya’nın en büyük çölü olan Gobi, Orhun Anıtlarına da ev sahipliği yapar. Moğolca “gobi” çöl demekmiş. Daha 900’lü yıllarda nüfusu 1 milyonu geçen Şi’an’a hoşgeldiniz. “Xi’an” Çince’de “batıdaki barış diyarı” gibi bir anlama geliyor. İpek Yolu çağında ise bu şehrin adı Chang’an‘dı. Yani “ebedi barışın yeri”. 10’ncu yüzyılda dünyada dört metropol vardı; Roma, Kahire, Aden ve Şi’an. Fakat hiçbiri Şi’an kadar büyük Şi’an kadar kozmopolit değildi… Tang Hanedanlığının başkentiydi. Şehrin en geniş sokağı Heng sokağıydı. Bugünkü ölçülere vurursak 120 şeritli otoyol genişliğindeydi bu cadde. Geniş caddeler, antik ahşap şehirlerin en büyük düşmanı olan yangına karşı bir önlemdi. İmparatorluk binaları, tapınaklar, pazarlar yan yana dizili. Nüfusun büyük bölümü Çinli değil, “uzaklar”dan gelmiş insanlar. Yabancı tüccarlar, elçiler, bilginler, müzisyenler, dünyanın o tarihteki en kozmopolit şehrinin sokaklarını yeni inançlar, yeni fikirler, yeni müzikler, yeni mallarla dolduruyordu. Peki bu insanlar bu şehre nereden geliyordu? Elbette, İpek Yolundan… İpek Yolu, özellikle de en parlak dönemi olan 700’lü yıllardan 13’ncü yüzyıla kadar dünyaya şekil vermiş muazzam bir kültür ve ticaret ağı. Sadece develerin ve tüccarların değil, yeni fikirlerin, icatların, dinlerin de seyahat ettiği bir yoldu. Biz de aşağı yukarı bu döneme karşılık gelen bir dönemde kat edeceğiz İepk Yolunu. Yolculuğumuz ne kadar sürecek? Şi’an, Turfan, Semerkant ve son durak Bağdat. Bir baştan bir başa tam 7 bin 400 kilometre. Tahmini yolculuk süremiz ne kadar? En az 6 ay. Peki hava durumu..? Gündüzleri artı 50 dereceyi bulduğu da olacak, geceleri eksi 40 dereceye düştüğü de… Güzergahın büyük bölümünde en büyük düşman güneş. Bu nedenle de bir kervan geleneği olarak çoğunlukla gündüz uyuyup gece yol gideceğiz. Nerelerde konaklayacağız? Bölgeye göre değişir. Budist tapınaklarında, askeri kalelerde ya da İpek Yolu ile hayatımıza girmiş muhteşem dinlenme tesislerinde, yani kervansaraylarda… Alışverişimizi ne ile yapacağız? Çoğunlukla bir top ipek. En değerli ve geçerli para bu. Güzergahımızın adı zaten bu nedenle İpek Yolu. Bakır ve gümüş para da çoğu yerde geçiyor. Çin içinde bazı yerlerde kağıt para da geçerli. Tüccarlar bu özel basılmış kağıtları da kabul ediyor. Yolda, ilim peşindeki bilginler, mal peşindeki tüccarlar, macera peşinde seyyahlar, düşman peşinde askerler, Leyla peşinde Mecnunlar, kutsal menziller peşindeki hacılar zaman zaman kervanımıza katılacak. Onlar hedeflerine ulaştıkları duraklarda kervandan ayrılacak. Bizim için istikamet Bağdat. Biliyorum yolcu yolunda gerek ama yola çıkmadan önce heybemize birkaç bilgi daha yükleyelim. Efsaneye göre Şi Ling ya da Leizu adında bir Çin prensesi sarayının bahçesindeki dut ağacının gölgesinde çayını yudumlarken aniden yumurtaya benzeyen beyaz bir topak düşer. Biz buna “koza” diyoruz. Anglosaksonlar “cocoon” diyor. Koza aslında, Sanskritçe, sarıp sarmalama, içine almak demek olan “kuś” kelimesinden geliyor. Biz Farsçadaki “goza” söylenişinden almışız. Prenses, bu kozayı sıcak suyun içinden çıkarmaya çalışırken ip ip ayrıştığnı görür. Hasar görmemiş bir kozadan çıkan ipek ipi, 914 metre uzayabilir. Prenses henüz bunu bilmiyordu tabii ki… Ama kafasında bu ipleri dokumada kullanma fikri doğdu ve ipeğin tarihi başladı. Anglosaksonlar eski Yunancadaki “seric” kelimesinden gelmesi olası “silk” sözcüğünü kullanıyor. Biz ise, ip sözcüğünden gelmesi olası “ipek” kelimesini… Efsaneye geri döneyim… Neden dut ağacı? İpek böceğinin kebabıdır dut yaprağı. Müze, yolumuzun bu kısmında güzergahımıza canlı ipek böceklerini koymuş. O nefis ipekleri bu tırtılların yaptığına inanmak çok zor. Ama işte görünüşe aldanmayacaksın. Bu nedenle bu böcekler çok değerli. Yaklaşık yarım kilo ipek elde etmek için en az 2500 ipek böceğine ihtiyaç var. Emeklilik yok, sigorta yok, tazminat yok. Tek istedikleri dut yaprağı. O muhteşem güzellikleri üreten bu hayvancıkların aslında kör olduğunu öğrenmek ise sarsıcı. Kelebeğe dönüştüklerinde bile uçamıyorlar ve kendi örecekleri hapishanelerinde yani kozalarında yaşayıp ölüyorlar. Dişi bir koza kelebeği 500 yumurta bıraktıktan sonra ölüyor. 10 – 12 gün sonra tırtıllar yumurtadan çıkıyor. Dut yaprağıyla beslenen bu minik canlılar bir ayda 10 bin kat büyüyorlar. Sonra olgun tırtıl kendi etrafında kozasını örmeye başlıyor. Kozanın içinde tırtıl pupaya dönüşüyor ve kozadan çıkıyor. Çıkınca uçmaz bir kelebeğe dönüşüyor ve yumurtalarını bıraktıktan sonra ömrünü tamamlıyor. Döngü yeniden başlıyor. Çin, keşfettiği işte bu muhteşem döngüyü yüzlerce yıl bir sır olarak kendine saklamayı başardı. Bu sırrı yabancılara verenler öldürüldü. Çin bu ipek sayesinde bir dönemin lüks ve ticaret merkezine dönüştü, zenginliğine zenginlik kattı. İpeğin ilk bulunuşundan İpek Yolunda ticaretin başlamasına kadar yaklaşık 1000 yıl ipek piyasası Çin’in elinde kaldı. Bu dönemin uzunca bir döneminde ise ipek hanedanlık mensupları için dokundu. Ama iki kişinin bildiği sır değildir. Bu sır da nihayet dünyaya yayıldı. İpek bugün sadece dokumada değil, paraşüt yapımından yarış bisikleti tekerleği üretimine kadar birçok alanda kullanılıyor. Bazı cerrahlar bile artık ameliyatları ipek iple dikiyor. Ama tabii ki ipeği efsane haline getiren dokuma ve tekstildeki kullanımı oldu. Yazın serin, kışın sıcak tutan bu yumuşak kumaş adeta sihirli bir masal elbisesi gibi görülüyordu. Şian’dan çıktım yola yüküm ipektir… İşte Eski Dünyanın her köşesinden insanları Çin’e Xi’an’a çeken bu ipekti. Şi’an’dan çıkan kervanların en önemli yükü de ipekti. Elbette bu yolda, kıymetli taşlardan baharata, sebze meyveye kadar her türlü mal taşınıyordu ama ipeğin bu devasa ticaret yolundaki en muteber tedavül aracı olması nedeniyle bu yol, bugün İpek Yolu olarak anılıyor. İpek taşımak, metal paradan daha kolaydı. Hatta Çin hanedanlıklarından bazıları çalışanların maaşını ipek olarak ödüyordu. Çin’in özellikle de batı kesimleri kozmopolit bir coğrafyaya dönüştü. O tarihte Çin, inançlar açısından dünyanın en çoğulcu coğrafyasıydı. Mani dini müntesiplerinden Zerdüştilere, Taoistlerden, Konfüçyus takipçilerine, Nasturi Hıristiyanlardan Yahudilere kadar birçok dinden insanlar… Fakat İpek Yolunda çoğunluğu her zaman Budistler ve Müslümanlar oluşturdu. Çölün saygın efendileri, develer Şi’an’dan yola çıktıktan 2 bin 500 kilometre sonra İpek Yolu’nun ikinci önemli noktasına Turfan‘a ulaşacağız. Ama önce Şincan ile Pamir Dağları arasındaki Taklamakan Çölünün zor koşullarını aşmamız lazım. Çölde en güvenilir yoldaş devedir. Develer, sadece İpek Yolunun değil, insan uygarlığının destanı yazılmamış gizli kahramanlarıdır. Bir deve 140 kilograma kadar yük çekebiliyor. Ne at çeker bunu, ne eşek, ne de insan gücü… Yüklü bir deve hiç su içmeden 15 gün gün yol gidebiliyor. Ama yaygın yanılgının aksine develerin hörgücü su deposu değil, yağ deposu. Enerjisini oradan alıyor. Uzun kirpikleri gözlerini kum fırtınalarından ve güneşten koruyor. Ağzını kapatır gibi istediği zaman kapatabildiği burun delikleri de kum ve toz fırtınalarından etkilenmemesini sağlıyor. Kalın ve sert dudaklarıyla çölllerdeki en dikenli bitkileri bile yiyebiliyor. Yünlü derisi onu Orta Asya’nın eksi 30 derecelere kadar düşen soğuğundan koruyor. Keçeli geniş ayakları, çöl kumunda batmadan yürümesini, kayalık enegebeli yollarda dengesini kaybetmemesine yardım ediyor. İki hörgüçlü develer genelde İpek Yolunun doğusunda çalışıyordu. Çünkü soğuğa dayanaklıydılar. Tek hörgüçlü Arap develer ise batı yollarındaki kervanların tercihiydi. Turfan’da meyve sebze pazarı Taklamakan Çölüne yeterli erzakla girmek lazım. Çünkü bir sonraki erzak noktasına ulaşmak en az 10 gün. İşte karşıdan Turfan vahası gözüküyor. Doğu Türkistan’ın kuzey batı ucundayız. Bir yanımız Taklamakan Çölü bir yanımız Yanan Dağlar. Bu kırmızı tepeler güneşte aldıkları renkten dolayı böyle adlandırılıyor. Şehrin girişinde daha pasaportuma soğuk damgayı vurarken, ortama verilen pazar efektleri için müze küratörlerine bir selam daha yolluyorum. Müzenin sergiye kurduğu enfes ses düzeninde deve böğürtüleri, at kişnemeleri, koyun melemeleri, mallarını satan tüccarların bağırışları eşliğinde Turfan’ın ünlü pazarlarından birine giriyoruz. Turfan bir vaha. Çölün ortasında bu kadar sebze ve meyveyi nerden buluyorlar, hangi suyla yetiştiriyorlar? Burada bir başka Orta Asya efsanesi, “kehriz” sulama sistemi ile tanışıyoruz. Türkiye’nin Van gibi kentlerinde de yakın zaman öncesine kadar bu yer altı su sistemi aktifti. Bugün bile Asyanın birçok yerinde hala kullanılan kehriz sistemi ile dağlardan gelen yer altı suları, yer altında inşa edilen bir kuyular şebekesi ile hem içme suyu temininde hem de tarımda kullanılabilir hale geliyor. Birleşmiş Milletler, Azerbaycan’ın antik kehriz sistemini, dünyanın kuraklık yaşanan yerlerinde susuzluk problemini çözmede kullanmayı gündemine almış durumda… Bu kehrizler çorak arazileri bile cennete çeviriyordu. Bugün bile Turfan’da hala 1000 civarında kehriz sistemi aktif durumda. Turfan’a yılda 300 milyon metreküp su taşıyor bu kehrizler. Yani, 100 bin olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çok su. Günümüz dünyasında en çok kehriz İran’da var. Tam 50 bin ayrı kehriz ağına sahip İran. Turfan ne kadar vaha olsa da çöl sıcakları var. Bu nedenle de alışveriş pazarları gündüzleri kapalı. Akşam saatlerinde açılıyor. Kervanlar, burada ipek, kumaş ve mücevheratın yanına başka malllar yükleyecek. En başta deri ve kürk. Orta Asyalı avcılar kuzey steplerinde avladıkları tilki ve tavşanların kürklerini, beyaz as kürklerini satıyor. İpek Yolu ağına kürk büyük ölçüde Turfan’dan dahil oluyor. İran yönünden gelen kervanlar geyik ve ceylan derileri getiriyor. Bunlar özellikle bot yapımında çok makbul aranan deriler. Leopar derisi çok değerli. Çinli tüccarların peşinde olduğu daha özel bir mal daha var; vahşi hayvan kuyrukları. Çinli askerler, soylular bu kuyrukları şeref ve onur sembolü olarak takıyor. Leopar kuyruğu ise sembolik ve madddi değeri en yüksek olanı. Bu pazarlarda değerli taşlar da alınıp satılıyor. Yeşil akik taşı, sarı kehribar taşı, mor yakut taşı, cam göbeği yeşili beril(akuamarin), altın, yeşim taşı (jade), lacivert lapis taşı, kırmızı yakut, zümrüt, mavi safir taşı, inci, rengarenk spineller, sabuntaşı, topaz, turkuvaz, fildişi ve envai taş pazarlarda el değiştiriyordu. Lacivert lapis taşı şifa olarak da kullanılıyordu ki Afganistan ve güneydoğu Tacikistan bugün bile bu taşın dünyadaki en büyük kaynağı. Bunların yanı sıra yiyecek alıp satıyordu kervanlar Turfan pazarında. Meyve ve sebzeler dağlardan getirilen buz ve karla dolu özel sepetlerle uzak diyarlara gönderiliyordu. İran ve Ortadoğu’dan çerezler, Anadolu’dan incir, vahalardan meyveler, Orta Asya’dan sebzeler geliyordu. Herkes kendi coğrafyasından olanı satıyor, olmayanı alıyordu. Tuz, baharat, şeker, hardal Hindistan ve İran’dan Çin’e doğru gidiyordu. Çinden gelen şifalar, parfümler, koruyucular ve kozmetik Batıya gidiyordu. Ve elbette ki afrodizyak. Alanı da satanı da bugünkü kadar çoktu. Yeter ki bir yiyecek hakkında “kuvvet verir” dedikodusu yayılmaya görsün… Ve kokular…Ah güzelim kokular… Müzeye bir selam daha yolluyorum. Küplere konmuş İpek Yolu kokularını, küplerin kapaklarını açıp teker teker kokluyorum. Günümüzde önyargı kurbanı olan gül yağı. Küpün ağzını aralamamla çarpılmam bir oluyor. Benimle aynı kervanda olan herkesin de favorisi gül yağı oluyor. Dönüp dönüp kokluyor herkes… Misk küpü, çölde ıssız yıldızlı bir gecenin arzu aşılayan kokusu. Tütsüler, yasemin yağı, saussurea kökü, yalancı tesbih ağacı kökü ve daha nicesi… Tabii ki ilaçlar şifalar… Aspirin yok, vermidon yok. Ama Seylan tarçını var. Başağrısına iyi gelir derler. Isırgan otu, acı tere otu, epsom tuzu (magnezyum sülfat), zencefil kökü, alçı taşı, safran, insan saçı, sülfür, zerdeçal, ışgın (rebez), yosun, gergedan boynuzu, muskat… Hani cimrilerin başkasına bunu bile koklatmadığı berbat kokulu arsenik yani zırnık ve daha nice şifalı madde… Ama özellikle ikisini heybemize katalım. Biri ‘ginseng’. Enerji veren, güç kuvvet veren, stresi azaltan bu Çin bitkisi bugün pile popülaritesinden pek birşey yitirmemiş. İpek Yolu ehlinin en çok rağbet ettiği diğer şifa ise, geviş getiren hayvanların midesinde oluşan bezoar taşıydı. Bu İpek Yolu insanları bizim gibi sabit menüye koşullandırılmış tüketim insanları değildi. Aroma listeleri bile çeşitliliğiyle başdöndürür. Aselbent sakızı, kartal ağacı, Mekke pelesenk ağacı, mürrisafi sakızı (laden reçinesi), kafur ruhu, balzamik onika, sandalağacı ve daha sayması zor onlarca çeşit aroma da tezgahlarda el değiştiriyordu. Ve elbette tekstil. İpeğin yanı sıra en revaçta olan yündü. Bugünkü gibi sadece koyun yünü değil, deve ve yak yünü de bolca bulunurdu. Turfan’da kervanların yükleri arasına keten ve kenevir kumaşlar da dahil oluyordu. Turfan’ın bu müthiş pazarından yüklerimizi alıp, bir sonraki ana durağa Semerkant‘a doğru yola çıkıyoruz. Daha Bağdat’a kadar gidecek 4 bin 900 kilometre yol var. Semerkant yolunda Pamir Dağlarını, Fergana Vadisini geçeceğiz. Yolda Hindikuş Dağları da var Himalayalar da… Amuderya (Ceyhun) nehri de var, Siri Derya (Seyhun) nehri de… İpek Yolu’nun en iyi ipek sırmalarını mı arıyorsunuz? Samur paltoya mı ihtiyacınız var? Bir paket misk belki de… Ya da bir rulo krem rengi kaliteli kağıt? Sizin durağınız burası, Semerkant’a hoşgeldiniz. Özbekler ama daha çok da bugünkü Taciklerin ataları olan Soğd halkı, hiç kimsenin olmadığı kadar İpek Yolunun efendisiydi. Kervansaraylar, deve sürücüleri, klavuzlar hep Soğd’lardandı. Ve Semerkant onların ülkesinin tam kalbinde yer alıyordu. İpek Yolu vesilesiyle Soğd ahalisi, doğuya Çin’in içlerine kadar girdi. Birçok Çin şehrine yerleştiler. Semerkant öylesine muazzam bir ticaret ve kervan kavşağıydı ki yüzlerce kilometreden itibaren çevresi adeta kervansaray deryasıydı. Ünlü seyyah İbn-i Havkal, “Semerkant etrafında yolcuların her ihtiyacını giderebildiği kervansaraylardan bulunmayan tek bir kasaba, köy, vadi ya da çöl yoktu. Sadece Semerkant çevresinde 2000 kervansaray olduğunu duydum” diye anlatıyor o günleri. Kervansaraylar büyüleyici müesseseler… Hafızamı yokluyorum ama aklıma tek bir kervansaray filmi veya romanı bile gelmiyor, hayıflanıyorum… Semerkant’ın öyküsü kağıdın materyal olmaktan çıkıp uygarlık destanına dönüşmesinin öyküsüdür. MÖ 50 yılında Çinliler ilk kağıdı icat ettiler. Ancak kağıdın yazı için kullanılması MS 100 yılında oldu. MS 300 yılında ise kağıt yapma sanatı Semerkant’a ulaştı. Dünyanın ilk kağıt fabrikası ise 795 yılında Bağdat’ta kuruldu. Bugün kağıtsız yaşayabileceğimizi iddia edebiliyoruz ama İpek Yolunda taşınan onca mal içinde hiçbiri kağıt kadar kudretli değildi. Efsaneye göre 751 yılında Talas Savaşında Müslümanlar Çinlileri yenince kağıdın sırrını da ele geçirdi. Çinli kağıt ustaları Semerkant’a götürüldü ve Semerkant dünyanın en iyi kağıtlarının üretildiği merkez oldu. Kağıt günümüzde ağaç hamurundan elde ediliyor fakat o dönemlerde pamuk ve keten hamurundan da yapılıyordu. Kağıdın İslam Dünyasına girmesiyle bilim ve edebiyatın yaygınlaşmasında patlama meydana geldi. Bilgi akışı, o zaman ölçülerine göre inanılmaz bir hıza ulaştı. Bağdat’ta yaşayan bir bilginin, Endülüs’te basılan kitap eline birkaç ay sonra ulaştı diye “zamanımızda ilim geriledi” diye sitem ettiğini öğreniyoruz. Müslümanlar, süslü kağıtlar yaptılar. Kağıda iyi yazmak için onu pirinç nişastası ile kaplıyor, sonra yumuşak bir taşla zımparalıyor, sonra çeşitli renklerde boyuyorlardı. İpek Yolunun altın çağında Semerkant, eğitim kurumlarıyla, bilginleriyle, sanatçılarıyla, ustalarıyla, tüccarlarıyla dünyanın kültür başkentlerinden biri olmuştu. İpek Yolu kervanlarının Semerkant’tan sonraki ana hedefi Bağdat. Ne ki önce Karakum Çölü bilahare Zağros Dağları gibi iki çetin engeli de geçmek lazım. Barışın ülkesi Bağdat. İpek Yolunun altın çağı başlarken, 762 yılında Abbasi Halifesi Mansur tarafından Dicle Nehrinin kenarına kuruldu. Abbasiler başkenti Şam’dan bu yeni şehre taşıdılar. Kısa sürede Müslüman dünyasının kalbi haline geldi. Adı bir rivayete göre Farsça “bağ – dad (panayır bahçesi)”dan geliyor. Bir rivayete göre ise, yine Farsça “Be huda da (Allah verdi)” ifadesinden. İpek yolunun 3 sembol ürünü var. İpek ve kağıdı andık. İkisi de çoğunlukla doğudan batıya geliyordu. Üçüncüsü yani ”cam” ise Bağdat’tan doğuya doğru yola çıkıyordu. Camın tarihi Ortadoğuda başladı. Kum, kireç ve soda külünün karışımı 1370 derece sıcaklığa ulaştığında cama dönüşüyordu. Cam, İpek Yolu aracılığıyla Çin’e ulaştığında Çinliler uzun süre cama, “en pahalı mücevher” muamelesi yapmış. Tabi Çinliler, camın doğal bir madeni ürün değil de “üretilen” bir mamul olduğunu farkedinceye kadar tüccarlar iyi para kazanmış. Hindistan’dan yola çıkan sayı sistemleri, Bağdat’ta modern matematiğin bugünkü sayı sistemine dönüştü. Sıfır, matematiğe dahil oldu. Harun Reşid’in Bağdat’ta kurduğu “Dar-ul Hikme“, başta Antik Yunan klasikleri olmak üzere muazzam bir tercüme faaliyetine girişti. Tam bir icatlar çağı başladı. Müslüman bilginler, su servis edeninden zamanı gösterenine kadar sayısız makine icat ediyordu. El Ceziri 800’lü yıllarda su saatini icat etti. Bunun yanı sıra 50 ayrı makinenin de mucididir. İbn-i Heysem’den, özellikle tıpta çığırlar açan İbn-i Sina’ya, Ömer Hayyam’dan, El Kindi’ye, Abdurrahman El Sufi’den Harizmi’ye, burda sayması zor nice bilgin ve edebiyatçı İpek Yolunun çocuğudur. New York müzesindeki sergide Bağdat şehri bölümüne girdiğimde karşıma çıkan bilimsel şölen, bugünkü Bağdat’ı düşününce dokunaklı geliyor. Sergide en hayran kaldığım şeylerden biri olan ve bir Bağdat icadı olan ‘usturlab’ın(astrolobe) başına oturuyorum. Penceremsi bir derinliğin içine Bağdat’tan görünen uzayın derinliklerini temsil eden yıldızlar var. Yıldızlar karanlığın içinde ışıl ışıl yanıyor. Aleti kullanarak gördüğüm yıldızların uzaklığını ya da zamanı ölçmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. Ta Şian’dan geliyorum, yol yorgunluğu olsa gerek. Bağdat’tan görünen uzayı biraz seyrettikten sonra kalkıp sağa dönünce duvarı boydan boya kaplayacak şekilde İngilizcesi yazılmış bir Hadis görüyorum; “İlim için yola çıkana, Allah da cennetin yolunu gösterir“. M.S. 8’nci yüzyıldaki bu yolculuktan istemeye istemeye günümüze dönüyorum. Kervanla ziyaret ettiğim yerlerin bugününü merak ediyorum. Bugün Çin’in uzay programına da ev sahipliği yapan Şian, 8 milyonluk bir şehir. Nüfusu günümüzde 250 bin civarında olan Turfan, ücra ve bir Doğu Türkistan şehri. Nüfusun yarısını hala Uygur Türkleri oluşturuyor. 600 bin nüfuslu Semerkant, dünyadan o kadar izole bir şehir ki ne siz sorun ne ben anlatayım. Ya Bağdat? 1258 yılında Moğolların yerle bir ettiği bu uygarlık beşiği, 750 yıl sonra önce bir diktatörün, sonra petrol ve silah endüstrisinin ve günümüzde kapkara bir barbarlığın tehdidi altında üst üste yıkımlar yaşıyor. Müze içinde yaklaşık yaklaşık 200 metreyi bulan İpek Yolunda dolandığım iki saat boyunca seslerini dinlediğim, tüccarlar, bilginler, aşıklar, hacılar, müzisyenler, hatta keçiler, koyunlar, develer artık yok. Anılmayı hakedecek hayatlar yaşamışlar ve göçüp gitmişler… Sergiyi hazırlayanlar bu gerçeği de Ömer Hayyam‘ın bir dörtlüğünün İngilizcesini çıkış kapısına yazarak bizi uğurluyor; Bu dünya bir kervansaray Bir giriş bir de çıkış kapısı olan… Her gün bir yeni kervan gelir bu saraya, Bir diğeri giderken… CEMAL TUNÇDEMİR
    0 Kommentare 0 Anteile
Suchergebnis